Delhi: Mozaik Ülkenin Yemyeşil Başkenti...

Delhi-Agra-Jaipur adlı üç kentin oluşturduğu “Altın Üçgen”deyiz. Tam bir kültür bombardımanına uğruyoruz, bu altın üçgende. Gördüğümüz her şey, bize o denli ilginç geliyor ki, yolda başımızı ne yana çevireceğimizi şaşırıyoruz. Pinpon ya da tenis seyreden insanlara benzedik, bir o yana, bir bu yana bakmaktan... Hindistan’da, 1652 dil konuşulduğunu ve bunların da on beşinin resmi dil olarak kabul edildiğini duyuyoruz. Şaşkınlığımız iyice artıyor!..

Hint kültürüyle tanışmaya başlıyoruz yavaş yavaş. Binlerce yıldır, yetmiş iki milletin, çeşit çeşit kültürlerin, dinlerin karışıp kaynaştığı bir mozaik ülke Hindistan. Öyle bir ülke ki bu, dünyanın en büyük dinlerinden olan Budizm ve Hinduizm bu topraklarda doğmuş...



Büyük İskender’in, Yunanistan’dan başlattığı seferi, bundan bin altı yüz sene önce, yine bu topraklara kadar gelmiş ama, ordular daha fazla ilerlemek istememişler. İskender’in bu seferi, yöre kültürünü ciddi biçimde etkilemiş. Yunan sanatı Budizm’le tanışmış ve Gandhara Sanatı ortaya çıkmış. Kuzey Hindistan’da sıkça görülen yeşil, mavi gözlü insanların da İskender’in ordusundan kalanların torunları olduğu rivayet edilir.

Büyük İskender, bu topraklara gelen yabancıların ne ilk, ne de sonuncusu olmuş. Bundan beş yüz yıl önce de Vasco dö Gama Hindistan’a ulaşmış. Böylece, Portekizliler, Hindistan’ın Avrupa ile olan ticaretine bir asır boyunca hakim olmuşlar. Ardından, iki yüz elli yıllık İngiliz sömürgeciliği gelmiş. Bu dönemde, İngiltere’nin ucuz tekstili Hindistan’a akmış ve ülkenin tekstil sanayiini tam anlamıyla felç etmiş. İş, bununla da bitmemiş. Hollandalılar ve Fransızlar da Hindistan pastasından paylarına düşeni lüp diye yutuvermişler...

Hindistan’ın diğer adı, “Baharat”!
“Mozaik ülke” Hindistan’da, İngilizce, o denli yaygın ki, şaşıp kalmamak elde değil! Bizde, insanlar, sırf İngilizce öğrenebilmek için okullara, kurslara avuç dolusu paralar harcarken, Hindistan’da, sokaktaki bir satıcı ve hatta bir dilenci bile en azından anlaşılabilir bir İngilizce konuşabiliyor. İnsanlar, Hindu dilini konuşurken bile, araya birkaç İngilizce sözcük katmadan edemiyorlar! Otel odasındaki televizyonda, Hint filmi seyrederken “Oh my God!”, “Thank you very much!” gibi İngilizce sözcükler, çokça çalınıyor insanın kulağına. Resmi dili Hindu ve İngilizce olan Hindistan’ın, resmi adı da hem “Baharat” hem “Hindistan Cumhuriyeti”.

Bir adı “Baharat” olan, bu güzelim ülkenin tarihi de, adı gibi acılı! 1919’da İngiliz ordusu, Amritsar’da silahsız göstericilere ateş açıp inanılmaz bir katliam yapmış. Bu olaydan sonra “pasif direniş”i başlatan Gandi tuz vergileri ve İngiliz tekstillerine karşı yapılan gösteriler nedeniyle sık sık İngiliz hapishanelerini ziyaret etmiş.

İngilizlere karşı, bağımsızlığın kazanılmasından sonra, Müslüman azınlık, ülke yönetiminin Hinduların eline geçmesi endişesini duyuyor. Müslüman azınlığın lideri Cinnah, “Hindistan ya bölünmeli ya da yok olmalı” diyerek son sözü söylüyor... Bölünme sırasında, yaklaşık on milyon kişi, konvoylar halinde ülke değiştiriyor. Bu arada da, ciddi katliamlar yaşanıyor ve kimilerine göre yarım milyon insan çatışmalarda can veriyor.

İlginçtir, Pakistan’ın ayrılmasından sonra bile, Endonezya ve Pakistan’ın ardından, Hindistan, dünyanın en kalabalık üçüncü Müslüman ülkesi oluyor. Hindistan tarafında kalmış olmasına karşın, nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan Keşmir ise, iki ülke arasında hâlâ çok ciddi bir sorun oluşturuyor. Asırlarca, bir arada yaşamış olan insanlar Hindistan-Pakistan ayrılığından sonra, tam üç kez savaşmışlar.

“Dokunulmazlar” mı “Tanrının çocukları” mı?
Hindistan, gerçekten ilginç bir ülke... Baksanıza, gazetelere verilen evlenme ilanlarına: “Şu kastın evlenme yaşına gelmiş olan kız ve erkekleri, şu kapalı salonda, şu gün toplansınlar!”. Dört ana kastın, bölünmüş olduğu yaklaşık üç bin alt-kasttan birinin, evlilik çağındaki binlerce üyesi, bu gazete ilanını okur okumaz, bir kapalı salonda toplaşıp birbirlerinin dest-i izdivacına talip oluveriyorlar!..

Bağlı oldukları kast, insanların, sosyal statüleri yanı sıra, seçtikleri mesleği bile belirliyor. Örneğin Brahman kastına mensup olanlar din adamı olurken Ksatriya’lar subaylık, Vaişya’lar da tüccarlık, bankacılık gibi mesleklerde yoğunlaşıyorlar. En yüksek kast, din adamlarının. Sonra asker ve yöneticiler kastı, ardından da sanatçı ve ticaret erbabının kastı geliyor. Dördüncü sırada da çiftçi ve köylü kastı bulunuyor. Bu dört kastın, Brahma’nın, ağzından, kollarından, bacaklarından geldiğine inanılıyor.

Ari diye anılan üst-kastlar, bundan yaklaşık dört bin yıl kadar önce gelmişler Hindistan’a. Bir zamanlar, bu ülkede, siyah olmalarına karşın Avrupalı tipi olan insanlar yaşarmış. Tıpkı Kızılderili katliamları gibi, siyahlar da Ariler tarafından yok edilmiş, kalanlar da güneye sürülmüş.

Bir de, “kast-dışı” Harıjan’lar var... Toplumun en altındaki bu insanlara “dokunulmazlar” adı verilmiş. Ancak, Hint usulü dokunulmazlık bizdeki gibi, bir ayrıcalık değil. Tam tersine!.. Örneğin, “dokunulmazlar”dan biri, yüksek kasta mensup birine es kaza dokunursa, ya da gölgesi üzerine düşerse, üst-kast üyesi kirlenmiş sayılıyor ve bir dizi “temizlenme” ritüelleri başlıyor.



Gandi “dokunulmazlar”ı topluma kazandırmak için çok çaba sarf etmiş. Bir zamanlar, “dokunulmazlar”ın mabetlere bile girmesi yasakmış. Gandi, bu yasağı kaldırmış, hatta onlara “Tanrının çocukları” adını bile vermiş. Bu adı vermiş vermesine de, sonuç olarak, yüksek kastların, genellikle hali vakti yerindeyken, “Tanrının çocukları”na da kimsenin yapmak istemediği işler düşüyor!

Kastlar, Hindistan’da o denli önemli ki Hindistan Hava Yolları’nın “dokunulmazlar” için düzenlediği ilk sefer, Hint gazetelerine manşet olmuş. Hindistan’da yaşayan Sihlerin ve Müslümanların ise kast sistemiyle bir ilgileri yok.

Her ne kadar, günümüzde, eski kast kuralları gevşiyorsa da hâlâ kimi Hindular çıkıyor, düşük kasta mensup aşçılar tarafından yapılan yemeği, kirlenmiş olacağı için yemeyeceklerini söyleyebiliyorlar. İlginç bir hadise de 1980’de olmuş. Köyün birinde, yeni evli biri, üst kastların yanından geçerken atından inmemiş. Vay, sen misin atından inmeyen! Havadan nem kapan üst-kast mensuplarının, alt-kastın bu davranışını, kendilerine yapılabilecek en büyük hakaret olarak nitelemeleriyle atlıya saldırmaları bir olmuş. Çıkan kavgada da bir grup “Tanrının çocuğu” öldürülmüş!..

Alt kasttakilerin tek tesellisi ise reenkarnasyon inancı. Eğer bu dünyada kendilerine verilenle yetinirlerse, yeniden dünyaya geldiklerinde, daha yüksek bir kasttan olabileceklerine inanıyor Hindular...

Yaklaşık üç bin yıllık bir din olan Hinduizmde tanrı pek bol. Bir dizi yeniden doğumdan sonra insanların ruhsal Selâmete ulaşacağına inanılıyor. Hinduizm, din değiştirmeyi kabul etmiyor. Yani, ya Hindu doğulur ya da doğulmaz, ama asla Hindu olunmaz ve asla kast değiştirilmez imiş...

Hinduların en görsel rituellerinden biri de Tac Mahal’in yakınından geçen Yamuna nehriyle, Ganj’ın birleştiği Allahabad’daki kutsal sularda yıkanmaları. Kadınlar bir metreye altı metre sarileriyle, erkekler de çıplak olarak nehir sularında yıkanarak günahlarından arınacaklarına inanıyorlar...

İki dinin sentezi Sihizm
Hindistan’da, Müslüman azınlık, yönetime şimdiye dek iki başkan ve çok sayıda bakan vermiş. İslâm’ın, Hindistan kültürüne en belirgin katkısı mimari, sanat ve yemek konularında olmuş. Hindulardan İslâm’ı kabul edenler, tıpkı Hıristiyanlar gibi genellikle en alt kastlardan olduğundan, ayrılıktan sonra Pakistan, eğitilmiş insan gücü konusunda ciddi güçlüklerle karşılaşmış.

Sihizm’in kurucusu olan Guru Nanak ve bir Müslüman evliyası olan Kabir, Hinduların ve Müslümanların birleşmesi için yoğun çaba harcamışlar. İşin ilginci, bir Hindu olan Nanak, Müslümanlar tarafından lider olarak kabul edilir ve Nanak Şah adıyla anılırken Hindular da Müslüman Kabir’i en büyük öğretmenleri olarak tanıyorlarmış. Böylece, bundan beş yüz yıl önce Hinduizm ve İslâm dinlerinin en iyi özelliklerini bir araya getirme fikrinden Sihizm doğmuş.

Her ne kadar pasifist bir din olarak kurulmuşsa da, Sihler, baskılar karşısında, kendini koruma içgüdüsüyle yavaş yavaş silahlanmışlar. Yapılı, uzun boylu ve cesur insanlar olan Sihler Hindistan’ın bağımsızlığına kavuşmasında büyük yararlıklar göstermişler. Hint ordusunda da hayli etkinler. Sihlerin en güçlü olduğu yer “Beş su” anlamına gelen Pencab. 1956’da dilleri Pencabî’yi Hindu ile birlikte Pencab’ın resmi dili olarak kabul ettirmeyi bile başarmışlar.

Bu din, başlangıçta, Hinduların kast sistemine bir tepki olarak ortaya çıkmış. Bu nedenle de Sihlerde kast yok, dul kadınların yakılması da yasak! Sihler makas ve jilet kullanmıyorlar, sakallarını örüyorlar. Saçlarını hiç kesmeyen Sihlerin vazgeçemediği şeylerin başında da, tahta ya da fildişi tarak, türban, demir bilezik ve kılıç geliyor. Bu özelliklerinden ötürü hemen tanınıyorlar. Sihlerin, çalışkanlıkları yanı sıra bir diğer özelliği de, otomobilden jet uçağına kadar her türlü mekanik araca olan yatkınlıkları...

Sihlerin kimisi daha fazla özerklik istiyor, kimisi de özerklik yerine özgür bir devlet kurma yanlısı. 1984’te Gandi’nin kendi muhafızlarından bir Sih tarafından öldürülmesiyle birlikte, ülke, toplumsal çatışmalarla çalkalanıyor. İntikam amacıyla, ele geçirilen Sihler, ağaçlara bağlanarak ya da boyunlarına lastik geçirilerek yakılıyor...

Sih tapınaklarındaki kubbelerin som altından olduğunu söylüyor rehberimiz. Sihler, mabetlerinin yapımında, başka bir dine mensup işçilerin çalıştırılmasına karşılar. Bu nedenle de haftanın belli günleri, işi gücü bırakıp kendi tapınaklarının inşasında zengin, fakir demeden çalışıyorlar.

“Esneme, günaha girersin!”
Delhi sokaklarındaki çekimler sırasında, ağızlarını bir bezle kapatan insanlara rastlıyoruz sık sık. Önce, “Kentte salgın hastalık mı var nedir?” diye düşünürken, sonradan, bu insanların Jainler olduğunu öğreniyoruz. Budizm’e çok benzeyen bu dinin taraftarları, yaşayan canlılara zarar vermekten müthiş korkuyor ve kesinlikle et yemiyorlar. Hatta bazı keşişler, kazara bir böcek kaçar korkusuyla, ağızlarını sürekli bir parça bezle kapatıyorlar. Bunların içinde, maddi şeylere değer vermemenin bir belirtisi olarak çıplak gezenlere de rastlanıyormuş!



Hindistan mozaiğinin ilginç dinlerinden birinin tanrısı ise, ateşle sembolize edilen Ahura Mazda. Mabetlerinde sürekli ateş yanan bu dinin taraftarları ise ölülerini ne yakıyorlar ne de gömüyorlar. Çünkü cesetlerin, ateşi, toprağı, havayı ve suyu kirleteceğine inanıyorlar. Ölülerini gömmek ya da yakmak yerine “sessizlik kuleleri”ne bırakıyorlar ve cesetler akbabalar tarafından kısa sürede temizleniyor.

Bu insanların bir özelliği de Hindistan ve Pakistan arasında gerginlik çıkınca arabuluculuk yapmalarıymış. Sayıları da gitgide azalıyormuş, çünkü bir çocuğun bu dinden sayılabilmesi için hem annesinin hem de babasının bu dinden olması gerekiyormuş.

Delhi - “açık çamaşırhane”
25 Şubat. Yönetmenimiz Güneş Karabuda, ekibi topluyor, Turkuaz belgeselinde insan faktörünün önemini anlatıyor ve Hint-Türk İmparatorluğu’ndan kalan eserler yanı sıra tipik Hint renklerinin de vurgulanacağını belirtiyor. “Garantili bir çekim yerine, cesur, yeni şeyler arayan bir çekim istiyoruz” diyor ve ekliyor “Kalabalıkların sesi duyulmalı filmde!..”. Ve yarımşar saatlik 123 Betacam kasetten ilki dönmeye başlıyor...

Bir zamanlar, “İngiliz tacındaki elmas” olarak adlandırılan Delhi, bugün, “dünyanın en kalabalık demokrasisi”nin başkenti. XIV.yüzyılda Timur’un hışmına uğrayan kenti, XVIII.yüzyılda da Pers imparatoru Nadir Şah yağmalamış, meşhur Işık Dağı Elması’nı da alıp İran’a götürmüş. Aradan altmış küsur yıl geçmiş geçmemiş, bu kez de İngilizler Delhi’yi ele geçirmiş ve kent ancak yarım asırda kendini toparlayabilmiş. İngilizlere karşı ayaklanmada ise Delhi, direnişin merkezi haline gelmiş.

Delhi’de, bir çekimden diğerine koşuştururken, bir şey, sürekli dikkatimizi çekiyor. Kentin her yerinde kolektif bir “çamaşır yıkama ve kurutma” harekâtı gözlüyoruz. Meydanlarda, parkların çevresindeki demir parmaklıklarda, dur durak demeden yıkanmış çamaşırlar kurutuluyor. İnsanlar, o kadar beyaz giyiyorlar ki, bu kentin ‘açık çamaşırhane’ görünümünü son derece doğal karşılamak gerek her halde diye düşünüyoruz.



Kentin her yanı yemyeşil. Yollarda da oyuncakmış izlenimi veren üstü sarı, dışı siyah mini mini sevimli taksiler dolaşıyor. Büyük caddelerden birine K.Atatürk adının verilmiş olması dikkatimizi çekiyor... Bir zamanlar, Hint-Türk imparatorlarının fil sırtında gezindikleri Delhi sokaklarında, şimdi, binlerce motosiklet, inanılmayacak gürültüler çıkararak fır dönüyor. Bir motosikletle dört kişilik bir ailenin yolculuğunu izliyoruz merakla. O denli rahat ve sere serpe oturmuşlar ki sanki limuzinde gidiyorlar sanırsınız!

Hindistan’ın, üç tekerlekli açık hava taksileriyle Çin’dekileri anımsatan bisiklet- taksileri inanılmayacak sayılara ulaşmış. Ama öyle birkaç yüz ya da birkaç bin değil... Göz alabildiğine uzanıyor bisiklet taksiler... Bunlar, bir su birikintisinin yanına çekilip yıkanıyor zaman zaman. Öyle çok ki banyo sırası bekleyen bisiklet taksiler, insan, zaman zaman, “bisiklet fabrikasının bahçesi midir burası acaba?” diye düşünmeden edemiyor.

Kimi bisiklet taksiler de, içine sekiz, on çocuğun sıkış tepiş doluştuğu bir cins “okul otobüsü” işlevi görüyorlar. “Tata” marka otobüslerin ise hem içi, hem dışı, salkım saçak insanlarla dolu. Kendi otobüsümüzse bir felaket! Eksik olmasın, kim tasarlamışsa, insanlar bir şey göremesin diye çok uğraşmış olsa gerek! Camların birleşim noktalarına konmuş kalın tahta bölümler tam göz hizasından geçiyor da!..

Kuş Hastanesi!
Sokaklardaki insan seline bakıp bakıp, “Delhi, Hindistan’ın en kalabalık kenti olsa gerek!” diye düşünmüştüm. Oysa, altı milyonluk Delhi, Bombay ve Kalküta’dan sonra ancak üçüncü geliyormuş. Bunu öğrendikten sonra, diğer iki kentin caddelerini düşünmek bile istemiyor insan! Kalküta ve ülkenin ekonomik merkezi olan Bombay’da sokakta yatanların inanılmayacak boyutlara ulaştığı söyleniyor. Ancak, açlık ve yoksulluğa karşın, hırsızlık ender görülen olaylardanmış.



Hindistan, en çarpıcı çelişkilerin kucak kucağa yaşadığı bir ülke. İnsanların, sokaklarda, hastalıktan, sefaletten öldüğü Delhi’de, sadece kuşlar için yapılmış nefis bir hastane bulunuyor...

Elimizde, Hindistan Dışişleri Bakanlığı’ndan alınmış çekim izni, Kuş Hastanesi’ne giriyoruz. Girer girmez, yerleri süpüren biri göğüslüyor bizi. Kameraları gösterip “Yasak” diyor. İzni gösteriyoruz... Çekersin, çekemezsin tartışması sürerken, başka biri geliyor, “çekin kardeşim!” gibisinden bir şeyler söylüyor. İkisi arasında geçen uzunca tartışmayı “çekin kardeşim!”ci kazanıyor olsa gerek ki izin çıkıyor...

On binlerce kuşun ameliyat edilip tedavi gördüğü hastaneyi geziyoruz. Hemen bitişiğimizde ise bu hastaneyi kuran dini tarikatın mabedi uzanıyor. Kuş Hastanesi’nde kuşlara süper ihtimam gösterilirken hastane bahçesine giren meraklı çocukları bakıcı sopayla kovalıyor. Ne mutlu Hintli kuşlara!.. Darısı tüm insanların ve diğer hayvanların başına!..

Kentte dolaşırken, yeşil sahalarda kriket oynayan insanlar görüyoruz sürekli. İnanılmayacak kadar hareketli olan caddelerdeki tüm karmaşaya karşın sanki her şey doğal seyri içinde akıp gidiyor. Öylesine bir doğallık ki bu, yolun kenarına motosikletini park edip ana caddeye işeyen biri, bizim dışımızda kimsenin ilgisini çekmiyor.

Süper lüks apartmanların hemen dibinde, naylon torbalardan yapılmış mezar gibi çadırımsı “ev”ler görüyoruz. Arabadan indiğimiz anda ise karaborsa dolar bozdurmak isteyenler doluşuyor çevremize... Dev boyutlu sinema afişleri görüyoruz her yerde. Hepsi son derece özenle yapılmış olan bu yağlıboya afişler, ülkedeki sinema endüstrisinin gücünü kanıtlıyor sanki...

Çin’den gelen Tibetli mültecilerin seyyar satıcılık yaptığı sokaklarda yürüyoruz. Çin’den gelen Tibetli lider Dalai Lama’nın, yanında yüz bin kişiyle birlikte 1959’da Hindistan’a sığınmış olduğunu öğreniyoruz.

Hindistan’da, minicik çocuklardan yaşlı amcalara kadar hemen herkes, fotoğraflarının çekildiğini fark ettikleri zaman, inanılmayacak kadar ustaca poz veriyorlar. Sanki hepsi profesyonel birer fotomodel!.. Poz verdikten sonra da “fotorupi, fotorupi!” diye fotoğraf çekenin peşinden koşturuyorlar. Çocuklardan birine bahşiş verince de bunu gören diğerleri, “fotorupi!” diye bağrışarak akın akın geliyorlar. Yılan oynatan adamın uzaktan fotoğrafını çekiyoruz “rupi, rupi!” diye işaret ediyor oturduğu yerden. Bu ülkenin insanları, fotoğraflarının çekilmesine son derece alışkın gibiler sanki. O kadar kolay ve doğal davranıyorlar ki objektifin önünde!..



Çekim izinleri ve “işte hendek işte deve!”
Evet, şimdi, iş geldi çekim izinleri için aylardır yapılan yazışmaların sonuçlarını toplamaya. Bürokraside yarım günlük bir turlamadan sonra, bir dosya dağının ortasında oturan, ak saçlı yetkiliden izni alabiliyoruz. Bir anıtın adının o izin belgesine yazılması unutulmuşsa vay halinize! Kapıdaki görevli Nuh diyor, peygamber demiyor ve izin belgesini görmeden ne bir caminin, ne yıkık dökük bir kalenin, dışardan bile olsa filminin çekilmesine izin vermiyor...

Bir anıtın dışardan filmi çekilse, anıt mı eskiyor, yoksa üzerindeki devlet sırları, kökü dışarıda, menfur emelli şer şebekelerinin eline mi geçiyor, bir türlü anlayabilmiş değiliz doğrusu! Arkadaşlarımızdan birine yakınıyordum, güldü, “Sanki bizdeki uygulama çok farklı mı sanıyorsun?” dedi!

Neyse; biz yine dönelim Hindistan’a. İzinler uzun uzun daktilo ediliyor, sütlü çaylar gelip gidiyor, dakikalar geçiyor... Sonunda izin belgemizi imzalayıp veriyor ak saçlı Hintli. Öyle de sevimli gülümsüyor ki... Ama, güneş de tam tepede artık. “Film çekemeyiz bu güneşte!..” diyor yönetmenimiz. Böylece, bir çekim sabahı daha çekim izni peşinde eriyip gitmiş oluyor...

“Paan çiğnemeden gitti!” demesinler diye...
Delhi’de hayat, sürekli sokaklarda geçiyor sanki! İnsanlar, mesire yeri niyetine parklara yayılmışlar. Kaldırım kenarında, dilencinin biri takma bacağını çıkarıp sağlam bacağının yanına koymuş. Pazar yeri ise rengârenk. Her köşe başında kazanlar kaynıyor, koca bir Moğol pilavı tenceresinin yanında safranlı mercimek fokurduyor... Hint yemeklerinden tadılan ilk lokma, Hindistan’ın Sanskritçe’deki adının neden “Baharat” olduğunu son derece net biçimde anlatıveriyor insana!

Bol baharatlı yemeklerden olsa gerek, kimi lokantalar, ağza güzel koku versin diye, yemekten sonra, anason ve şeker ikram ediyorlar müşterilerine. Bir de, Betel ağacının yaprağına çeşit çeşit baharat, tütün, badem çekirdeği, bal ve karbonatlı bir madde sarıp, ağızlarına atıveriyorlar. “Hem tat verir hem de hazmı kolaylaştırır, mutlaka dene!” dediler tanıştığım Hintliler. “Bak, Hindistan’a geldi de, bir kere bile paan çiğnemeden gitti!” demesinler diye attım ağzıma bir tane. Tat verdi vermesine de, hazmı kolaylaştırdı mı hatırlayamıyorum! İşin aslına bakarsanız, ben hazım işlerinden de pek anlamam zaten! Bir acıktığımı bilirim, bir de doyduğumu... Tat ve hazım tartışması bir yana, paan çiğnemek de tıpkı tütün çiğnemek gibi alışkanlık yaratıyormuş!

Sütlü çaycılar ve sakal düzelticiler!
Eski Delhi’nin rengârenk çarşı yaşamını görüntülüyoruz. Çarşıda, çayı sütle kaynatan “sütlü çaycılar”a rastlıyoruz adım başı. Sık rastladığımız bir diğer meslek grubu da “sakal düzelticiler”! Yüzlerce tavuğun tek tek yerleştirildiği kafesler ise dağ gibi yığılmış sokaklara.



Her yerde, Kongre Partisi’nin sembolü olan “el”li afişler görüyoruz. Bu tür afişlerde, o kadar çok resim kullanılıyor ki şaşmamak elde değil! Hindistan’da, her üç kişiden ikisinin okuma yazma bilmemesinin, bunda, hayli rolü olsa gerek diye düşünüyoruz. Yollardaki duvar yazılarına bakıyoruz, Sanskritçe harfler, sanki “çamaşır ipine dizilmiş mandallar” görüntüsü veriyor bize. Bu harflerden bir anlam çıkarmak, imkânsızın da ötesinde bizler için! İyi ki İngilizcesi de bulunuyor genellikle altında!

Cuma Mescid’de Keşmir sorunu
Çarşının hemen yanındaki yirmi beş bin kişilik Cuma Mescid’i, soğan tipli dev kubbelerinden tanıyoruz hemen. Beşinci Hint-Türk imparatoru Şah Cihan’ın son eseri Cuma Mescid. Şah Cihan’ın dindar oğlu Evrengzib, bu camiye, ya süslü filinin sırtında ya da altın tahtında taşınarak getirilirmiş. Kaleden camiye kadar bütün caddelere de ısıyı ve tozu azaltmak üzere su serpilir, yol boyunca da üç yüz asker dizilirmiş.



Öğle saatlerinde Müslüman olmayanlara kapatılan camide, cuma namazından hemen önce de bir çan sesi duyuluyor. Ardından ezan başlıyor. Kadınlarla erkeklerin havuzun başında, yan yana oturup aptes almasına şaşırıyoruz. Hutbede Keşmir sorunu gündeme geliyor hemen. Çevirmenimiz, yapılan konuşmada, “Hindistan hükümetinin, Müslüman özgürlük savaşçılarıyla barışçı çözüme yaklaşması gereği”nden bahsedildiğini söylüyor. Sonradan öğreniyoruz ki, Hindistan’ın en büyük camisi olan Cuma Mescid’in imamı, Buhara’lı Abdullah Buhari, seçimler sırasında Kongre Partisi aleyhine çalışınca bu parti seçimleri yitirmiş!.. Hindistan’da Müslüman azınlığın ciddi bir ağırlığı var anlaşılan!



Sırrı çözülemeyen demir sütun!
Cuma Mescid çekimlerinden sonra, yine Şah Cihan’ın yaptırdığı Red Fort’a yani Kırmızı Kale’ye yöneliyoruz. Adı gibi, rengi de kırmızı, bu üç yüz elli yıllık kalenin....

Şimdi de sıra Kutup Minar çekiminde. Nehru Üniversitesi’nden profesör Muhammet Sadık nefis bir Türkçe’yle Kutup Minar’ı anlattı bize. Yedi yüz küsur yıl önce yapılmış olan minarenin üstü, tıpkı cami bölümü gibi yıkılmış ama, 72,5 metre yükseklikteki Kutup Minar, hâlâ tepeden bakıyor kente. Kırmızı kum taşı ve ak mermerden yapılmış beş katlı bir minare bu. Yivli gövdedeki inanılmaz işçilik Hindu mimarların eseri. Minarenin yukarı doğru daralması ise Buhara ve Semerkand etkisi imiş. İki farklı kültürün nefis bir sentezi Kutup Minar... Birkaç yıl önce ışıklar sönünce, sıkışıklıktan çok sayıda insan ölmüş burada. Bu nedenle olsa gerek, biz gittiğimizde insanların, minarenin içine girmesine izin verilmiyordu.



Ardından, yine Kutbeddin Aybek tarafından yaptırılan, Hindistan’ın en eski camisi Kuvvet-ül İslâm Camii’ni görüntülüyoruz. Kimi kaynaklar, Aybek’in iki düzine mabedi yıktırıp bunların taşlarıyla bu camiyi yaptığını söylüyor. Caminin avlusunda V.yüzyıldan kalma demir sütunun, aradan asırlar geçmiş olmasına karşın hâlâ paslanmamış olmasının sırrı da bilim adamlarını ve tarihçileri epeyce uğraştırmış. İnanışa göre, bu sütuna arkadan sarılmak insana şans getirirmiş!



“Sulu müzik” ve gamalı haç!
Akşam, bir Hint düğünü çekimine gidiyoruz. Düğünde bir çalgıcı, çeşitli boylarda, içi su dolu kâselere vurarak inanılmayacak hoş sesler çıkarıyor. Uzunca bir süre, bu “sulu müzik”le hoşça vakit geçirdik. Bu arada, Hint müziğinin, eski Yunan, Arap ve Türk müzikleriyle akraba olduğunu öğreniyoruz.

Az sonra, büyük bir ihtişamla, gelin arabası yaklaştı . O da nesi! Arabanın önünde, çiçeklerden yapılmış dev bir gamalı haç duruyor! Gamalı haçın ortasında da dört nokta... Hindistan gezimiz boyunca duvarlardan müzelere dek her yerde karşımıza çıktı bu gamalı haç. Sonra öğrendik ki eski Hint yıldız biliminde “Svastika” denilen ortası noktalı bu gamalı haç işaretinin, kolları sağa dönük olduğu zaman erkek sayılır ve güneşin Oğlak Dönencesi’nden geçişini temsil edermiş, kolları sola dönük olduğu zaman da dişi sayılır, bu kez de sonbahar ve kış güneşinin sembolü olurmuş. Svastika’nın Sanskritçe’deki anlamı da “mutlu hayat” anlamına geliyormuş. Gamalı haçın bundan altı bin yıl kadar önce Batı Asya’da ortaya çıktığı rivayet ediliyor.

“Nerden nereye!” diyoruz. Sen kalk, Alman Nazilerinin, ırkçı düşüncelerine sembol haline getirip 3.Reich’ın bayrağı yaptıkları gamalı haçla Hindistan’da bir zengin düğününde karşılaş! Hiç olacak iş mi!..

“Altının var mı, derdin var kardeş!”
Gelinle damat adayının, ağır ağır arabadan çıkışını görüntülüyoruz. Boynu, altınlarla öylesine yüklü ki, kızcağız yürümekte güçlük çekiyor! Kim bilir, belki de, “Altının var mı, derdin var kardeş!” diye yakınıyordur kızcağız diye düşünüyorum.

Gelin yanı sıra davetli hanımlar da ellerine kına yakmışlar. O denli ince ince çiçek desenleriyle doldurmuşlar ki ellerini, bunların kaç saatte yapıldığını sormadan edemiyorum. “Saat mi?” diyerek gözlerini aça aça bakıyor bir Hintli kız. “Beş dakika bile sürmez ki bu!” diyor gülümseyerek. Sonra da, bu denli ince işin, beş dakikada nasıl yapıldığının sırrını açıklayıveriyor. Meğer Hintliler, krema sıkacağı gibi bir alet kullanırlarmış kına yaparken!..

Terk edilen çocuklar, genellikle kız!
Şaşaalı zengin düğününden sonra, bir de, yoksul düğünü gördük. Düğün alayı kâh dans ederek kâh yürüyerek ilerliyordu sokakta. En arkada da birileri, florsan lambalarından yapılmış basit bir süs taşıyordu. Bu arada, Hindistan’da kimi düğünlerde, cazbantların hâlâ, sömürgecilik döneminden kalma alışkanlıkla “Çok yaşa Kraliçem”i çaldıklarını öğreniyoruz.

Hindistan’da dokuz, on yaşta evlilikler ve drahoma da hayli yaygınmış. Erkek tarafına, kız ailesinin verdiği bu “başlık parası”nın getireceği maddi sıkıntı yüzünden, aileler, çocuklarının oğlan olması için dua ederlermiş. Bu nedenle olsa gerek, terk edilen çocuklar, genellikle kız olurmuş! Ve bu drahoma öyle bir dertmiş ki, kız ailesi, bir kere vermekle de kurtulamayabilirmiş bundan; çünkü kimi “nâhoş” durumlarda erkek ailesi bir de “evlilik sonrası drahoması” talebinde bulunabilirmiş!

Göbeği açık hanımlar
Delhi’de, sokakta taş kıran ya da yolları süpüren kadınlara sıkça rastlıyoruz. Kadınlar gündelik hayatın içinde. Kaç-göç ise pek yok gibi sanki. Ancak kadın-erkek ilişkileri evlilik olmaksızın hayli durgun. Öte yandan, Hintlilerin “namahremlik” kıstasları bizimkinden hayli değişik doğrusu! Hintli hanımlar, göbeği açık dolaşıyorlar sokaklarda. Bu, son derece de normal, çünkü, “sari” denilen geleneksel Hint giysisi, göbeği açık bırakacak bir dizayna sahip. Bölgelere, haftanın günlerine ve koşullara göre bin bir çeşit renge bürünen sariler, gerçekten son derece hoş!

ODTÜ’de öğrenciyken, Pakistanlı bir arkadaşım, sarinin kızlara ne kadar yakıştığını anlatmıştı da hafif bir gülümsemeyle dinlemiştim. Nedense onu hatırladım birdenbire. “Kocaman kocaman lafları, görmeden yargılamayı ne çok seviyoruz!” diye düşündüm kendi kendime.

Hintli bayanların, sarileri kadar ilgi çeken bir diğer özelliği de iki kaşlarının arasına koydukları, “bindi” denilen renkli yuvarlaklar. Eskiden sadece evli bayanlar sürerlermiş bu boyayı, şimdiyse güzelleşmek isteyen herkes!..

Kentlerde, gazete ilanlarıyla evlenenlerin sayısının hayli kabarık olduğunu öğreniyoruz. İstatistiklere bakılırsa, insanlar on sekizine geldi mi “zamanıdır gayrı!” deyip evleniyormuş Hindistan’da. Hintli kadının, evleninceye kadar çeyiz için, evlendikten sonra da çocukları için çalıştığı kanısı hakim. Kendini ailesine adayan Hintli kadın, ne yaparsa yapsın, kimi kocalara yaranamıyor anlaşılan! Çünkü Hint gazeteleri, “karısını yakan koca” haberleriyle doluymuş. Başka ülkelerde erkekler, vururlar, bıçaklarlar ya, onlar da yakıyorlarmış demek ki bir zamanlar çok sevdikleri karılarını!..

Karısını çıra gibi yakan kocalar yanı sıra, bir de gözü çıkasıca “sati” geleneği var Hindistan’da. Gerçi bu gelenek 1829’da İngilizler tarafından yasaklanmış ama sadece Delhi’de, töre gereği, ölen eşleriyle birlikte, diri diri yakılan kadınların sayısının bir zamanlar yılda yaklaşık dört yüze ulaştığından söz ediliyor! Bu tür ölümlere de, o dönemin resmi kayıtlarında, ya kaza deniyormuş ya da intihar!..



Dul kalan kadın, sadakatini göstermek üzere, ölen kocasının yakıldığı odun yığını üzerinde, kendini yaktırarak onu ölümde de izlemiş oluyor imiş!.. Canım, şu yanan odunların üzerine, bir kere de dul erkek çıkıverse de ölen karısına sadakatini gösteriverse ya! Yasaları, töreleri yapanların hep erkekler olduğu nasıl da belli değil mi? MÖ IV. yüzyıldan beri “sati” geleneğinden söz edildiğine göre, hani neredeyse bu korkunç geleneğin en azından iki bin dört yüz yıllık bir geçmişi var! Vay gelen kadınların başına!

Hindistan’da, nüfus artışı o boyutlara ulaşmış ki, bu ülkenin, bağımsızlık sırasında 300 milyon olan nüfusu bugün 800 milyonu aşmış. Hintliler, bakmışlar ki bu nüfus artışının önüne geçemiyorlar, düşünmüşler, taşınmışlar, çareyi, 70’li yılların başlarında duvarları doğum kontrolüyle ilgili veciz slogan ve resimlerle doldurmakta bulmuşlar. “Kısırlaşın, transistorlu radyoyu kazanın!” biçiminde ifadesini bulan bu kampanyanın dozu, zaman zaman daha da artarak sürmüş. Öyle ki, bir dönem, “kısırlaştırma taburları” ortalığı sarmış ve insanlar, “Aman, yakalar götürürler, bir de zürriyetimizden oluruz!” korkusuyla gece sokağa çıkamamaya başlamışlar. Bu kampanya, doğal olarak ters tepmiş ve doğumlar azalacağına artmış!..





 Yazılan Yorumlar...
Uzak
(12 Mart 2011)
Çok keyifli ve bilgilendirici bir yazı olmuş.
Okurların, dul bir kadının Hint toplumu içerisindeki durumunu daha iyi anlayabilmesi için 2005 yapımı Water isimli filmi izlemelerini öneririm. Bu filmde, kutsal kent Varanaside bir tapınakta yoksulluk içinde zorla tutulan bir grup dul kadının durumu ele alınıyor.
Yenal YILDIZ
(22 Şubat 2011)
Hocam gene bizleri çok aydınlattın kalemine sağlık sağol varol
Ahmet Semih Deniz
(14 Şubat 2011)
Abi burada yazdıklarını inşallah bizde gözlerimizle teyit etme fırsatını yakalarız.
Dr. Sare Mıhçıokur
(10 Şubat 2011)
Murat Bey,

Ellerinize zihninize sağlık. Çok güzel olmuş, merakla ve heyecanla okudum.
nevin ozkan
(10 Şubat 2011)
Her acidan cok aydinlatici bir yazi, resimler de anlamli ve guzel....kutlarim!
emel yalın
(08 Şubat 2011)
Bilgileriniziçin çok teşekkürler inşallah biz de görürüz.
Belkıs Ceyla Çetinsoy
(07 Şubat 2011)
Hindistana gittim geldim gene sayenizde. Çok etkileyici bir ülke çooook. Teşekkürler.
Hülya Kurt
(07 Şubat 2011)
Murat Bey yine sayenizde bir ülkeyi daha masrafsız, korkmadan, yorulmadan eğlenerek gezdim. Bu güzel notları bizimle paylaştığınız için teşekkürler.
Güzel gezilerinizin devamını bekliyorum.
Sevgi ve saygılarımla
hüseyin
(07 Şubat 2011)
Çok güzel hazırlanmış bir yazı, ellerinize sağlık. Ben de Hindistanı gezmek istiyorum, yazınızı okuduktan sonra bu ülkeyi görme merakım daha da arttı.Teşekkürler...
Hayrünnisa Erdem
(07 Şubat 2011)
Murat Hocam; Ellerinize sağlık. Sayenizde Hindistana gitmiş gibi oldum.

Sevgiler
NEŞE
(06 Şubat 2011)
Hem bilgilendik,hem keyiflendik...Zerdüştlerin Hindistanda da var olduklarını bilmiyordum...Hindistandaki fakirlik beraberinde isyanları getirmiyorsa bunda kast sisteminin payı çok büyük diye düşünüyorum,çünkü ne yaparsanız yapın bir üst kasta geçemediğinize göre bulunduğunuz kastta mutluluğu arayacaksınız herhalde...Çok teşekkürler bu muhteşem gezi için...
canan namal
(06 Şubat 2011)

defalarca giden serhat beye sormak isterim.?
maymunlardan ve yilanlardan korkmadiniz mi.?

ben sirf bu yuzden gidemiyorum.
allahtan , murat hocam anlatiyor da,
gozumuz-gonlumuz-ufkumuz aciliyor..
tesekkurler murat bey.....

canan namal-izmir

Nihani Bayındır
(06 Şubat 2011)
Murat, tatlı ve akıcı uslubunla gidip yerinde öğrenemeden döndüğüm bir çok şeyi bu yazından öğrendim. Teşekkür ederim.
Serhat Azgur
(06 Şubat 2011)
Murat hocam, eline saglik pek guzel olmus :)
Defalarca Hindistana gittim, bu kadar bilgiye ulasamamistim. Bidaha gittigim de daha farkli olacak.
Agra ve Jaipur yazilarini da merakla bekliyorum.
Sibel Sönmez
(05 Şubat 2011)
Hocam, ellerinize sağlık...Bir solukta okudum. "Namehremlik" kavramına da ayrıca şapka çıkarıyorum :)
Bu arada siteyi de sayenizde tanıdım...Hayırlı olsun diyorum.