Görev gereği Sinop’a giderken bu şehirle ilgili bir fikrim vardı elbette. Sakin bir kent olduğu, insanlarının mutlu yaşadığı gibi genellikle olumlu düşüncelerdi bunlar. O nedenle gelirken güzel şeyler yaşamaya, görmeye hazırlıklıydım.
Ha bir de Nazlı Eray’ın Sis Kelebekleri romanına mekân olan sisler içindeki Sinop vardı aklımda.
Hani Türkiye için söylenir ya; “üç tarafı denizlerle çevrili ülkedir” diye. İşte Sinop da “üç tarafı Karadeniz’le çevrili bir şehir” durumunda sanki. Bu yüzden giriş yolundan başka bir çıkışı olmayan bir yer. Yarımadanın daralan kısmının yarattığı fiyonk etkisiyle bir kelebek formunda Karadeniz’e uzanıyor. Bunun doğal sonucu olarak 50 km’si kumsal olan 150 km sahil şeridine sahip. Bunun anlamı şu: Sağınıza baksanız deniz, solunuza baksanız deniz, arkanızı dönseniz yine deniz.
Sinop’a adını; Yunan tanrısı Zeus’un âşık olduğu tanrıça Sinope’yi kaçırarak buraya getirmesinden dolayı bölgeyi yurt edinen Miletliler tarafından verildiği kabul edilir. Bölgeye ilk yerleşimin erken tunç çağı ile başladığını ve tüm Anadolu gibi Sinop’un da tarih boyunca sayısız uygarlığa ev sahipliği yaptığını biliyoruz. Nispeten yakın tarihe gelindiğinde sırasıyla Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar hüküm sürmüş ama en çok Selçuklular döneminde gelişme gösterdiğini, mimari olarak Onlardan kalan eserlerden anlaşılıyor. Ünlü Diyojen Heykeli…
Ama şimdi nereden başlasam günümüz Sinop’unu anlatmaya?
En iyisi şehir merkezine giden yolun başında bulunan Diyojen heykelinden başlamak. Nasılsa tanıdığımız en eski Sinop’lu, bu antik çağ filozofu değil mi? Yarımadanın en dar yerinin ortasında ve cezaevi kapısının hemen çaprazında, elinde feneri, yanında köpeği ile fıçısının üzerinde dikilmiş halde, hayli etkileyici bir heykeli yapılmış ve şehre gelen konukları karşılaması sağlanmış. Bence de çok isabetli olmuş. Diyojen M.Ö. 412 yılında burada doğmuş ancak babasıyla birlikte işlediği suç nedeniyle Yunanistan’a sürgüne gönderilmiştir. Atina’da Kinik felsefenin kurucusu Antisthenes tanışır ve tüm yaşamını bu felsefeyle uyumlu, olabilecek en sade, en yalın şekilde sürdürür. Zaten adının günümüze kadar gelmesini, felsefi anlayışı ile kendi yaşamı arasındaki bu tutarlılığa borçludur. Tüm hayatı köpeği ile birlikte bir fıçının içinde geçmiştir. Bu tavrından etkilenen ve ziyaretine giderek kendisinden ne istediğini soran Makedon Kralı Büyük İskender’e verdiği cevap, benzer durumlar için bu gün bile dillere pelesenktir: “Gölge etme başka ihsan istemem” Ama benim favorim döneminin bir zenginiyle aralarında geçen konuşmadır: Kibirli zengin ile Diyojen dar bir yolda karşılaşır. Yola devam edebilmek için birinin kenara çekilmesi gerekmektedir. Adam Diyojen’in yoksul haline bakarak tüm azametiyle gürler: “ben bir sefile yol vermem.” Diyojen’in yanıtı ise “ben veririm” diyerek sakince kenara çekilmek olur. İşte budur! Sinop’ta tarihi binalara sıkça rastlıyorsunuz…
Diyojen Heykelinden şehre doğru devam edildiğinde sağ tarafta bu sefer Sinop’un diğer ünlülerinden Sinop Cezaevi karşılıyor gelenleri. Bir cezaevi ile anılmak objektif olarak iyi bir şey değil kuşkusuz. Ama Sinop Cezaevinin ünlenmesinin biraz sonra bahsedeceğim kendine özgü nedenleri var. Cezaevi yaklaşık 4000 yıl öncesinde Gaskalılar tarafından yapılan Kalenin içinde yer alıyor. Kalenin Bizans, Pontus Selçuklu ve Osmanlılar döneminden güçlendirilerek kullanıldığı biliniyor. Kale surlarına ait bazı bölümler şehirde dolaşırken karşımıza çıkacak tabi. 2.050 m uzunluğu, 25 m yüksekliği ve 3 m genişliği ile şehri çevrelediğini okudum çünkü. Kalenin bu bölümünün cezaevi olarak kullanılmasının tarihi ise 1568 yılına kadar uzanıyor. Kale burçları zindan olarak kullanılmış ve koşullarının dehşet verici olmasıyla korku salmış. Evliya Çelebi’nin de yolu buraya düşmüş, anlattıklarını okudum ama buraya yazmaya elim varmıyor hakikaten. Cezaevinin duvarları denize sıfırmış, tabi deniz duvarın arkasında kalıyor, sesi duyuluyor, nemi hissediliyor, hatta zaman zaman kanalizasyonla karışık deniz suyunun içinde kalınıyor, ama kendisi görünmüyormuş. Neminden kibritin bile çakmadığı bir yermiş, daha ne diyeyim. Ahhh insanlık….
Kitabesi ile Sinop Adliye Sarayı’da tarihi binalardan birisi…
Ama aynı insanlığın bir dut ağacının yaşama azminde teselli bulan, teselli dağıtan başka bir yüzü de var. Cezaevi avlularının birinde bulunan dut ağacından sözediyorum. Önce idama, sonra müebbede mahkum, oradan özgürlüğe uzanan yaşam öyküsüyle; Hüseyin Pehlivan’ın hem kendi umudunu temsil etmesi, hem de kendisinden sonra gelen mahkumların, dut ağacına bakarak, bu hikayeden teselli bulması için diktiği “teselli ağacı”ndan. Hala orada, mutlaka görün. Hala görevinin başında. Neyse ki artık mahkumlar yok. Yenilenmiş haliyle Sakarya Caddesi…
Sinop Cezaevi artık müze, 1999’dan beri. Son yıllarda yükselen bir trend olan “dark turizm” kapsamında tanınırlığı artmış. Gezilmesi hüzün verici şüphesiz, daha kapıdan girer girmez kirli toprak rengi duvarlar, küçük pencereler karşısında, başka bir boyuta geçiyor insan. Hele sevdiğin bazı şiirlerin, şarkıların, romanların şairinin/yazarının burada ömür törpülediğini bilince. Sabahattin Ali, Kerim Korcan Zekeriya Sertel, Burhan Felek ve başkaları… Sabahattin Ali’nin çoğu bestelenmiş şiirleri afişler halinde kendi koğuşunda ve diğer yerlerde sergileniyor. Yeri gelmişken; artık, Sabahattin Ali’nin “Aldırma Gönül” şiirinde dediği gibi dışarıdaki deli dalgalar, gelip duvarları yalamıyor. Daha doğrusu “yalayamıyor.” Çünkü cezaevi duvarı ile denizin arası doldurulmuş ve yol yapılmış. Olsun zaten burası da artık cezaevi değil. Bazı filmlere, dizilere set bile olmuş. O setlerin bazıları korunarak cezaevi turizminin emrine sunulmuş. 1224 yılına tarihlenen Alaaddin Camii…
Cezaevinden çıktıktan sonra yine şehir merkezi yönüne, yani doğuya, devam ettiğinizde karşınıza gelen yol “Sakarya Caddesi.” Yüksek apartmanlarla çevrili bu dar caddenin tek şeriti araçlara ayrılmış, diğer kısımlar yayaların yürüme ve dinlenme ihtiyaçları için düzenlenmiş, apartmanların dış cephesi tamamen beyaza boyanmış, dükkan tabelaları kırmızı yarım şemsiye şeklinde tek tip hale getirilmiş ve güzel bir alışveriş caddesi olmuş. Aslında bu düzenlemeye apartmanların pencere ve balkonlarından sarkan renkli çiçekler eşlik etseydi caddenin güzelliği daha da artardı, eminim, ama yok işte. Artık daha az rastladığımız yerlerden birisi: Şehir Kulübü…
Sakarya Caddesi sizi Hükümet Konağı, Adalet Sarayı, Defterdarlık gibi kamu binaları ile çevrili şehir meydanına ulaştıracaktır. Gerçi ortada bir meydan yok ama adı öyle. Bunlardan Adalet Sarayı, alnında bulunan kitabesi ile ilgiyi hakediyor. Ama ondan önce, daha meydana gelmeden, caddenin solunda bulunan Alaaddin Camii ne bakılmadan geçilmez. Dikdörtgen planlı ve iki sahanlı cami Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat zamanında 1224 yılında yapılmış. Geniş, bakımlı ve huzurlu avlusuna üç kapıdan, camiye ise beş kapıdan giriliyor. Tavanın ortasında biri geniş ve yüksek, diğerleri küçük olan üç, yanlarda ise ikişer küçük kubbe yer alıyor. Mermer mihrabını Selçuklu desenleri süslüyor. Minber ahşaptan ama orijinali, cami kubbesi 1853 yılında çöktüğünde parçalanmış, parçaları İstanbul’da bulunan Çinili Köşke götürülmüş. Esasen cami, etrafında yer alan medrese, han, hamam ve türbesiyle külliye tarzında tasarlanmış. Tabelalarda sadece sokak ya da caddenin ismi değil orada bulunan dükkanları da görebiliyorsunuz…
Bunlardan Pervane Medresesi; Alaaddin Camisinin kuzey kapısından çıkıldığında tam karşıda yer alıyor. Aynı adı taşıyan Selçuklu veziri tarafından yaptırılmış. Yine dikdörtgen planlı yapıya süslü, devasa, mermerden bir kapıdan giriliyor. Ortasında şadırvan, yanlarda Sinop’a özgü el işlerinin, yani; Boyabat çemberi, Ayancık keteni ve işlemeleri ile yiyeceklerin satıldığı dükkânlar var. Yani Medresenin bu günkü işlevi çarşı. Ben seviyorum böyle yerleri. Surlar oldukça haşmetli görünüyor…
Yukarıda sözünü ettiğim şehir meydanından sağa dönüp ilerlerseniz, liman bölgesine, Sinopluların denizi gündelik hayatının bir parçası haline getirdiği kıyıya ulaşırsınız. Ama öyle, böyle değil. Her yer denize karşı konuşlanmış restoran, çay bahçesi, kafe, kahvehane; salaşından, daha steril olanına kadar. Sinoplular yılın önemli bir kısmında evinde durmuyor anladığım kadarıyla. Kahvaltılık malzemelerini alan, dizüstü bilgisayarını kapan, ailesini, arkadaşlarını toparlayan ve tabi cep telefonlarıyla aşk yaşayan hemen herkes burada. Ha bir de çekirdek çitleyenleri, haşlanmış, közlenmiş mısır kemirenleri unutmamam lazım. Kıyının deniz tarafında ise balık ekmek satan veya daha lüks tekne restoranlar manzarayı tamamlıyor. Akşamüstleri amatör balıkçılar kıyıda ve iskelede oltasını denize salıp, güneşin denizde batışının keyfini çıkarıyor. Ben kendi adıma ülkede, denizin, seyrederek te olsa, halkın gündelik yaşamına bu kadar dahil olduğu başka bir yer bilmiyorum. Burcun alt tarafı oldukça popüler kafelerle bezenmiş…
Bu bölge vakit geçirmek için çok uygun bir yer. Eski yerleşim yeri olduğundan hamam kalıntıları, dar sokaklar, mimari değeri yüksek binalar, şehir kulübü, deniz şehitleri anıtı gibi artık nostalji hissi veren yapılar bir arada gezintiyi keyifli hale getiriyor. Kalenin bir burcu da burada. Kafe-restoran haline getirildiğinden, yüksekte, burcun üstünde bir şeyler yiyip, içerken güneşi batırmak, dinlenmek için ideal. Bir de kıyıdaki “Yalı Kahvesi.” Unutmamam lazım. Çok çayını içtim çünkü. Yine bu bölgede görece yeni yapılan ve kıyıya paralel uzanan “Aşıklar Parkı” güzel düşünülüp düzenlenen bir yer olmuş. Yalı Kahvesi misafirlerini bekliyor…
Sinop Arkeoloji Müzesi kuzeyde, şehir meydanının üst kısmında, yakın yani. Zaten şehir içinde her yer yürüme mesafesinde. Müze çok büyük olmamakla beraber zengin bir içeriğe sahip. Yazının başında saydığım uygarlıklara ait buluntular sergileniyor. Aynı şekilde Sinop Etnoğrafya Müzesi de bu bölgede, üç katlı bir konağın düzenlenmesi ile oluşturulmuş. Alt kat moloz taş, diğer iki katı ahşap-tuğla karışımı yapılan konağın tipik bir 18. yüzyıl sonu yapısı olduğu söyleniyor. Güzel düzenlenmiş bir bahçeden geçilerek girilen Müzenin giriş katında ambar, mutfak, çeşme gibi alanlara ait eşyalar bulunurken üst katlar, o dönemin gündelik yaşamını temsil edecek şekilde döşenmiş. Tümüyle şehrin eski yaşantısının, geleneksel kültürünün özelliklerini yansıtması öngörülmüş doğal olarak. Etnografya Müzesi… Etnografya Müzesinden…
Balatlar Kilisesi, müzeden batıya doğru gidildiğinde yürüme mesafesinde karşımıza çıktı. M.S. 660 yılında Bizanslılar tarafından yapıldığı biliniyor. Kilisenin apsisi iyi korunmakla birlikte sadece kuzey-güney duvarları zamana direnebilmiş. 2010 yılında Avrupa Birliği destekli olarak başlatılan kazı çalışmaları nedeniyle çoğu yeri kapalı olduğundan içerideki freskleri görme imkanını bulamadık. Çalışmalar tamamlandığında turizm açısından önemli bir çekim noktası olacağı kuşku götürmez. Sinop’ta deniz demek “herşey” demek…
Sinop Şehrinin turizm açısından somut güzellikleri bunlardan ibaret değil elbette. Ama ben bu kadarı ile yetinip biraz da Sinoplulardan, Sinop kültüründen söz etmek istiyorum. Bunu yapmalıyım çünkü; ülkemizde kendimi en rahat hissettiğim yerlerden biri oldu. İnsanlardaki sakinlik, yavaşlık, huzur ve dinginlik bir süre sonra size de geçiyor, rahatlıyorsunuz. Bunu abartmıyorum, kanıtım var; Türkiye’de trafik ışıklarına, trafik polislerine ihtiyaç duyulmayan tek şehir burası. Şehrin en başına, yeni açılan hastaneye girişi düzenlemek için konulan dışında başka ışık göremeyeceksiniz. Sakin, başkalarına saygılı insanlar olmadan bu trafik sisteminin yürümesi imkansız, siz de kabul edersiniz. Çay bahçesinde içtiğim çayın parasını ödemek için garson peşinde koştuğumu unutmuyorum. Sonra sokak köpekleri; kaldırımda, dükkan kapısında, sokak ortasında, her yerde sereserpe yaşıyorlar. Hiçbir şehirde görmedim ben bunu. Ne insanlar köpeklerden, ne köpekler insanlardan tedirgin. Birbirlerinin varlığını doğallıkla kabullenmişler. Anlattığımda şaşırdılar; ne var ki bunda, başka türlüsü nasıl olur ki? gibisinden. Hayata böyle bakarsan; aşağıdaki gibi, denizde huzurla süzülen martı, şehirde ankesörlü telefona model olur işte. Boşuna demiyorum “denizde huzurla süzülen martı, şehirde ankesörlü telefona model olur” diye …
Yukarıda söylediğim gibi Sinop’un üç tarafı deniz. Yani balık bol, kışın Karadenizin tüm balıkları bulunuyor ama yazın da tazesi bulunan, bölgede çarpan denilen iskorpit balığının bu kadar lezzetli olduğunu bilmiyordum. Gerçekte çok kılçıklı olan bu balık, kılçıklarından ayrılmış ve tek lokmalık parçalar halinde getiriliyor masaya. Her gelir düzeyine uygun balık lokantaları var, ekmek arası servis edenler dahil. Bir de mantıcılar var. Sinop mantısı Kayseri mantısının tersine iri parçalı, en önemli farkı; kıymalı mantı dolu tabağın yarısına sarmısaklı yoğurtla hazırlanmış sos dökülürken, diğer yarısının kırılmış cevizle süslenerek servis edilmesi. Ben iştahla yedim. Denemeden dönmeyin, başka yerde bulamazsınız çünkü. Ayrıca farklı iç malzemeler ile hazırlanan bir tür çörek olan çeşit çeşit nokulların tadına bakılması şart bence. Sadık dostlarımız şehrin her yerinde sereserpe yatıyor …
Cezaevinin turizm dışında, Sinop ekonomisine bir katkısı daha var: şehrin simgesi haline gelen el yapımı kotralar. 50’li yıllarda cezaevinde yatan mahkumlardan bazıları tahliyeden sonra şehirde kalmış. Cezaevinde yapımını öğrendikleri kotraları üretip satarak geçimlerini sağlamışlar. Zamanla talebi artan bu zarif kotraların üretimi yaygınlaşmış ve önemli bir ekonomi yaratmış. Hatıra veya hediye için satın almak bir yana, atölyeleri ve satış yapılan dükkanları gezmek bile bir sanat sergisini gezmek kadar keyif veriyor insana. Okyanus Balık Evi lezzetli deniz ürünleri bulabileceğiniz keyifli bir mekan …
Dikkat edildiyse hep Sinop merkezini anlattım. Oysa Cittaslow kriterlerini sağlayan Gerze, Tatlıca Şelaleleri ile Erfelek, Akgöl ve İnaltı Mağarası ile Ayancık, görkemli kalesi ve mimari dokusu ile Boyabat, Türkiye’nin tek fiyordu kabul edilen Hamsilos Koyu, Akliman…., hepsi görülmeye değer. Ama yazı zaten çok uzadı. Yine de İnceburun Fenerine değinmeden geçemeyeceğim. Akliman …
İnceburun Şehrin kuzeybatı ucunda 20 km uzaklıkta yer alıyor. Akliman yönüne giden yol, tabelalara dikkat etmek şartıyla İnceburun’a götürüyor. Yol dar ama eğlenceli, bitki örtüsü değişken. Böğürtlen çalılarına dalmışken “Aaa…kum zambakları, ne güzeller, ne zamandır görmemiştim”. Derken donmuş siyah lavların üzerine kurulmuş 12 metrelik bembeyaz kulesiyle İnceburun Feneri ve hırçın, kara Karadeniz. Ben coğrafyadan çok etkilenirim. Görkemli yapısıyla fenere, denize, etrafa bakıyorum, dolaşıyorum ama alttan alta “ben şu anda Türkiye’nin en kuzey ucundayım” düşüncesiyle dolu olmam, başka türlü nasıl açıklanır. Benim açımdan hoş bir deneyimdi. Fener 1863 yılında yapılmış, denizden 38 metre yüksekliği ile 150 yılı aşkın süredir, sisli havalarda gemi kaptanlarına, yanış süresi ve yanma şekline göre hangi limanda bulunduğunun bilgisini aktarmaya devam ediyor. İnceburun Feneri …
Şimdi düşünüyorum da Sinop, iddiasız, alçakgönüllü, huzurlu ve mutlu bir şehirdi. Ada kısmındaki aşırı yapılaşma olmasa, daha da güzel olacak bir şehir. Ben de mutluydum orada. Ne dersiniz sizce de denemeye değmez mi? Kara Karadeniz…
Son söz: bu yazıya başlarken, aslen Sinoplu olan ve İzmir’de yaşayan çook eski bir dostuma şehrini anlatan bir yazıya başladığımdan söz ettim. Sevindi, okumayı çok arzu ettiğini söyledi. Ama ne yazık ki; okumaya ömrü yetmedi, yukarıda sözünü ettiğim Sinop kültürünü özümsemiş; düşünceli, incelikli, dayanışmacı, mücadeleci ve güçlü sevgili dostumun. Seni çok özleyeceğim Çiğdem.
|