PEKİN - 4 Bin Yıllık Çin Tarihinin 6 Asırlık Başkenti | |
Pekin havaalanına doğru inişe geçiyoruz. Uçağın penceresinden görünen o ki, dümdüz bir kent Pekin. Havaalanından ayrılıp ağaçlıklı bir yolu izleyerek 26 km mesafedeki Pekin’e varıyoruz. 4 bin yıllık Çin tarihinin 6 asırlık başkentindeyiz. Ben “Pekin” diyorum ama siz bana bakmayın. Çinliler, Pekin’in adını değiştirmişler, “Beijing” yapmışlar. Çinli rehberimiz, bize bunu anlatıyor ama sonra Beijing’den söz ederken hâlâ “Pekin” diyor. Nedenini soruyoruz, ilginç bir açıklamayla karşılaşıyoruz: “Yabancılar bilmez diye, biz onlarla konuşurken Beijing’e eskisi gibi Pekin demeye devam ediyoruz.” Beijing “Kuzey Başkent” anlamına geliyor. Doğu Asya’da bir gelenek bu tarz kent isimlendirmeleri. Örneğin, Tokyo ve Hanoi’nin anlamı da “Doğu başkent”. Seul ise sadece “Başkent” demek. ALTIN SONBAHAR Devasa bir kent Pekin; 17 bin km2 neredeyse. Pekin içinde bir yere giderken, Belçika ya da Hollanda’da bir kentten diğerine seyahat eder gibi uzun mesafeler kat ediyorsunuz. Ucu bucağı gözükmeyen dev bulvarlar ve gökdelenlerle dolu modern bir kentteyiz. Dev şirketlere ev sahipliği yapmak açısından Tokyo ve Paris’in hemen ardından üçüncü geliyor Beijing. “Yasak Kent” dışında tarihi bina gözümüze çarpmıyor. Kent gün be gün büyüyor, kırsaldan göç alıyor, trafik artıyor, hava kirleniyor. Pekin hava kirliliğine önlem olarak dünyanın en büyük doğal gazlı otobüs filosunu kurmuş. Kaç otobüs mü varmış bu filoda? Neredeyse 4 bin… Beijing’de sonu “kapı” ya da “köy” ile biten pek çok semt ismi bulunuyor. Eskiden kentin çevresinde bulunan surun kapılarının açıldığı semtleri ya da surun dışındaki köyleri ifade ediyor bu “kapı”lı, “köy”lü isimler. Pekin’de hava son derece kuru. Bu nedenle de sinüziti olanların işi hayli zor bu kentte. Öyle kuru ki hava, mobilyaların kuruyup çatır çutur ses çıkarmasından şikâyet edenlere sıkça rastlanabiliyor. Eylül, Ekim ayları en hoş aylar. Altın Sonbahar deniyor bu mevsime. Baharda ise toz fırtınaları oluyor. 2002 Nisan’ında tek bir toz fırtınası kentin üzerine ne kadar toz boşaltmış olabilir acaba? İnanılacak gibi değil ama 50 bin ton! Her tarafın turist kaynadığı yaz aylarında sıcaktan bunalmak işten bile değil. Kışın ise hava soğuk ve kuru. Pekin’de kaydedilen en yüksek sıcaklık 42 dereceymiş. En düşüğü ise eksi 27. Aradaki fark da hiç az buz değil doğrusu; neredeyse 70 derece... BİSİKLET ORDUSU TARİH OLMUŞ Geçici oturanlar, kayıtsızlar da dâhil edildiğinde başkentin nüfusu neredeyse 20 milyona ulaşıyor. Şanghay’dan sonra ülkenin ikinci kalabalık kentindeyiz. İsveç, Finlandiya ve Norveç’in toplam nüfusu kadar insan yaşıyor Çin’in başkentinde. Pekin trafiğine her gün bin küsur yeni araç ekleniyor. Dolayısıyla bisikletliler gün be gün azalırken zenginleşmeye paralel olarak otomobiller ve korna sesleri kaplıyor yolları. Pekin’de yollar tıpkı Yasak Kent gibi iç içe geçmiş dikdörtgenler şeklinde planlanmış. Çince bilmeyince, otobüse binmek de pek anlamlı olmuyor, çünkü otobüs durak isimleri Çince; üstelik otobüsler de az buz kalabalık değil doğrusu. Kentte sahte taksilere dikkat etmekte yarar var. Çünkü onların taksimetreleri yasal olanlara kıyasla çok daha hızlı dönüyor. Bisikletle işe gidip gelme süresi, bir zamanlar kimileri için günde altı saati bile bulabiliyormuş. Uzun yol ve ucuz yemek nedeniyle, fabrika işçilerinin bir kısmı, akşam yemeğini de iş yerinde yemeyi tercih ediyormuş. Pekin’de, her yerde bisiklet parkları görüyoruz. İsveç’ten de anımsıyorum bu bisiklet parklarını. Tek fark, Çin bisikletleri kilitli değil. Kilitlemek yerine bisiklet parkındaki görevliye teslim ediyorsunuz bisikletinizi. UTANGAÇ ŞEKERCİ TEYZE Yollarda çöpçülük, badanacılık yapan bayanlara rast geliyoruz. Çoğunluğu kırsal kökenli kadınlardan oluşan çöpçüler ordusu son derece sevimli bir görünümdeler. Otobüs şoförlerinin de çoğu bayan. Çinliler incecik, zarif görünümlü insanlar. Şişman Çinli yok denecek kadar az. Bu insanların zariflikleri yanı sıra utangaçlıkları da dikkatimizi çekiyor hemen. Sokaktaki şekercileri çekmeye çalışıyoruz. Bize bir şeyler söyleyip, kameranın önünden kaçıveriyorlar hemencecik. Öğreniyoruz ki, “Şekerlerimizi çeksinler ama bizi çekmesinler!” diyormuş bu utangaç şekerciler. Devrim öncesinde, kitleler halinde insanlar ölürken, şimdi aç açık kimse olmaması ve Mao’yla birlikte merkezi otoritenin sağlanmış olması, Çin için önemli kazanımlar. Ancak 1966-76 dönemindeki Kültür Devrimi yıllarını hiç de hayırla anmıyor konuştuğumuz Çinliler. Kimisi, o dönemdeki ekonomik durgunluğu anlatıyor; kimisi, siyasi liderlerin çiftliklerde çalışmaya gönderilmiş olmasından söz ediyor; kimisi de çalışmadan maaş alanların o dönemde çokluğundan yakınıyor. ÇOK OKUYAN GENÇLER, KIRMIZI YANAKLI ÇOCUKLAR Çinli gençler çok okuyan, araştıran bir yapıda. Kitaplar son derece ucuz. Milyonlarca basılması, kitapların fiyatını düşüren unsurlardan belki de en önemlisi. Batı klasikleri de inanılmayacak derecede ucuz. Çince’ye çevrilmiş yazarlarımız arasında Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve Sabahattin Ali’nin eserleri dikkatimizi çekiyor. Bir zamanlar, üniversitede Rus dili bölümü en güçlü olanlardan biriymiş. Rusya’ya yakın bölgelerde Rusça eğitimi hâlâ kuvvetli. Ancak son yıllarda İngilizce, okullarda Çin edebiyatı, matematik ve fizik yanı sıra en önem verilen derslerden biri haline gelmiş. Pekin’in kalabalık sokaklarında dolaşıyoruz. Kırmızı yanaklı Çinli çocuklar dünya tatlısı. Kız çocuklar rengârenk kurdeleleriyle çiçek bahçesine dönüştürüyorlar sokakları. Önümüzde annesiyle yürüyen bir çocuk… Bir de ne görelim! Çocuğun pantolonunun altında kocaman bir delik! Sökülmüş diye düşünüyoruz ilkin. Sonra bir de bakıyoruz ki ufak çocukların hemen hepsinin pantolonu delik. Meğer bu yöntem sayesinde çocuklar fermuar çekme, pantolon indirme gibi dertler olmaksızın zahmetsizce ihtiyaç giderebilirlermiş. “Tek çocuk politikası” geçerli Çin’de. Birden fazla çocuk durumunda, ücret kesintisi, konut ve işyeri değişikliği gibi cezalar söz konusu olabiliyor. “Ailede tek çocuk olduğu için yeni nesil çocuklar hayli şımarık.” diyor kimi Çinliler. 6 ASIRLIK “YASAK KENT” YİRMİ FUTBOL SAHASINDAN DA BÜYÜK Çinlilerin Gu Gong olarak adlandırdığı Yasak Kent, Bertolucci’nin 1987’de çektiği “Son İmparator” adlı filmin mekânı. Bu filmin çekilebilmesi için Çinlilere büyük paralar ödenmiş. Sonra da film gişe rekorları kırmış. Biz Yasak Kent’i dıştan çekebiliyoruz, iç mekânların çekimine ise izin verilmiyor. İmparatorluk döneminde, hiçbir kimse imparatorun izni olmadan saraya giremez ve sarayı terk edemezmiş. Halktan birinin bu kente izinsiz girişinin cezası ölümmüş. “İmparatorluk döneminde yaşasaydık şimdi ölmüştük!” diyoruz Yasak Kent’e girerken. Yasak Kent Asya’nın en büyük müzelerinden biri; Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde. Dev bir dikdörtgenden oluşan Yasak Kent’te bir zamanlar 9.999 oda olduğu rivayet ediliyor. “Neden bu kadar çok 9?” sorusu geliveriyor hemen aklımıza. Meğer 9 şans getiren bir rakammış. Çin’de sadece 9 değil, örneğin 2 ve 6 da uğurlu sayılıyor. AW6666 numaralı motosiklet plakasına tam 34 bin dolar ödenmiş olduğu kayıtlara geçmiş. Hele hele 8 rakamının uğuru öyle böyle değilmiş. 8888-8888 numaralı telefon hattı 270 bin küsur dolara alıcı bulmuş. Pekin 2008 Yaz Olimpiyatlarının tarihi de çok ilginç doğrusu: 08.08.08. Yani 8 Ağustos 2008. Peki açılış seremonisi akşam saat kaçta başlamış dersiniz? Tamı tamına saat 8’i 8 dakika 8 saniye geçe. Çin’de uğursuz sayılan rakam var mı? Evet, 4. Sadece Çin’de de değil. Kore, Vietnam ve Japonya’da da uzak durulurmuş ölümü çağrıştıran 4’ten. Batı ülkelerinde kimi gökdelenlerde 13. kat bulunmaması gibi Çin’de de 4. kat olmayabilirmiş. Çin tarihinin günümüze dek gelen en görkemli yapıtı olan Yasak Kent, devasa bir alana yayılmış durumda. Dile kolay 720 bin metrekare. Yirmi futbol sahasından daha büyük. Yasak Kent 10 metre yüksekliğinde surlarla çevrili. Top atışlarına dayansın diye surlar tabanda geniş, yükseldikçe daralıyor. Etrafındaki hendek ise neredeyse bir nehir kadar geniş, 52 metre. Suyun derinliği de 6 metre. Anlaşılan o ki, güvenlik hiç bir şekilde şansa bırakılmamış. Ancak, tüm güvenlik önlemlerine karşın, 1860’da İkinci Afyon Savaşı sırasında İngiliz-Fransız birlikleri Yasak Kent’e girmiş ve savaşın sonuna dek kenti ellerinde tutmuşlar. 14’ü Ming, 10’u Sing sülalesinden toplam 24 imparatora ev sahipliği yapmış binlerce odalı Yasak Kent. Yılda kapılarını açtığı ziyaretçi sayısı ise 10 milyonun üzerinde. 200 bin işçi 14 yıl boyunca çalışmış çabalamış ve saray 1420'de tamamlanmış. Altı asırlık sarayın içinde dolaşıyoruz. Her yer rengârenk. Çatılara imparatorluk rengi sarı hâkim. Mutluluk ve uğurun sembolü kırmızı renk duvarlarda. Kütüphanenin çatısı ise siyaha boyanmış. Nedeni var tabi ki. Yangın çıkarsa, söndürsün diye suyun sembolü olan siyaha boyamışlar çatıyı. Renklerden bile medet umulduğuna göre, yangın karşısında hayli çaresizmiş o zamanların dünyası. DÜNYANIN EN BÜYÜK MEYDANI TİANANMEN Pekin’in yüreğinde, Tiananmen Meydanı’ndayız. 1976’da Mao öldüğünde, liderlerine son görevlerini yerine getirmek için bir milyon insanın toplandığı bu meydan, her zaman tıklım tıklım dolu. 440 bin metrekarelik müthiş bir alan burası; dünyanın en büyük meydanındayız. 1651’de inşa edilmiş, üç asır sonra da genişletilmiş. Mao’nun mozolesi başında ya da Yasak Kent’in giriş kapısı önünde fotoğraf çektirmeye bayılıyor Çinliler. “Cennet Barışı Kapısı” anlamına gelen Tiananmen Kapısı da en popüler noktalardan biri. Meydanın çevresinde Yasak Kent, Çin Tarih Müzesi, Çin Devrim Müzesi, Halk Şehitleri Anıtı yer alıyor. Mao’nun resimlerini, Pekin’in pek az yerinde görüyoruz. Tiananmen Kapısı bunlardan biri. 1 Ekim 1949’da Mao, Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu buradan ilan etmiş. Bir kaldırım kenarına oturuyorum. Akın akın insanlar geçiyor önümden. Sabah saat on ve kaldırımlardaki insan seli hiç bitmemecesine devam ediyor. Kolay değil, bir buçuk milyara yaklaşmakta olan bir nüfus bu. Hani neredeyse, dünyada yaşayan her beş kişiden biri Çinli. “Tüm Çinliler aynı anda zıplasa deprem olur!” sözü hiç de boşuna söylenmemiş doğrusu. Şöyle, birkaç milyon nüfuslu ülkeler için, Çinlilerin, “Siz hangi otelde kalıyorsunuz?” diye sorması esprisini normal karşılamak gerektiğine inandım Pekin’deki insan selini gördükten sonra. Nedense, Tiananmen Meydanı’nda bir şeyler eksikmiş gibi geliyor sanki bana. “Oturmak için sıralar koysalar, şu fotoğrafçı tezgâhlarının yanına birkaç tane de dondurmacı kulübesi yerleştirseler, hattâ bir de o güzelim Çin çaylarından içilebilse şu meydanda, ne hoş olurdu!” diyorum kendi kendime. Sonra bir an, o insan selini düşünüyorum. “Şu akın akın geçen binlerce insanın her biri, bir bardak çay içse ne olur bu meydanın hali acaba?” diyorum kendi kendime. AKUPUNKTUR, ŞİFALI OTLAR VE MASAJ Akupunktur tedavisi yapılan bir hastanedeyiz. Batılı hekimlerin eğitim görmeye geldiği bir yer burası. İğneler yardımıyla vücudun çeşitli noktalarını uyaran akupunktur yanı sıra, şifalı otlardan yapılan ilaçlar ve masaj da geleneksel Çin tıbbının temelini oluşturuyor. Daha pek çok ilginç tedavi yöntemi var Çinlilerin. Örneğin, kulağın belli noktalarına, bazı bitki tohumları koyarak ağır işitenleri tedavi ettiklerini, hem de bir haftada olumlu sonuç aldıklarını ifade ediyor Çinli hekimler. Aynı yöntemle, kalp çarpıntısından boyun ağrısına dek bin bir çeşit hastalığın çaresi bulunuyormuş Çin’de. Kimi hastalıklar da, hastanın kendi kulağına masaj yapmasıyla tedavi edilebiliyormuş. Hastaneyi gezerken bir odaya giriyoruz ki tozdan dumandan ferman okunmuyor! İnsanlar, yataklara uzanmış baca gibi tütüyorlar. Daha yakından bakınca, dumanın hokka gibi bir kabın içine yerleştirilmiş purolardan geldiğini fark ediyoruz. Ancak, bu puroların içine tütün yerine kurutulmuş yosun konulmuş. Hastalar da bu yosun hokkalarını alıp sırtlarına, midelerine, bacaklarına koyuyorlar ve tütüyorlar da tütüyorlar. Böyle tüte tüte, hazımsızlıktan ishale, karın ağrısından astıma dek bilcümle hastalıklar tedavi ediliyormuş. Isıtma yoluyla yapılan bu tedaviye maksabaşi ya da kısaca maksa diyor Çinliler. En az on kez, bazen kırk, elli kez bu tütme vaziyeti tekrarlandıktan sonra hasta tamamen iyileşebiliyormuş. GELENEKSEL TEDAVİ YÖNTEMLERİNİN SIRRI Çin’in ilginç tedavi yöntemlerinin, ne görmekle ne de yazmakla biteceği yok gibi sanki! Ama bunlardan bir tanesi var ki, insana eskilerin tabiriyle “cin işi, şeytan işi” dedirtecek nitelikte. Hekim, elini hastanın vücuduna on santim mesafede, hiç dokunmaksızın gezdiriyor, sonra da hastalığı şıp diye tespit ediyor. Hastalığın tedavisi de yine aynı şekilde, dokunmadan gerçekleştiriliyor. Çinli hekim, bir arkadaşımızı son derece rahat biçimde bir sandalyeye oturtuyor. Stresten uzak, gözlerin kapatılıp gerginliğin atılmasını istiyor. Hekim elini ağır ağır, ama kesinlikle dokunmaksızın arkadaşımızın başının üzerinde, sırtının çeşitli yerlerinde, omurunda gezdiriyor. Sanki ipnotizma gibi bir şey bu. Anlatılanlara bakılırsa, dokunmaksızın parmaklarıyla enerji veriyormuş. Sonunda, arkadaşımızın boyun kemiği ile omzunda ağırlık olduğunu ve mide rahatsızlığı geçirdiği teşhisini koyuyor Çinli hekim. Arkadaşımıza bakıyoruz merakla. “Tamamen doğru.” demez mi? Şaşırıp kalıyoruz. Hekimin parmakları kesinlikle derisine temas etmemesine karşın, arkadaşımız yüzündeki adalelerin titrediğini ve hattâ yüzünün geriye gittiğini hissetmiş. Her şey iyi güzel de, madem geleneksel tedavi yöntemleri bu derece etkili, neden birçok Batı ülkesinde bunların şüpheyle karşılandığını ve uygulanmadığını da sormadan edemiyoruz doğrusu. Bunu, Batılı hekimlerin bu yöntemleri tanımamasına bağlıyor Çinliler. “Biz iki bin yıldır bu yöntemlerle hasta tedavi ediyoruz, hastalar da iyileşiyor. Sizce bu, sonuç alıyoruz demek değil midir?” diye soruyorlar. Çinli hekimler, sadece kulaktaki renk değişimine bakarak bile, hastanın örneğin boynundaki ağrıyı keşfediveriyorlar. Hani neredeyse “idrardan karakter tahlili” gibi bir durum, ancak bu yöntemlerle, hastaları tedavi ettiklerini ısrarla ifade ediyor Çinliler. Sonuç olarak, Çin’de hastalar iki bin yıldır sırt, mide, kol ve bacaklarını kurutulmuş yosunlarla ısıtarak, bedenlerinin belli noktalarına iğneler batırıp iğnedenliğe dönerek, kulaklarına bitki tohumları yerleştirerek, ipnotize edilerek ve şifalı otlar yiyerek turp gibi sapasağlam oluveriyorlar. ÇİN MUTFAĞI Çin tıbbının inceliklerine vardık, şimdi de Pekin’in ünlü lokantalarından birine, meşhur Pekin ördeğini tatmaya gidiyoruz. Bir fırının içine, dizi dizi asmışlar ördekleri. Görünen o ki, fırını yakmakta kullanılan odunlar ördeğe özel bir koku veriyor. Doğrusu lezzeti mükemmeldi ördeklerin. Odun ateşinde nefis ördek kızartan Çinliler, sofra konusunda da son derece yaratıcılar doğrusu. Lokantalarda, ısmarlanan tüm yemekleri masanın ortasında, dönen bir yuvarlağın üzerine koyuyorlar. İnsanlar o yuvarlağı çevirip istedikleri yemeği, şıp diye önlerine getiriveriyor. Bu ülkede gıda hayli ucuz, lokantalarda da bahşiş sistemi yok. Çin’in yemek kültürü son derece kendine özgü. Balığı, başı dışarıda kalacak biçimde, çok kısa bir süre için kızgın yağa sokup çıkarıyorlar. Üzerine bir sos döküp servis yapıyorlar. Masaya geldiğinde balığın ağzı hâlâ açılıp kapanıyor. Rivayete bakılırsa, balık taze ise, yerken kılçıklara ulaşıldığında dahi kıpırdarmış. Pekin dışındaki kimi bölgelerde kedi, köpek eti yanı sıra hamamböceğinin bile yenebildiği söyleniyor. Süt, peynir yaygın değil. Kahvaltıda çorba içiliyor. Ekmek yerine de pirinç yeniyor. Çin’de çayın tarihi ise ülkenin tarihi kadar eski; dört bin yıllık! AKŞAM KARANLIĞINDA GÖLGELER ve TAİ CHİ Sabahın erken saatlerinde parklarda Tai Chi yapan Çinlileri izliyoruz. Çin’de çok eski zamanlardan beri yapılan bir spor Tai Chi. Yaşlı amcalar, teyzeler ağır ama keskin hareketlerle bedenlerini hareket ettiriyorlar. Başlangıçta savunma amaçlı yapılan bu sporun, aynı zamanda ruhsal dengeyi sağlayıp derinlerde bulunan bir enerjiyi serbest bıraktığı da düşünülüyor. Çin’e geleli henüz birkaç gün olmuştu. Açık havada uygulanan Tai Chi geleneğinden habersiz, bir parkın içinden geçiyordum. Akşam karanlığında birden bu keskin hareketli gölgelerle karşılaşıverince, bir an ne yapacağımı şaşırdığımı anımsıyorum. ÇİN SEDDİ DÜNYAYI DOLAŞIYOR Çin Seddi’nde surların kapladığı alan o denli geniş ki surun içi neresidir, dışı neresidir anlaşılmıyor. Kuzeyden gelen akınlara karşı yapılmış Çin Seddi. Toplam uzunluğu 6 bin kilometreyi buluyor. Rivayet o ki, uzaydan bakıldığında çıplak gözle görülebilirmiş. Uzaya çıkmak nasip olmadığı için ne desem boş. Seddin ilk yapılan bölümlerinin tarihi, iki bin yedi yüz yıl gerilere uzanıyormuş. Bu, uçsuz bucaksız seddin, sadece Ming Hanedanı döneminde yapılan bölümünde kullanılan taş, toprak bir araya getirilse ve 1 metre kalınlığında, 5 metre yüksekliğinde bir duvar inşa edilse imiş, bu duvar dünyanın çevresini kuşatmaya yeter de artarmış bile. Sing, Han ve Ming Hanedanları döneminde yapılan Çin Seddi’nde kullanılan malzemeyle ise duvarımızın dünya etrafında atacağı tur sayısı bir düzineyi geçermiş. Çin Seddi’nin uzunluğu, birçok tarih kitabına göre, altı bin kilometre olarak gösterilse de, ücra yörelerde ve dağlarda yapılan yeni yeni araştırmalar sonucu, seddin uzunluğunun 10 bin kilometreye ulaştığı bile rivayet ediliyor. Ancak, seddin yaklaşık üçte ikisi yıkılmış durumda. Merdivenleri tırmanıp yukarı vardığımızda şaşırıp kaldık. Çünkü Çin Seddi, üzerinde, beş atlının, rahatlıkla yan yana gidebileceği kadar geniş! Gözetleme kuleleri de iki ok atımı mesafede ve içindeki askerlerin dört aylık bir kuşatmaya dayanacak kadar yığınak yapabilmesine olanak verecek şekilde inşa edilmiş... Kimi destanlara bakılırsa, bir imparator Çin seddini tek başına yapmış. Sihirli atının tırnaklarının toprağa değdiği yerlerde de gözetleme kuleleri oluşmuş. Ne diyelim, olur mu olur! YAZLIK SARAY’DA İMPARATORİÇE Yazlık Saray’daki sevimli Çinli kızlar imparatoriçe giysileri içinde doğrusu pek zarif. Kızların ayakkabıları ise bizim takunyaların Çin tipi gibi sanki. “Ancak, bunların üzerinde yürümek için, az da olsa, ip cambazı mahareti zorunlu olsa gerek.” diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Çin saraylarında bir zamanlar Türk elbiselerinin çok moda olduğunu öğreniyoruz. Ancak Çinli hanımların tek tutkusu Türk elbiseleri değilmiş tabii. Polo oyununa da pek meraklıymış o dönemin hanımları. Çin'de ipek pek bol. İpekli giysiler, kimi kez kumaş olanlardan daha ucuz olabiliyor. Çin’i ilk kez ziyaret ettiğim 1990 yılında ilginç bir anım olmuştu ipeğe dair. Bir arkadaşımız, son derece ucuza satılan ipek kravatlardan almıştı birkaç tane. Tam dükkândan çıkarken, gözüne hayli pahalı bir kravat takılmış. “Hayatta bir tanecik de doğru dürüst bir ipek kravatım olsun.” diye düşünüp paraya kıymış, almış kravatı. Türkiye’ye dönünce, kravatını özenle çıkarmış, jelâtinini açmış. Ve bir an, gözü, kravatın arkasındaki yazıya takılmış. Gözlüğünü yerleştirip bir kez daha okumuş dehşet içinde “Yüzde 100 polyester” yazısını. Çin’de ipek kravatın, polyester kravattan kat be kat ucuz olduğunu böyle bir deneyimle öğrenmiş olduk. |