İşkodra'da Keyifli Bir Gezi... | |
Herkese merhaba…Yeniden bir Balkan gezisi ile sizlerle birlikteyiz. Pek çokları gibi bir defada gezmek yerine parçalara ayırdığımız klasik Balkan coğrafyası gezilerinin belki de sonuncusu olan (Gerçi Romanya ve Bulgaristan da var ama onları şimdilik klasik kavramının dışında tutuyorum) Arnavutluk-Karadağ-Hırvatistan ve Bosna Hersek turumuza geldi sıra. Aslında ilk başta Pegasus Havayolları ile planlama yaptığımız için Arnavutluk ve Bosna Hersek’i uçuş bacakları olarak görmüş, bu yüzden de turumuza “Adriyatik” adını vermiştik. Enteresan biçimde aylar öncesinden Pegasus Havayolları THY’den daha yüksek bir fiyat verince programı bozmadan THY ile gitmeye karar verdik. En uygun tarih, fiyat teklifleri, uçak alternatifleri, rehberlerle yazışma derken 24 Haziran-01 Temmuz tarihlerinde karar kılındı ve her zamanki gibi ekstrası olmayan, tüm akşam yemeklerinin dahil olduğu 40 kişilik Adriyatik turu organize edildi. Yüksek sezon olduğu için birer gecelik konaklama noktasında otellerde sıkıntı yaşayabileceğimizi beklerken birlikte çalıştığımız Yamaç Tur’un sahibesi Gülseren Hanım’ın gayretleri ile ciddi bir sorunla karşılaşmadık. Merak edenler için Ankara’dan hareketle 6 gece 7 günlük turun kişi başına 980 Euro maliyetlendiğini de belirteyim. Aylar öncesinden bir gün ansızın 24 Haziran’da erken seçim olacağını tahmin edemediğimiz için hepimiz şoka girdik. THY’nin ücretsiz değiştirme imkanı vermesiyle birlikte tura katılanların tamamı aynı gün öğleden sonra uçağına binmeyi talep etti. Elbette bu durum tutumuzun başlangıç noktası olan Tiran şehrinin program dışı kalmasına yol açtı. Neler kaybettik bilemiyorum ama mutlu, vatandaşlık görevini yerine getirmiş 40 arkadaş Ankara’dan saat 16.10’da kalkan uçak ile önce İstanbul’a, sonra da 19.20 uçağı ile Tiran’a gittik. Tiran’a yerel saatle 20.10’da vardık ve bizleri bekleyen rehberimiz Mustafa ile buluştuk. Mustafa’nın asıl adı Mujaga ama daha kolay telaffuz edilmesi için herkesin kendisine Mustafa olarak seslendiğini söyledi. Boşnak olan Mustafa 14 yıldır profesyonel rehberlik yapıyor. Daha önceden Ankara’dan giden bazı arkadaşlarımızın da rehberliği yaptığı için kendisinin özellikle bizimle olmasını istemiştik. İyi de oldu bence. Biz kendisinden çok memnun kaldık, umarım kendisi de bizden memnun kalmıştır. Tiran Havalimanı ülkenin tek uluslararası havalimanı olmasına rağmen oldukça küçük görünüyor. Pek çok hizmeti bulamıyorsunuz, örneğin emanet ofisi dahi yok. Tüm grubun işlemleri tamamlandıktan sonra bizleri bekleyen 2018 model otobüsümüz ile İşkodra’ya doğru yola çıktık. Şoförümüz Adnan da Boşnak ama Türkçe bilmiyor. Güler yüzlü ve işini iyi yapan bir arkadaş. Gezi boyunca en ufak bir problemle karşı karşıya kalmadan bizleri gezdirdi. Kendisine buradan teşekkür ediyorum. Tiran İşkodra arası yaklaşık 90 km ama yollar gidiş geliş olduğu için yolculuğumuz yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Otobüse bindikten sonra rehberimiz Mustafa, daha önceden yaptırmış olduğu kebap dürüm ve ayranları bize dağıttı. Normal şartlarda program seçim nedeniyle ertelenmeseydi ilk akşam yemeğimizi İşkodra’daki otelimizde alacaktık. Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde otele varacağımız için böyle bir şansımız kalmadı elbette. Balkanlardaki partner firma da misafirlerin mağdur olmaması için paket akşam yemeği ayarlamış. İyi de etmiş en azından gece vakti yiyecek bir şeyler aramaya çıkmaya gerek kalmadı. Saat 22.00 civarında İşkodra’da konaklayacağımız Rozafa Otele geldik. Daha önceden pasaport bilgileri gönderildiği için hızlıca odalara çıktık. Dört yıldız kategorisindeki Rozafa otel tam şehir merkezinde, odaları çok büyük değil ama makul genişlikte, gayet iyi döşenmiş, çarşaflar ve banyo tuvalet tertemiz, ihtiyaç duyabileceğiniz tüm malzemeler de mevcut. Eşyalarımızı odalara koyduktan sonra gecenin ilerlemiş saati de olsa kendimizi İşkodra sokaklarına attık. İşkodra ya da diğer adıyla Shkoder, kuzeybatı Arnavutluk’ta yer alıyor. Merkez nüfus 95.000, Shkoder bölge nüfusu ise yaklaşık 225.000 olarak kabul ediliyor. Balkanların en büyük gölü olan İşkodra Gölü de şehrin batısında yer alıyor. MÖ 4. Yüzyıla kadar dayanan geçmişiyle Arnavutluk’un en eski yerleşim yerlerinden birisi olan İşkodra aynı zamanda bölgenin sanayi ve kültür merkezi. Özellikle tekstil, elektronik ve gıda ürünleri üretiminde ön plana çıkıyor. Romalılar, Bizanslılar, Sırplar ve Venedikliler derken 1479 yılında bizzat Fatih Sultan Mehmet’in katıldığı bir seferle şehir tam anlamıyla Osmanlı hakimiyetine giriyor. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde İşkodra’yı “15 mahallesi ve 1800 hanesi olan orta ölçekli kasabada 11 cami bulunur” şeklinde tanımlamış. 17. Yüzyıldan itibaren bölge İşkodra Paşalığı haline gelmiş ve Buşatlı ailesi tarafından yönetilmiş. Bazı tarih kitaplarında oldukça güçlenen Buşatlıların birkaç defa Osmanlıya başkaldırdıklarından bahsediliyormuş. Sonuçta 1913 yılına kadar Osmanlı hakimiyetinde kalan İşkodra bu tarihten itibaren, kısa bir sürelik Avusturya-Macaristan hakimiyeti dışında, her zaman Arnavutluk’a ait olmuş. Enver Hoca yönetimindeki komünist dönemde şehirdeki pek çok cami ve türbe yıkılmış, daha sonradan yapılan camiler olmuş. Otelden çıktıktan sonra en çok 100 metre gitmiştik ki İşkodra’nın en popüler gezi noktalarından birisi olan Kolë Idromeno Caddesi’ne ulaştık. Burası trafiğe kapalı, sadece yayaların ulaşabildiği, ortasında ve iki tarafında her türlü bar, restoran ve kafelerin olduğu şirin bir cadde. Cadde derken öyle gözünüzde devasa bir şey canlandırmayın. Bir noktasından trafik kesen, toplam birkaç yüz metrelik bir sokak aslında. Gecenin ilerleyen vakti olduğu için cadde oldukça sakindi, mekanların son müşterileri de hesapları ödeyerek gitme hazırlığı yapıyorlardı. Caddenin hemen başlangıç noktasında görkemli Ebu Bekir Camii yer alıyor. Camiyi yaptıran Arap Şeyhi Zamil Abdullah’dan dolayı camiye “Al Zamil Camisi” de deniyormuş. Çifte minareli cami 1995 yılında inşa edilmiş, yani tarihi bir tarafı yok. Bazı kaynaklarda İşkodra Katedraline nispet olsun diye bu kadar büyük ve gösterişli yapıldığı söyleniyor. Ben diyenlerin yalancısıyım. Vakit geç olmuştu ve hepimiz yorulmuştuk. Neredeyse tam bir daire çizerek Sheshi Demokracia’ya yani Demokrasi Meydanı’na ulaştık. Zaten nereye giderseniz gidin yolunuz bir şekilde buraya çıkıyor. Tiyatro binasının yan tarafından geçerek hemen karşı köşede bulunan Rozafa Otele geldiğimizde saatler gece yarısına geliyordu. Kısa bir kapı önü sohbeti yaptıktan sonra odalarımıza dağıldık. İnsan yorgun olunca nasıl uyuduğunu bile anlamıyor. ………….. Gezi boyunca tüm otellerde sadece bir gece konaklayacağımız için ertesi gün bavullarımızla birlikte lobiye indik ve kahvaltımızı yaptık. Hareket saatimize kadar yaklaşık 45 dakikalık bir zamanımız vardı ve sabah saat 08.20’de kendimizi İşkodra sokaklarına attık. Gece yürüdüğümüz Kolë Idromeno Caddesi sabahın erken saatinde henüz uyanmaya başlamıştı. Çalışanlar dükkânların önünü temizlerken bazı erkenci misafirlerde kahvaltılarını yapıyorlardı. Gündüz gözüyle bakıldığında caddedeki binalar çok daha güzel görünüyordu. Bazıları restore edilmiş olan binalardan kimisi de sıranın kendilerine gelmesini bekliyor gibiydiler. Makedonya’nın Manastır şehrini gezenler için küçük bir hatırlatma: Cadde, Manastır’da Askeri İdadi’nin oradan başlayan Şirok Caddesine çok benziyor ancak ondan daha küçük ve daha az hareketli olduğu kesin. Bazı balkonlardaki saksılardan süzülen rengarenk çiçekler çok keyifli bir görsellik katmış. Heybetli çan kulesinin kaynağına ulaşmak için girdiğim ara sokaklar beni birkaç dakika içinde İşkodra Katolik Kilisesine ya da diğer adıyla St. Stephan Katedraline çıkardı. Katedral, Osmanlı döneminde 1851 yılında inşa edilmiş. Rozafa Kalesindeki kilise Osmanlılar tarafından camiye çevrilmiş ve neredeyse 300 yıl boyunca şehirde başka ibadethane bulunmamış. Uzun yıllar boyunca Osmanlı yönetiminden izin bekleyen keşişler nihayet 1. Abdülmecid döneminde bu imkana kavuşmuşlar ve bir kilise yapmışlar. Kilise komünist dönemin hüküm sürdüğü 1967 yılında kapatılmış, hatta bir dönem spor salonu olarak kullanılmış. Sonradan 1990 yılında yapılan restorasyon çalışması ile şimdiki haline kavuşmuş ve katedral statüsüne yükseltilmiş. İçerisi diğer Katolik kiliseleri ile kıyaslandığında son derece sade ve gösterişten uzak. Birkaç kare fotoğraf aldıktan sonra caddenin diğer tarafına doğru yürüyorum. Bu noktada büyük ve eski ağaçlar trafiğe kapalı yolun iki tarafında bana eşlik ediyor. Kahvehaneler yavaş yavaş hareketlenmeye başlamış. Pek çok noktada bisikletler park edilmiş ya da insanlar keyifli şekilde bisikletlerini sürüyorlar. Biraz ilerleyince beyaz duvarlı binada tanıdık bir marka karşımıza çıkıyor: LC Waikiki. Sokağın bu bölgesi diğer tarafa göre çok daha keyifli. Özellikle yemyeşil, ulu ağaçların arasında yürümek insana sabah serinliğinde harika bir enerji veriyor. Yolumuza devam edince bu sefer beyaz mermerden bir anıt çıkıyor karşıma. Biraz daha yaklaşınca anıtın kitabesinde “İşkodra Müdafii Hasan Rıza Paşa (1871-1913)” yazısını görüyorum. Kitabeye göre Balkan savaşları sırasında neredeyse tüm Rumeli bölgesi elden çıkmasına rağmen İşkodra kenti 1912-1913 yıllarında Hasan Rıza Paşa tarafından kahramanca savunulmuş ve Paşa, 30 Ocak 1913 tarihinde bir suikasta kurban gittikten sonra şehir düşmüş. Ertesi günkü cenazesine neredeyse tüm İşkodra halkı katılarak ona saygını göstermiş. 2007 yılında açılan anıt TİKA tarafından 2017 Mart ayında yeniden restore edilmiş ve bugünkü görünümüne kavuşmuş. Otelde toplandığımızda saatler 09.10’u gösteriyordu ve İşkodra’yı terk etmeden önceki son noktamız Rozafa Kalesi olacaktı. İnternetten bakarsanız kalenin açılış saati 09.00 olarak görünüyor ama Mustafa asla 09.30’dan önce açılmadığını söylediği için hareket saatimiz biraz daha geç oldu. Şehir merkezine yaklaşık 3,5 km mesafede olan Rozafa Kalesinin bulunduğu yere geldiğimizde büyük otobüslerle en yukarıya kadar çıkamayacağımızı öğreniyoruz. Yaklaşık 200-300 metrelik tatlı yokuşu çıkmak istemeyenler için kapitalizm çözümü bulmuş. Minibüslerle arzu edenleri 1 Euro karşılığında yukarıya çıkarıyorlar. Yaklaşık 8-10 arkadaşımız minibüs tercihini kullandı ve benim de dahil olduğum geri kalanlar tabana kuvvet felsefesi eşliğinde yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşle kale kapısına geldik. Kaleye giriş 200 LEK, içerideki müze için (tabi açık olduğu zamanlarda) ayrıca 100 LEK ödemeniz gerekiyor. Bu arada yeri gelmişken Haziran 2018’de 1TL’nin yaklaşık 22 LEK olduğunu belirteyim. Balkan savaşları döneminde İşkodra Kalesi olarak ünlenen kalenin tarihi ismi Rozafa Kalesi olarak biliniyor. Yapılan çalışmalarda 4.000 yıllık bir tarihi olduğu anlaşılan Kale, İliryalılar döneminde inşa edilmiş. Drini, Buna ve Kiri ırmakları ile çevrili bir alanda yaklaşık 133 metre yüksekliğindeki kale her zaman şehir savunmasının ana unsuru olarak kabul edilmiş. Adeta doğal bir güvenlik duvarı olarak görülen kale 1479 yılında Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş. Kalenin surlarının uzunluğu 900 metreyi buluyor. Bugün için iç tarafında görülecek önemli bir şey kalmayan kalenin en belirgin özelliği inanılmaz bir manzara sunması. Sadece bunun için dahi buraya gelerek zaman geçirebilirsiniz. Kaleden aşağıdaki ovaya baktığınızda küçük evlerin arasında bir cami görüyorsunuz. Buşatlı Mehmet Paşa tarafından 1773 yılında inşa ettirilen Kurşunlu Cami bugün için kullanılmıyor. Bir zamanlar İşkodra kenti bu ovada bulunuyormuş ve cami de kentin merkezinde yer alıyormuş. Drini nehrinin suları devamlı yükselerek şehri sular altında bırakınca İşkodra bugünkü merkeze taşınmış ve Kurşunlu Cami de kaderine terk edilmiş. Minaresi bir yıldırım nedeniyle yıkılan cami yetkililerden ilgi bekliyor. Kaleden içeriye girerken dar ve taş döşeli bir yoldan ilerliyoruz. İlk girişteki küçük avlu savunma amaçlı olarak düzenlenmiş. Şehre saldıran unsurlar kaleye girdiklerini zannederek dikkatsizce ilerlediklerinde üst tarafta yerleşmiş askerler onlara ok ve diğer silahlarla ciddi zarar verebiliyorlarmış. Sonraki avlu da ön savunmanın bir parçası olarak kabul ediliyormuş. Buşatlı Kulesi de burada ama artık ona kule demek gerçekten çok zor. Buradaki merdivenlerden yukarıya çıkarak nefis manzaranın keyfini çıkarıyor hem yukarıda hem de merdivenlerde grup fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmiyoruz. İkinci avlu çok daha geniş bir alana yayılıyor ve buradaki en önemli eser 1319 yılında inşa edilmiş olan St. Stephan Kilisesi. Şehir merkezindeki katedrali anlatırken kaledeki kilisenin Osmanlılar tarafından camiye döndürüldüğünden bahsetmiştim. İşte Fatih zamanında fethedilen kalenin içinde camiye çevrilen kilise burası. Sonradan adı Fatih Cami oluyor ama kaledeki nispeten ayakta kalan eserlerden birisi olsa da yine de harabe görünümünde. Duvarlar ve bazı sütunlar ayakta kalabilmiş, minarenin üzerine inşa edildiği kaide de bizleri selamlıyor. Yola devam edince artık üçüncü avluya ulaşıyoruz. Sol tarafta bir müze ve kafeterya bulunuyor. Biz gittiğimizde müze kapalıydı. Bu avludaki en önemli bölüm Osmanlı cephaneliği ama görme şansınız yok elbette. Cephanelik olarak adlandırılan bölümün karşı cephesinde de bir Osmanlı hamamının kalıntıları bulunuyor. Avlunun en sonuna gittiğinizde belki de en güzel manzara sizleri bekliyor. Bolca fotoğraf çektikten sonra aşağıya doğru giden daracık merdivenleri görüyorum. Rehberimiz Mustafa bunun gizli bir geçit olarak bilindiğini, ihtiyaç duyulması halinde kalenin dışına çıkış yapılabileceğini anlattı. Birkaç basamak ilerledim ama ortalık kararmaya başlayınca geriye döndüm. Yaklaşık 20 dakikalık fotoğraf molasından sonra geldiğimiz yoldan otobüsün beklediği yere ulaştık. Kale gezimizi tamamladık ama sizlere kale ile ilgili anlatacaklarım henüz bitmedi. Rozafa Kalesinin trajik bir efsanesi var. Rehberimiz Mustafa’nın anlattıklarından aklımda kalanlar ve döndükten sonra yaptığım araştırmalarla sizlere aktarmaya çalışayım. “Çok eski yıllarda üç kardeş bu tepeye küçük bir kale inşa etmeye karar vermişler. Her sabah erkenden buraya geliyor, tüm gün kan ter içinde çalışıyor ve hava karardığında dinlenmek için evlerine gidiyorlarmış. Ertesi sabah geldiklerinde bir gün önce yaptıkları şeyin yıkıldığını, un ufak olduğunu görmüşler. Bu durum birkaç gün boyunca devam edince bölgedeki bilge bir yaşlıya başvurmuşlar. Bilge, yaptıkları işe şeytanın musallat olduğunu, onu oradan kovabilmek için kurban verilmesi gerektiğini, ama bu kurbanın hayvan değil insan olacağını ve bu insanın kardeşlerin eşlerinden birisi olması gerektiğini söylemiş. Üç kardeş bu duruma çok üzülmüşler ama yapacak bir şeyleri yokmuş. Sorun, kardeşlerden hangisinin eşinin kurban edileceği imiş. Kardeşler kale yapımında çalışırken her gün eşlerden birisi onlara yemek getirirmiş ama hangisinin geleceğini bilemezlermiş. Kardeşler ertesi gün hangi eş yemek getirirse onun kurban edilmesi noktasında anlaşmışlar ve eşlerine hiçbir şey söylememe konusunda birbirlerine söz vermişler. İki abi sözlerinde durmamışlar ve eşlerine durumu anlatmışlar. En küçük kardeş ise sözüne sadık kalarak eşi Rozafa’ya hiçbir şey söylememiş ve ertesi gün yemeği Rozafa getirmiş. Küçük bebeği olan Rozafa meseleyi öğrenince çok ağlamış ama kale duvarlarına diri diri gömülmeyi kabul etmiş. Ancak şartı vardı. Küçük bebeğini görebilmek için sağ gözü, emzirebilmek için sağ göğsü, onu sallayabilmek için de bir kolu açıkta kalacaktı….” Hikâye böyle. Rozafa kurban edildikten sonra kale bir daha yıkılmamış ve ayakta kalmış. Giriş kapısından geçtikten sonraki kapalı bölümdeki duvarlarda beyaz bölümler var. Muhtemelen yağmur sularının kireç taşları ile birleşmesiyle beyazlaşan bu duvarlar için rehberimiz Mustafa halk arasında yaygın olarak “Rozafa’nın Sütü Akıyor” dendiğini anlattı. İster inanın ister inanmayın, benden anlatması. Rozafa Kalesinden ayrıldıktan sonra yaklaşık yarım saat sonra Arnavutluk-Karadağ sınır kapısına geldik. Arnavutluk bölümünü tamamladıktan sonra yazıya da kısa bir ara verelim ve bir sonraki bölümde Karadağ’da buluşalım. Görüşmek üzere…. Seyahatle kalın…. |