Karadağ'da Son Kale: Bar...


Herkese merhaba… Eskiden bir ülke ile ilgili gezi notlarımı tek bir yazıda toplardım. Derli toplu olması açısından bana daha mantıklı geliyordu. Aranan her şeyi tek bir yazıda bulmak daha da kolaydı üstelik. Ama zamanla gerek çevremdeki dostlar gerekse de gezialemi dostları yazılarımın çok uzun olduğuna, hepsini okuyamadıklarına, bölersem çok daha mantıklı olacağına beni ikna ettiler ve ben de notlarımı kendime göre belirlediğim bazı kriterlerle parçalamaya başladım. Artık hangisi daha iyi bilmiyorum ama gezimize devam edelim derim…

Tarihi Bar kasabasında bulunan kale bölgenin en eski yerleşim noktası…

Bir haftalık Adriyatik gezimizin Karadağ ayağına geldik. Hatırlarsanız Tiran Havalimanında inmiş, İşkodra’ya geçmiş ve geceyi İşkodra’da geçirmiştik. Sabah İşkodra’dan ayrılıp Arnavutluk-Karadağ sınır kapısına geldiğimizde saatler 11.15’i gösteriyordu. Rehberimiz Mustafa sınır kapılarında beklenecek sürenin hiçbir zaman belli olmadığını, bazen çok seri olurken bazen de birkaç saat alabildiğini anlattı. İçeriye polis girmedi ve Mustafa pasaportlarımızı toplayarak kontrol ofisine götürdü. Yaklaşık 15 dakika içinde her şey bitmişti ve sınır kapısından hareket ettiğimizde saatler 11.35’i gösteriyordu. Ben ikinci kapıdan da inşallah kolay geçeriz diye sesli düşününce Mustafa başka kapı olmadığını, artık Karadağ sınırlarında bulunduğumuzu söyledi. Ben “neden” diye düşünürken açıklama yapıyordu: Eskiden iki kapı bulunduğunu, iki ülke arasında yapılan anlaşma ile tek kapının hem çıkış hem giriş işlemini yaptığını söyledi. Ve hep beraber Karadağ’ın keyfini çıkarmaya başladık….

Tarihi bölgenin dar sokaklarında dolaşmak oldukça keyif veriyor…

Karadağ, Avrupa’nın en küçük ülkelerinden birisi. O kadar küçük ki bizim Konya üç tane Karadağ’ı içine alıyor. Resmi verilere göre yüzölçümü 13.812 km2 ve nüfusu da 620.000. En kalabalık şehri başkent Podgorica’nın nüfusu 186.000. Bu kadar küçük olmasına rağmen yaklaşık 293 km uzunluğundaki kıyı şeridi ile Avrupa’nın en güzel sahillerini Karadağ’da gezebilirsiniz. Yabancıların deyişiyle “Montenegro”nun kelime anlamı “Kara Dağ” olduğu için Türkçede böyle isimlendirmişiz. Karadağlılar kendi ülkeleri için “Crna Gora” diyorlar ve onun da anlamı aynı. Kara tarafındaki yüksek dağların yoğun ormanlık bölgeyle birleşmesi ve “kara dağlar” şeklinde görülmesi nedeniyle bu ismin kullanıldığı tahmin ediliyor. Adriyatik’in en güzel ve en popüler şehirleri olan Budva ve Kotor Karadağ sınırları içinde olması nedeniyle her yıl milyonlarca turist bu küçük ülkeye akın ediyor. Resmi olarak Avrupa Birliği üyesi olmamasına rağmen para birimi olarak Euro kullanıyor.

Kaleye doğru çıkarken birbirinden güzel minik dükkanları ziyaret edebilir ya da kısa bir kahve molası verebilirsiniz…

Slovenler, Romalılar, Bizanslılar derken bir dönem Osmanlılarla da çetin savaşlar yapan Karadağ, 1645 yılında Osmanlılara bağlı özerk bir yönetim haline gelmiş. 1800’lerin başlarında Petrovic yönetimindeki Karadağlılar Osmanlı etkisinden tamamen uzaklaşmış ve 1910 yılında Avrupalı devletler tarafından krallık olarak tanınmış.  Ancak 20. Yüzyıl Karadağ için hiç de kolay olmamış. Birinci Dünya Savaşında Sırbistan ve müttefikleri ile birlikte hareket eden Karadağ 1916 yılında Avusturya-Macaristan’a teslim olmuş. 1918 yılında Sırbistan, Karadağ’ı ilhak etmiş ve Karadağ neredeyse haritadan silinmiş. Daha sonra kurulan Yugoslavya Krallığının bir parçası olan Karadağ bu sefer de ikinci Dünya savaşında Almanların ve İtalyanların karşısında direnememiş ve yeniden yok olma noktasına gelmiş. Savaş sonrası kurulan Yugoslavya Cumhuriyetinin altı eşit cumhuriyetinden birisi olan Karadağ, cumhuriyet dağıldıktan sonra önce Sırbistan’la birlikte Yugoslavya, sonra da Sırbistan-Karadağ olarak devam etmiş. 21 Mayıs 2006’da yapılan referandumda halkın %55’i bağımsızlık lehine oy verince bu tarihten itibaren bağımsız bir devlet olmuş.

Kalenin ana kapısından girdikten sonra taştan Venedik aslanı ile zeytinyağı üretiminde kullanılan aletin önünde sohbet edenler rehberimiz Mustafa ve yerel rehber…

Bu kadar tarih yeter diyelim ve gezimize devam edelim. Her iki ülkeyi kapsayan tek sınır kapısından geçtikten sonra Bar şehrine doğru ilerlemeye başladık. Yaklaşık 20 km boyunca neredeyse tek şeritli yolda, karşıdan bir kamyon ya da otobüs gelmesin diye dua ederek ilerledik. Rehberimiz Mustafa bu bölgede Arnavut nüfusun fazla olması nedeniyle Karadağ hükümeti tarafından gerekli yatırımların yapılmadığını, ciddi bir ihmal olduğundan bahsetti. Gerçekten de Karadağ’ın turistik bölgelerinde gördüğümüz manzaralar buralarda yok. Çoğunlukla tek katlı, bahçeli evler arasından geçerken adeta Anadolu’daki köy bölgelerinden geçiyormuş gibi hissediyordunuz. Sonrasında Adriyatik denizini gördüğümüzde ve ana karayolu ile buluştuğumuzda ülkenin çehresi birden değişmeye başladı. Bar şehrinin tarihi bölgesi olarak adlandırılan Stari Bar kasabasına vardığımızda saatler 13.05’i gösteriyordu. Otobüsümüz müzenin dışındaki meydanın olduğu yerde durdu. Yerel rehberimizle buluştuktan sonra başladık tarihi Bar şehrini keşfetmeye.

Tarihini ve kimin tarafından konulduğunu bulamadığım eski Güneş Saati…

Bar, Adriyatik’e kıyısı olan bir liman şehri ve ekonomik olarak özel bir öneme sahip. Bar şehri ile ilgili ilk kayıtlar 6. Yüzyıla dayanıyor. O dönemler bir Roma yerleşkesi olan şehir Venedikler, Sırplar, Macarlar derken 1571-1878 yılları arasında 307 yıl Osmanlı topraklarının bir parçası olmuş. En son 1877 yılında gerçekleşen yedi haftalık kuşatmadan sonra şehrin su kaynakları bombalanınca Osmanlılar tarafından Karadağ’a bırakılmak zorunda kalınmış. Elbette bahsettiğim bugün sahil şeridinde gördüğümüz liman şehri değil, yaklaşık 4 km içeride, tepelik arazi de bulunan Eski Bar. Zira büyük limanı olan yeni Bar şehri, Tito zamanında 1960’lardan sonra oluşturulmaya başlanan, özellikle 1979 yılındaki büyük depremden sonra gelişen yeni bir yerleşim yeri. Rehberimizin anlattığına göre Osmanlılar bu noktadan ileriye de gitmemişler. Sadece stratejik bazı noktalardaki şehirleri ellerinde tutmuş, burada yaşamalarına imkan verdikleri ticaret şehirlerinden yüklü vergi toplamışlar. Adriyatik kıyılarında görebileceğiniz son cami de tarihi Bar şehrinde bulunuyor. Sonrasında böyle bir şansınız yok. 

Kalenin tarihi dokusunu gösteren güzel bir örnek…

Deniz kenarındaki yeni şehirle işimiz olmadığı için tarihi Bar kasabasının sokaklarına atıyoruz kendimizi. Rumija Dağının eteklerindeki Londsa tepesi üzerine kurulmuş olan eski Bar şehri, daracık taş sokakları, renkli ve minik kafe restoranları, zeytinyağından tuza, el işlerinden magnetlere istediğiniz her şeyi bulabileceğiniz hediyelik eşya dükkânları ile çok keyifli bir yer. Rehberimiz 1979 yılındaki depremde bölgenin ciddi hasar gördüğünü, artık burada neredeyse kimsenin yaşamadığını sadece ticari amaçlı olarak kullanıldığını söylüyor. Eski Bar’da taş sokaktan ilerlediğinizde son noktada karşınıza tarihi kale kapısı çıkıyor. Aslında bugün kale olarak adlandırdığımız yerler bir zamanlar neredeyse şehrin tamamı olduğu için eski şehre geldik demek belki de en doğrusu olacak.


Kalenin pek çok yeri yüzyıllar önceki haliyle duruyor. Bazı noktalar restorasyon görmüş. Venedik kilisesi ve hemen üst tarafındaki burç da bunlardan ikisi…

Tarihi kale kapısından içeriye girdiğinizde oldukça eski bir aslan kitabesi ile karşılaşıyorsunuz. Tarih boyunca aslan figürü Venediklilerin sembolü olarak kullanıldığı için bunu normal kabul edebiliriz ama Venediklilerden sonra buralara 300 yıl hükmeden Osmanlılardan pek bir şey görünmüyor. Aslanın ön tarafındaki kitabın kapağı kapalı olduğuna göre burası savaşarak Venediklilerin eline geçmiş. Eğer kitap açıksa o zaman anlaşma yoluyla ele geçirildiği anlaşılıyormuş. Hemen kitabenin yan tarafında bulunan ahşap nesne ise zeytinyağı üretiminde kullanılan bir alet. Zaten Bar’da zeytin ve zeytinyağı ile bundan yapılan sabun vb. ürünler oldukça fazla. Kaleye giriş bilet ücreti 2 Euro. Hemen gişenin oradaki duvarda eski bir güneş saati asılı. Onu da geçtikten sonra tarihi kaleye giriş yapıyoruz. 1979 depreminde ciddi hasar gören kalede çok fazla bir şey kalmamış. İçerideki müzede kaleye ait bazı eşyalar sergileniyor. Bir de arkeolojik kazılarda çıkan eserlerin sergilendiği ayrı bir yer daha var. Taş yollardan ilerledikçe Venedik döneminden kalma kilisenin ayakta kalmış olduğunu görüyoruz. Bunun dışında büyük oranda tahrip olmuş bir cami kalıntısı var. Biraz ilerdeki hamam ise daha sağlam görünüyor, en azından ne olduğunu tahmin edebiliyorsunuz. Doğallık öyle korunmuş ki sağdan soldan çıkan bitki ve çiçekler bile kendi haline bırakılmış. Kuzey batı tarafındaki yaklaşık 20 metrelik burçlara çıktığınızda arka tarafta şehre su getiren kemeri görebiliyorsunuz. 1752 yılına tarihlenen saat kulesinin depremden sonra onarıldığı belli oluyor, zira sapasağlam ayakta, ben buradayım diyor misafirlerine. Birkaç küçük yer altı dehlizini de gördükten sonra kale gezimizi tamamlamış olduk.


Kalenin içindeki müzede arkeolojik bazı eserler sergileniyor…

Kale kapısına geldiğimizde öğle yemeği ve dolaşmak için bir saat onbeş dakikalık bir serbest zaman verildi. Hemen kale kapısının karşısındaki küçük cami ve evler dikkatimi çekti. Hasan Dede Tekkesi ve cami olarak geçiyormuş. Tekkenin bahçesinde bazı müritlerin mezarları bulunuyormuş. Daha önce de bahsettiğim gibi Osmanlılar buralara kadar gelmişler ama Budva, Kotor gibi diğer Karadağ şehirlerini işgal etmemişler. Askerlerle birlikte buralara gelen dervişler kurdukları ibadethanelerde Müslümanlığı bölge halkına anlatmışlar. Hemen biraz yukarı taraftaki küçük cami de Ahmet Dede Camii olarak geçiyormuş. Zaten burada din savaşları kısmen devam ediyormuş. Türkiye 2015 yılında bir cami yaptırmış. Ruslar bir Ortodoks kilisesi, Katolikler de ayrıca bir kilise yaptırıyorlarmış. Allah buradaki insanlara sabır versin. Ne zaman ki bu kafalar değişecek o zaman bölgeye huzur ve mutluluk gelecek herhalde.


Kalenin arka tarafı bir zamanlar şehre su getiren su kemerine ve kara karadağlara ev sahipliği yapıyor. Ön taraftan da müthiş bir manzara misafirlerini bekliyor…

Dükkân ve restoranlarla çevrilmiş dar sokakta ilerlerken karnımızın gürültüsü de bizi yalnız bırakmıyordu. Daha önceden rehberimiz Mustafa’nın gösterdiği bir yere oturduk. Arzu ile ben daha önce Sırbistan ve Makedonya denediğimiz ve çok beğendiğimiz “Teleca Sopa” yani bir tür süt dana çorbası ısmarladık (Tanesi 2,50 Euro). Bunun dışında üzeri peynirle kaplanmış ve iri doğranmış salatalık, domates ve soğanda oluşan “shopska salad” (Tanesi 1 Euro), ortaya büyük bir karışık sebze tabağı (12 Euro) ile bir küçük bira (2 Euro) ile karnımızı doyurduk. Arnavutluk sınırından geçtikten sonra Karadağ bize daha pahalı geldi. Ama turistik bölgelere ilerlediğimizde aslında Bar’ın fiyatlarının oldukça makul olduğunu anladık. Hele ki Hırvatistan’a geçtikten sonra bedava bile diyebiliriz.

”Velja Vrata” ya da kaba bir çeviriyle “Kardeş Kapısı”na hoşgeldiniz…

Karadağ gezimizin ilk durağı olan Bar şehrinden ayrılmadan önce birkaç parça hediyeliğimizi de almayı unutmadık. Bar minik, şirin bir kasaba. Mutlaka görülmesi gerekir diyemem ama vaktiniz varsa birkaç saatinizi ayırın ve kendinizi sakinliğin keyfine bırakın…

Seyahatle kalın…