Trenle Sofya Gezisi...


Bayramda 9 günlük tatil var. Herkes gezmeye gidiyor. “Hadi biz de bir
yerlere gidelim” dedik. Yerli işletmeciler fırsat bu fırsat deyip fiyatları iki
misline çıkarmışlar. Bu zihniyeti zaten hiç anlamış değilim. Bir gün önce 200
lira olan oda fiyatı bir gün sonra 350 lira. Niye? Bayrammış! Adam kazıklamanın
adını bayram koymuşlar. İşin ilginci bu çarpık işe yetkililerin de ses
çıkarmaması. Neyse…



Yurt içi böylesine pahalı olunca “Hadi Sofya’ya gidelim”
dedik. Uzun zamandır trenle de gezmemişiz…



İstanbul Sofya 2 kişi yataklı kompartımanda gidiş  452 lira, Plovdiv (Filibe) İstanbul dönüş 397
lira. Fiyatlar avro üzerinden hesaplanıyor. İnternet üzerinden bilet satışı
yok. Ben biletleri Sirkeci Garı’ndaki 
‘Uluslararası Gişe’ den 20 gün önceden aldım.  Bilet üzerinde ad soyad yok. Tren, vagon ve
kompartıman numaraları yazıyor. Kredi kartı ile ödeme yapılabiliyor.

Şeker Bayramının 1. Günü akşamı
Sirkeci Garı bekleme salonunun  hemen
dışındaki balkonda çayımızı içerek servis saatini bekliyoruz. Çay güzel, demi
iyi 1.5 lira. Gelen geçeni seyrederek vakit geçiriyoruz. Eğer valizinizi
bırakıp dolaşmak isterseniz gar içinde emanet dolapları var. Tek seçenekli; 20
lira, 12 saat. Daha azı yok. 10 lira vereyim 6 saat kalsın diyemiyorsunuz. Yine
bize özgü bir gariplik de makine 20 TL’ lik banknotu kabul etmiyor. Ya 10 ya 5
TL’lik banknot istiyor.



Sirkeci Garı’nın deniz tarafından saat 21.30 da Halkalıya
gidecek olan servis kalktı. 15 kişi varız. Demek ki tren de fazla kalabalık
olmayacak. Trenin kalabalık olması gümrük ve pasaport işlerinin uzamasına neden
olabilir. Yol 45 dakika kadar sürdü. Halkalı Garı yeni yapılmış. Modern,
aydınlık, daha tam bitmemiş. Servisin bıraktığı yerden yürüyen merdivenlerle
çıkıp, “Trene gider” tabelalarını izleyerek indiğimiz peronda İstanbul-Sofya
treni bekliyordu.  Görevlilerin gösterdiği
kompartımana girdik. İki kişilik bu yerde masa, buzdolabı, lavabo, askılar ve
açılınca yatak olan koltuklar var. Temiz çarşaf, nevresim ve yastık kılıfları
da unutulmamış.



Buzdolabı çalışır vaziyetteydi. İçinde 2 şişe su, 2 meyve
suyu ve 2 adet çizi kraker demiryollarının ikramı olarak bizi bekliyordu. 10.40’ da tren hareket etti. 


Hemen masa örtümüzü yayıp çilingir soframızı kurduk. Hani
“Akşam olmuş, güneş batmış. İçmeyip de ne halt edeceksin!” demiş ya Orhan Veli,
bizimki de o hesap.

Kondüktör dolaşıp ad- soyad ve pasaport numaralarını yazdı.

İlk durak Çerkezköy. Başka yerde de durduk mu? Bilmiyorum.
Saat 3’ te
kondüktör “pasaport, pasaport” diye kapılara vurarak uyandırdı. 5 dakika sonra
tren durdu. Trenden inip alt geçitten geçerek pasaport kontrolüne gittik.
Pasaport kontrolünü yapacak olan polisler Kapıkule’den buraya geliyorlarmış. 5
dakika kadar bekledik. Bu arada elinde çıkış harcı pulları olan görevli
isteyenlere harç pulu sattı. Eğer çıkış harcını 
daha önce yatırmadıysanız buradan rahatça alabiliyorsunuz.

Biz pasaport kontrolünü beklerken dışarıda lokomotifler
değişti. Türk lokomotifi trenden ayrıldı, yerine Bulgar lokomotifi bağlandı.

Pasaport kuyruğunda toplam 30 kişi vardı. Kısa zamanda sıra
geldi ve çıkış işlemlerini yaptırdık. Kompartımanlara döndükten bir müddet
sonra bir görevli gelerek pasaportlarımızdaki çıkış damgalarını kontrol etti.
Bizim sınırdaki işlemler toplam 1 saat sürdü.

Tren ağır ağır giderken önce Bulgar gümrükçü geldi. Türkçe
“Yolculuk nereye? Var mı bir şey?” diye sordu. Olmadığını söyledik. Ağır ağır
giden trenimiz durdu. Bulgar polisi, kontrol ederek pasaportları topladı. Saat
5.00  Pasaportların gelmesini bekliyoruz.
Pasaport kontrolü için trenden inmek zorunda kalmadığımız için de seviniyoruz.
Az sonra pasaportlar geldi. Toplam 2 saatte sınırlardan geçmiş olduk. Sofya’ya
kadar uyumak niyetiyle ışığı kapatıp yattık.

Saat 9.30’da
kondüktörün “Günaydın, Sofya” sesiyle uyandık. Giyinip ortalığı topladıktan
sonra dışarıyı seyre daldık. Sofya’ya girerken sizi önce terkedilmiş bir iki
fabrika binası karşılıyor. Yıllardır kullanılmadığından her tarafını otlar
bürümüş. Çatıları çökmüş, bacaları yıkılmış… Bu bakımsızlık insanın içini
acıtıyor. Daha sonra eski rejim döneminden kalma çok katlı büyük binalar sıralanıyor.
İçleri nasıl bilmemem ama dışları dökülüyor. Daha önce Lviv ve Batum’da
gördüğüm binalar da böyleydi.

Sofya Gar’ında ( Central Railway Station)  trenden indikten sonra işaretleri izleyerek
gardan dışarı çıktık. Ağaçların altından otele doğru yürürken Nazım Hikmetin
dizeleri geliyor aklıma.

Sofya’ya bir bahar günü girdim,
şekerim.

             Ihlamur kokuyor doğduğun
şehir.” diye başlayan “Sofya’dan” adlı şiirinde Sofya’yı şöyle anlatır Nazım
Hikmet:

…..

Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan
güzel.

Sofya’da ağaçla insan karışmış birbirine,

hele kavak,

nerdeyse odaya girip

kırmızı kilime oturacak…

Sofya şehri, büyük mü?

Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil,

anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor,

Sofya büyük bir şehir…

Burda akşam deyince dökülüyor sokağa millet,

çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı,

bir gülüşme, bir uğultu, bir gürültü, bir kıyamet,

bir aşağı, bir yukarı,

yan yana, kol kola, el ele…

………….

Sofya’da Gloria Palace Hotel’de
kalacağız. Daha önce de bu otelde konaklamış memnun kalmıştık. İki kişi iki
gece kahvaltı dahil 171 Leva. Yaklaşık 1 km. kadar yürüyüp otele varıyoruz. Daha önce
erken giriş yapmak istediğimizi bildirmiş, olur almıştık. Görevli otelin dolu
olduğunu ve erken giriş yapamayacaklarını anlatınca bavulu otele bırakıp
Sofya’yı keşfe çıktık. 
K. Maria Luiza Caddesi üzerindeki otelimizin 150 m. yakınındaki Avrupa’nın
en eski camilerinden olan Banyabaşı Camisi ilk durağımız. Geniş kubbesi ve
minaresinin yüksekliği ile dikkat çeken bu caminin planlarının Mimar Sinan
tarafından yapıldığı ve 1566 yılında öğrencisi tarafından inşa edildiği
düşünülmektedir.


Caminin hemen karşısındaki “Sofia’s Central Market Hall”
ikinci durağımız. Burası kapalı pazar yeri. İçinde süt, yoğurt, peynir, meyve,
hediyelik eşya… satıcıları ve  börekçiler
var. Otlu ve peynirli böreklerle kahvaltımızı burada yapıyoruz.


Central Market Hall’in hemen yanındaki Ekzarh Yosif Sokağı
içindeki Avrupa’nın en büyük 2. Sinagogu olan “Sofia Synagogue” ne yazık ki
kapalı. Dışarıdan fotoğraflamakla yetiniyoruz.



“Sinagog “Hoşgörü Meydanı” nın bir parçasıdır. Sadece 60 metre uzaklıktaki cami
“Banya Bashi”, 300 metre
uzaklıktaki Saint Joseph Katolik Katedrali ve Aziz Nedelya ortodoks kilisesi
sadece 500 metre
uzaklıktadır. Sofya, tüm büyük dinlerin bir arada nasıl yaşayabileceği ve
birbirini tolere edebileceği konusunda dünyaya güzel bir örnek veriyor.”


Geldiğimiz yoldan geri dönüp Banyabaşı Camisinin
arkasındaki  tarih müzesine “Regional
History Museum” a gidiyoruz. Eskiden şehir banyosu olan bu binanın mimarisi çok
güzel. Daha önceki gelişimde gördüğüm şifalı olduğu söylenen sıcak suyun aktığı
çeşmenin bugün suyu akmıyor.


Tarih Müzesi’nin hemen yanındaki görkemli bina TZUM. Birçok
ünlü markanın ürünlerinin satıldığı, zamanın en modern binası olan bu alışveriş
merkezinin içini gezmeyi daha sonraya bırakıp hemen önündeki Serdika Antik
Kenti ve Sveta Petka mini kilisesine yöneliyoruz.

Metro kazıları sırasında ortaya çıkarılan Serdika Antik Kenti
merkezdeki bu meydanı adeta açık hava müzesine dönüştürmüş. Metro duraklarına
giden alt geçitler de antik kalıntılarla dolu. 
Tam ortada göreceğiniz minik kilise ortaçağda yapılmış Bulgar
Ortodoks kilisesidir.

Antik kentin hemen yanında Sofya’ya adını veren Azize
Sofia’nın heykeli var. Sol elinde bilgeliğin sembolü baykuş, sağ elinde ise
zafer simgesi defne tacı olan heykel 2001 yılında dikilmiş. 22 metre
yüksekliğiyle meydana tepeden bakıyor.


Azize Sofya anıtının tam karşısındaki geniş meydanın
ortasında üçgen şeklindeki görkemli bina Largo. Bir kısmı bugün meclis olarak
kullanılan bu binanın  karşısında, büyük
kapıları olan bina ise başkanlık sarayı. Burada her saat başı askerlerin nöbet
değişim töreni oluyor. Denk gelirseniz izlemeden geçmeyin.



Başkanlık Sarayı’nın o büyük kapılarından içeri girince,
etrafı başkanlık sarayı ve diğer çok katlı binalarla çevrili avluda, 4.
Yüzyılda yapılmış olan Sofya’nın en eski kiliselerinden  “Aziz George Rotunda” yı göreceksiniz.
Osmanlı döneminde cami olarak kullanılan, kırmızı tuğlalarla inşa edilmiş bu
kilisenin dikkat çekici bir mimari yapısı var. 


Rotondo’nun bulunduğu avludan çıkınca hemen karşınızda
arkeoloji müzesini göreceksiniz. Müzenin önünde biraz soluklandıktan sonra
yürüyüşümüze devam ediyoruz.


Müzenin biraz ilerisindeki Kniaz Aleksandyr 1 Meydanı’na
çıkıyoruz. Meydanın  sol tarafındaki
oldukça güzel bir binada  “National
Ethnology Museum”  ve “Ulusal Sanat
Galerisi” var. İçeriyi gezmeseniz bile binayı dışarıdan inceleyin. 
Yorgunluk kendini iyice hissettirmeye başladı. “Şimdilik bu
kadar yeter, dönelim artık” diyoruz. Geldiğimiz yollardan otelimize dönerken
rastladığımız gül ürünleri satan bir dükkanı da fotoğraflıyoruz.  

En üst kattaki geniş odamıza yerleşiyoruz. Hem dün geceki
tren yolculuğunun hem de bugünkü dolaşmalarımızın yorgunluğu çöküyor üstümüze.
Kısa bir uyku çekmeden önce evde hazırladığımız böreklerle  karnımızı doyuruyoruz. 
3 saatlik bir uykudan sonra yine
Sofya sokaklarındayız. Bu seferki hedefimiz Vitosha Caddesi. İstanbul için
İstiklal Caddesi neyse Sofya için Vitosha Caddesi o. Merkezdeki Balkan
Oteli’nin karşısındaki yolu izleyerek bu caddeye ulaşabilirsiniz. Cadde
mağazalar, kafeler, barlar, lokantalar, hediyelik eşya satıcıları ile her zaman
canlı ve hareketlidir.



Araç trafiğine kapalı olan Vitosha
Caddesi’nin girişinde önündeki aslan heykelleri ile hemen dikkati  çeken bina “
Sofia City Court” (Adalet Sarayı) dır.


Sofya’nın piyasa caddesi olan Vitosha hem gece hem gündüz
gezilmelidir. Tam karşıda görülen haziran ayında bile tepesi karlı dağın adı da
Vitosha’dır. 
Bu caddenin sonuna geldiğinizde karşınıza çıkacak parkın
içinde “National Palace of
Culture”   (Ulusal Kültür Sarayı) nı
göreceksiniz. Burası çok büyük bir konser ve sergi alanı. Dünyanın en
iyi kongre merkezleri arasında gösterildiğini okumuştum.  Ayrıca buradaki SOFİA yazısı önünde fotoğraf
çektirmeyenleri de dövüyorlarmış!!!



Hava karardı, yemek saati geldi. Vitosha Caddesinden geri
dönüyoruz. Adalet Sarayı’nı geçtikten sonra sağdaki St. Kyriaki Cathedral’in
(Bulgar Ortodoks Kilisesi) hemen karşısındaki 
 Happy’s
Bar and Grill’e oturuyoruz. 
Mini etekli kızların hizmet ettiği bu mekanın bol çeşidi, lezzetli
yiyecekleri ve uygun fiyatları var. Geceyi burada sonlandırıp otele dönüyoruz. 

Bugün Sofya’da 2. ve son günümüz.
Yarın sabah Plovdiv’e gidip gece treniyle de İstanbul’a döneceğiz.  

Kahvaltı yaparken günümüzü planlıyoruz. Önce dün
gezemediğimiz yerleri dolaşacağız. Daha sonra ki zamanımızı da alışverişe
ayıracağız. Gece yine Vitosha Caddesinde turlayacağız. 
Dün Ulusal Sanat Galerisi’nin karşısındaki parkı gezmiştik.
Bu gün de yine oradan başlıyoruz.  Parkın
sonuna doğru, havuzlu alanın tam karşısındaki 
dış görünüşü muhteşem olan Ivan Vazov Ulusal Tiyatro binasını geziyoruz.
1907’ de yapılan bu küçük ama görkemli binayı fotoğraflıyoruz.


Geri dönüp Doğal tarih Müzesi’nin hemen yanındaki bahçenin
içindeki  “Sveti Nikolay Mirlikiyski”
Aziz Nikolas Rus Kilisesi’ni buluyoruz. Rus mimarisinin tipik özelliklerinden
olan soğan kubbeleriyle önümüze çıkan bu küçük kilise Andersen Masalları’ndan fırlamış
gibi. Kilisenin önündeki merdivenlere oturup fotoğraf çektirmek de adettenmiş.


Rus kilisesinin önünden meşhur, sarı tuğlalı yol olarak
bilinen Tsar Osvoboditel (Kurtarıcı Kral) Bulvarını izleyerek geldiğimiz
meydanda 1877-78 Rus-Türk Savaşı sırasında Bulgaristan'ı Osmanlı idaresinden
kurtaran Rus İmparatoru II. Alexander'ın at üzerindeki heykelini
fotoğraflıyoruz.



Heykelin karşısında da Bulgar Parlamentosu var.  Parlamentonun hemen yanındaki sokakta biraz
ilerleyince Bulgaristan’ın simgesi Aleksandr Nevski Katedrali çıkıyor
karşımıza. Altın sarısı soğan kubbeleriyle parıldayan bu Bulgar Ortodoks
katedrali, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ölen Rus askerlerinin anısına
yapılmış. 20 yılda (1892-1912) tamamlanan bu katedral gerçekten muhteşem.
İçeride fotoğraf çekmek için ayrıca ücret ödenmesi gerekiyor.



Katedralin hemen karşısında hediyelik eşya, tablo ve antika
satıcılarının oluşturduğu bir pazar da var. 
Katedralin az ilerisinde göreceğiniz tuğladan yapılmış bina
Ayasofya Bazilikası. 6. Yüzyıldan kaldığı söylenen bu bazilika Katedralin
gölgesinde kalmış. Yanındaki sönmeyen ateş ve aslan heykeli turistlerin
ilgisini çekiyor.




Buraları da gezdikten sonra Sofya’da gezmeyi planladığım
yerleri neredeyse bitirdik. Bulunduğumuz yere yakın olan Sofya Üniversitesi’ni
ve Kartallı Köprü’yü görmeyi başka gelişe bırakıp geri dönüyoruz.

Central Market Hall’de börekle
karnımızı doyurduktan sonra Plovdiv’e otobüs bileti almak için Otobüs
terminalinin  (Central Bus Station)
yolunu tutuyorum. Bulunduğum yere terminal bir kilometre kadar. 

Caminin önünden geçen 4-12-18 nolu tramvaylar
terminale gidiyor. Çevrede bulunan bilet satış yerlerinden veya  gazete bayilerinden 1,60 Levaya alacağınız
biletle tramvaya biniliyor. Bazı sitelerde vatmandan da bilet alınabildiği
yazıyordu ama ben görmedim. Tramvayda bozuk tam para ile bilet alınabilecek bir
makine var. Tramvaya bindikten sonra yan camların arasına monte edilmiş küçük
sarı makinelere bileti sokup bastırarak delmeniz gerekiyor.

Terminalin içindeki 12 nolu gişeden kişi başı 9,50 Levaya
Plovdiv bileti aldım. Yarın 11’de Karat Turizm otobüsü ile gideceğiz. 
Terminalden otele dönerken Sofya’nın
üzerine kurulduğu eski şehir Serdika’nın giriş kapılarından biri olan Aslanlı
Kapı ve  Vladaya Nehri üzerindeki Aslanlı
Köprüyü fotoğrafladım. 


İnternette okuduğum “Kadınlar Pazarı” nı bulmak için “Sofia
Synagogue” yanındaki Ekzarh Yosif Sokağının sonuna doğru yürüdüm. İlerde sağ
tarafta satıcıların kadın olduğu çeşitli sebze ve meyvelerin satıldığı bir
pazar var. Ama benim en çok ilgimi çeken şarap satıcısı oldu. Yan yana dizdiği
şarap fıçılarının üstüne cinsini ve fiyatını yazmış. Alacağın 1-1.5-2 litrelik
pet şişelere istediğin fıçıdan şarabı dolduruyorsun. İlginç bir pazarlama.



Günümüzün geri kalanında Sofya’nın alışveriş mekanlarını
geziyoruz. İlk durağımız Mall of Sofia. 
Balkan otelinin karşısındaki geniş
caddeye girip, “Happy Bar” ın oradan sağa sapıp (Aleksandar Stamboliyski
Bulvarı) düz devam edersen (1 km.) Mall of Sofia’ ya çıkarsın. Adalet
Sarayı’nın önünden geçen 10 nolu tramvay ile de ulaşılabilir. Yurdumuzdaki AVM’lerle
kıyaslanmasa bile vakti olanlar, en azından içkilerin, elektronik eşyaların ve
kozmetik ürünlerinin fiyatlarına göz atmak için gezebilir. 
Buradan çıkıp sağa doğru 300 m. yürürseniz büyük bir” Lidl “
var. Avrupa’nın ucuzluk marketi olan Lidl’ı da gezmenizi öneririm.

Merkezde Central
Market Hall’ın arkasındaki sokaktan (Sinagogun önünden) yürüyüp sağa saparsanız
buradaki trafiğe kapalı yol da alışveriş caddesidir. (ul.Pirotska) Değişik
markalara ait çeşitli ürünleri bu caddede bulabilirsiniz. 
Geceyi Vitosha Caddesi’nde sonlandırıp otele dönüyoruz.

Ertesi sabah otelde yaptığımız vasat
kahvaltıdan sonra tramvayla terminale gidiyoruz. Otobüsümüz saat 11 de
Plovdiv’e gitmek üzere hareket ediyor. Vitosha Dağının eteklerine kurulmuş
Sofya’yı biz çok sevdik. ”Ara sıra yine geliriz” diye konuşuyoruz.

Sofya’nın Plovdiv çıkışı karayolu üzerine yeni bir Sofya
kurulmuş. Yeni yapılmış çok katlı binalar, birçok şirket merkezi, iş yerleri bu
yol üzerinde. Merkezdeki eski hava yok buralarda. Praktiker, Metro gibi
alışveriş merkezleri, Toyoto, Leksus, Kia… gibi otomobil şirketlerinin satış ve
servisleri hep buralarda.

İki saatlik yolculuktan sonra Plovdiv
Otogarına varıyoruz. Daha doğrusu otogar değil de Tren istasyonunun önünde
indirme bindirme yeri. 

Bavulumuzu alıp istasyona giriyoruz.
Dün akşam hazırladıklarımızla açlığımızı bastırdıktan sonra bavulu bırakmak
için emanet dolabı aramaya çıkıyorum. 
Plovdiv tren istasyonunda 11 peron
var. Peronlara ulaşmak için alt geçitten yürüyorsunuz. Bazıları boş olsa da
birçok dükkan var. Telefondan hediyelik eşyaya her şey satılıyor. Alt geçidin
sonu bir otogara çıkıyor. Orada bir emanetçi buluyorum. Ancak burası 18.00’a
kadar açık. Trenimiz gece yarımda. Canımız sıkılıyor ama başka çare de yok
gibi. Bavulu buraya bırakıp istasyonun karşısındaki yoldan merkeze yürüyoruz.

Edirne’de 5-6 Mayıs’ta yapılan Kakava
şenliklerine gelmiştik. Yakın çevrede otel bulamayınca Svilengrad’da
konaklamış, Plovdiv’e de günübirlik gelip 2 saat kadar gezmiştik. Şehre pek
yabancı değiliz.

Eski Osmanlı şehri olan ve o zamanki adı Filibe olan şehir
aynı zamanda eski başkent. Dünyanın en eski şehir yerleşimlerinden biri imiş
Plovdiv. Makedon, Roma, Bizans, Osmanlı İmparatorluklarının şehir üzerinde
etkisi olmuş. Şimdi de 2019 Avrupa Kültür Başkenti .

Bol ağaçlı yoldan (Ivan Vazov caddesi)  şehrin merkezi sayılan Merkez Meydan (Stefan
Stambolov Square) a iniyoruz.(1 km.) Meydanın başındaki 3 katlı bina askeri
kulüp. İlerdeki bina Post Oficce. Meydanda yenileme çalışmaları yapılıyor.

Postaneye girip Amerika’daki
torunumuza bir kart atmak için epey uğraşıyoruz. Sizin de böyle bir niyetiniz
varsa, benim gibi oradan oraya koşturup kuyruklarda beklemeyin. Giriş kapısının
yanındaki büfeden kartı ve posta pulunu alın. Kartı yazıp, pulu yapıştırdıktan
sonra ana kapının solundaki posta kutusuna atın.

Postanenin hemen karşısında Tsar
Simeon’s Parkı var. Şehrin en büyük parkı olan bu park çok bakımlı. İçinde
heykeller, süs havuzları, dinlenmek için banklar ve yürüyüş yolları yer alıyor.
Çınarların gölgesinde biraz dinlendikten sonra postanenin önünden geçip Knyaz
Aleksandr 1 Caddesine çıkıyoruz. 
Knyaz
Aleksandr caddesi İstiklal Caddesi gibi trafiğe kapalı uzunca bir alışveriş
caddesi. Merkez Meydan’dan başlayıp Roma Stadyum’una
( Cuma Camisinin
karşısı)
kadar devam ediyor. Hem bu cadde
hem de bu caddeyi kesen ara sokaklarındaki eski evler restore edilmiş. Ara
sokaklarda pek çok restoran ve kafe bulmanız mümkün
.” 



Kynaz
Aleksandar caddesinde kuzeye doğru yürürken solda “Together” tabelası olan bir
sokak ve devamında merdivenler göreceksiniz. Öncelikle bu Together logosu,
Plovdiv’in 2019 Kültür Başkenti sloganı. Şehrin pek çok yerinde göreceğiniz
renkli bir logo. Kültür Başkenti olma sürecinde şehirde ciddi bir yenilenme ve
renevasyon var. Saat Kulesine çıkmadan önce ilk merdivenleri tırmandığınızda
Nayden Gerov caddesi üzerinde sağlı sollu pek çok duvar resmi binaların
duvarlarını süslemiş. Burayı baştan sonra mutlaka yürümenizi öneririm.”
 

Öneriye uyarak caddenin birazını yürüyoruz. Ancak
hava öylesine sıcak ki geri dönüp kendimizi Cuma Camii altındaki kafeye
atıyoruz. 
Şehirdeki camilerin en büyüğü olan Cuma Camisi, (Hüdavendigar
Camisi olarak da bilinir.) 1363-1364 yılları arasında 1.Murad tarafından  yaptırılmıştır.


Caminin altında kafede otururken Türkçe
konuşmalar duydum. Bavulu bırakmak için bir çözüm bulabilir miyim diye
yanaşınca cami görevlisi Ömer’le tanıştım. Ömer’e bavulumu saat 18’de kapanacak
olan bir emanetçiye bıraktığımı, trenimin yarımda kalkacağını en az saat 23’e
kadar buralarda vakit geçirmek istediğimi anlatım. Bavulu bırakacağım bir yer
ayarlayıp ayarlayamayacağını sordum. Doğma büyüme Plovdiv’li olan Ömer; gece
12’ye kadar kendisinin burada olduğunu, bavulu da camiye bırakabileceğimi
söyleyince rahatladım. Hanımı kafede bırakıp Ömer’in ayarladığı taksiyle
otogara gidip bavulu aldım. Aynı taksiyle geri dönüp Ömer’e teslim ettim.

Bavul bırakma sorunu çözülünce kafamız rahat
gezmeye devam ettik. Cuma Camisinin arkasındaki yolu izleyerek Ortodoks
kilisesi Church Assumption’u dışarıdan gördük. Kilisenin önündeki yolu
izleyerek  “Hisar Kapı” ya geldik. Eski
şehrin giriş kapılarından olan Hisar Kapı aynen korunmuş.

Bu bölgeye taksiler, çalışanlar ve yaşayanlar
dışında araç girişi yapılmasına izin verilmiyormuş.

Kapıya sapan sokağın bitişiğinde Plovdiv
Etnoğrafya Müzesi var. Kapalı olduğundan içini göremedik ama dışı da çok güzel.

Buradan 150 m. sonra da “Nebet Tepe” var. Eski
şehir surlarının bir kısmını görebileceğiniz bu tepeden Plovdiv’i
seyredebilirsiniz. Buraya gelirken iki bira almadığıma da pişman oldum.

Aynı yoldan geri dönüp Cuma Caminin oraya
geliyoruz.

Cuma Camisi’nden Meriç
nehrine doğru inen trafiğe kapalı caddenin adı Rayko Daskalov. Bu cadde de
Kynez Aleksandar Caddesi gibi trafiğe kapalı, sağlı sollu alışveriş mağazaları
ve kafe restoranların yer aldığı hareketli bir cadde. Caddenin doğusunda kalan
alana ise Kapana (Türkçe Kapan) deniyor. Burası için Plovdiv’in Karaköy’ü
diyebiliriz. Tasarım mağazaları, konsept kafe ve barlar, renkli sokaklar ile her
mekana girip oturası geliyor insanın. 
Rayko Daskalov’dan düz
kuzeye devam ettiğinizde Meriç nehrine ulaşıyorsunuz. Burada nehir kıyısında
yürüyüş yolları ve yine trafiğe kapalı üzerinde mağazaların olduğu bir köprü
var. Floransa’ya gittiyseniz Ponte Vecchio Köprüsü gibi hayal edebilirsiniz ama
onun moderni olduğu için pek ilgi çekici değil. Yolun solunda ise arkeoloji
müzesi ve tarih müzesini görebilirsiniz.”

Bu caddeyi boydan boya yürüyüp köprü üzerindeki dükkanları  geziyoruz. Meriç nehrinin suları bulanık
akıyor. Bir iki fotoğraf çektikten sonra geri dönüp yol üzerindeki parkta
soluklanıyoruz. Caddeye açılan sokakları gezip etrafı inceliyoruz. Her şey
olduğu gibi korunmuş. Yıkılıp yenisi yapılmamış. 



Plovdiv sanki 
ıhlamurlar şehri. Her yerde ıhlamur ağaçları var. Tüm şehir mis gibi
ıhlamur kokuyor.

Akşam yemeği için yine Happy’s Bar and Grill’i tercih
ediyoruz. Uzun süren yemekten sonra Cuma Camisi civarındaki kafelere
takılıyoruz. Cadde kalabalık. Gençler kızlı erkekli dolaşıyorlar. Karşımızdaki
dönercinin önündeki kuyruk hiç bitmiyor.

Saat 23’de kalkıp Ömer’i buluyoruz. Bavulu alıp taksi ile
istasyona gidiyoruz.(5 Leva) Trenimiz 00.19’ da. 
Plovdiv’den Varna’ya, Burgaz’a, Sofya’ya, Jambol’a tren
kalkıyor. İstasyon pek kalabalık değil. Bir müddet Varna’ya gidecek olan
öğrencileri izleyerek vakit geçiriyoruz. Sonrasında gecenin sessizliği içinde
trenimizi bekliyoruz.



Trenimiz tam zamanında geliyor.
Biletimize bakan kondüktör bir kompartımanı gösteriyor. Kompartımanda kendi
eşyaları var. Onları alıp temiz çarşaf, yastık kılıfı getiriyor. Bütün günün
yorgunluğu üzerimizde. Yatmaya hazırlanıyoruz. Kondüktör tekrar gelip biletimizi
istiyor. Uzun incelemeden sonra biletin dün tarihli olduğunu, bu gün için
geçersiz olduğunu söylüyor. Hayret ve şaşkınlıkla bileti inceliyorum. “Bilet
üzerindeki tarih 07.06, saat 00,15 Gece 12 den sonra tarih 08 olduğu için 07
tarihi geçersiz” diyor. “Varış tarih ve saatine bakın” diyorum. “Varış tarih
08.06, saat 07.40 Buna göre ben bu trene dün akşam 00.15’te bineceğim, 31 saat
sonra bugün 7.40’ da ineceğim. Sizce mantıklı mı?”

Çabalarımız sonuç vermiyor. Tekrar 200 TL bilet ücreti
ödüyoruz.  Sinirler gergin, yorgunluk had
safhada, yarım yamalak uyuyoruz. Aman, siz siz olun biletinizin tarihlerine
dikkat edin.

Saat 2.50’ de tren Bulgar gümrüğünde durdu. Polis girişte
olduğu gibi tek tek yüzümüze bakarak pasaportları topladı. Kısa bir süre sonra
geri dağıttı. Türk gümrüğüne geldik. Trenden inerek pasaport kontrolü
yaptırdık, giriş damgaları vuruldu. Bir süre sonra tekrar kompartıman kapıları
çalındı, herkesin eşyalarını alarak aşağıya inmesi istendi. Herkes bavullarını,
çantalarını alarak  X-ray cihazı önünde
sıraya geçti. Biz sırada beklerken gümrük memurları kompartımanları kontrol
etti. Bu kontrol bitince bavulları X-raydan geçirip kompartımana döndük.
Görevli polis tarafından giriş damgaları kontrol edildikten sonra saat 5.10’ da
hareket ettik. Başımızı yastığa koyar koymaz uyumuşuz.

Saat 8.40’da “İstanbul’a geldik” seslenişiyle kapılara
vurularak uyandırıldık. Hızlıca kalkıp giyindik. Yarım saat sonra Halkalı
İstasyonu’nda tren durdu. Servisle Sirkeci’ye geldik.

İki gece tren, iki gece otel konaklamalı bu gezimiz (son
andaki aksiliği saymazsak) aslında güzel geçti. Dönüşte epey yorulduk. Sınırda
in – bin  uykumuz bölündü ama her şeye
rağmen zevkliydi.

Geçerli vizeniz varsa bir hafta sonu böyle bir tren
yolculuğunu tavsiye ederiz.

Bir başka gezi yazısında buluşmak üzere…















Hoşça kalın, 
“seyahatte kalın…”