Adriyatik gezimiz tüm hızıyla devam ediyor. Karadağ’ın şirin turistik sahil kasabası Herceg Novi’deki otelimizde keyifli bir açık büfe kahvaltı yaptıktan sonra saat 09.00’da hareket ettik. Bugün Karadağ’dan ayrılıp Hırvatistan’a doğru yola çıkıyoruz. Herceg Novi şehri sınıra çok yakın olduğu için Karadağ sınır kapısına varmamız çok kısa sürdü. Benzer şekilde neredeyse 5 dakikada Karadağ’ı terk ettik. Aynı şeyi Hırvatistan’a girerken de söylemek isterdim ama maalesef Hırvatistan gümrüğünde neredeyse 1,5 saatlik bekleyişimiz oldu. Otobüse binen görevli polis pasaportları tek tek kendisi topladı, damgalama işleminden sonra rehberimiz tarafından bizlere dağıtıldı. Geziyi planlarken maalesef gümrük kapılarını hesaplamanız mümkün olmuyor. Aslında her iki kapıyı dikkate aldığımızda 1,5 saatlik süre makul kabul edilebilir. Ama insan tıpkı Karadağ’daki gibi çok kısa sürsün ve gezilecek yerlere daha fazla zaman kalsın istiyor. Neyse bu sohbeti bir kenara bırakıp Hırvatistan hakkında kısa bilgi verelim. Cavtat, oldukça keyifli bir sahil kasabası. Dubrovnik’te yaşayanların deniz için kullandığı güzel bir yer…
Pek çokları tarafından “Adriyatik’in incisi” olarak tanımlanan Hırvatistan, Balkan yarımadasının kuzey batısında yer alıyor. Başkenti ve en büyük şehri Zagreb olan ülkenin nüfusu yaklaşık 5 milyon. Son yıllarda turizm denilince akla ilk gelen ülkelerden birisi olan Hırvatistan, tarih boyunca da pek çok devletin egemenliği altında yaşamış. 1918 yılına kadar önce Macaristan, sonra Avusturya-Macaristan topraklarında kalan Hırvatistan’ın bazı bölümleri 1493’den 1687’ye kadar Osmanlı egemenliğinde yer almış. Sonrasında Yugoslavya Krallığı, ikinci dünya savaşından sonra da Yugoslavya Cumhuriyeti’nin parçası olan Hırvatistan 1991 yılında yapılan referandumla bağımsızlığına kavuşmuş. Özellikle sahillerinin güzelliği nedeniyle son dönemde başta Avrupalılar olmak üzere turistlerin gözbebeği konumunda bulunuyor. Bizim orada bulunduğumuz dönemde Dünya Kupası maçları oynanıyordu ve Hırvatların başarılı sonuçlarını kendi ülkelerinde gözlemleme şansına sahip olduk. Müthiş heyecanlı, hırslı ve elbette mutlular. Gerçi finalde kaybettiler ama 5 milyonluk bir ülkenin sporun farklı branşlarında böyle başarılar elde etmesi muhteşem bir şey olsa gerek. Biz 80 milyonluk halimizle sürünürken elin oğlu azıcık nüfusuyla neler yapıyor diyoruz ve gezimize devam ediyoruz. Deniz tarafındaki kafelerin hemen arkasında Rönesans ve Barok stillerinde inşa edilmiş olan minik Aziz Nikolas Kilisesi bulunuyor.…
Sınırdan geçtikten sonra Cavtat kasabasında kısa bir kahve molası verdik. Dubrovnik sınırlarında kalan Cavtat, Dubrovnik merkeze 18 km mesafede küçük bir sahil kasabası. Kuruluşu MÖ 6. Yüzyıla dayanıyor. Latincede “eski şehir” anlamına gelen Cavtat’ın nüfusu yaklaşık 2.000. Küçük teknelerin yer aldığı antik limanı ve 7 km’yi bulan sahil şeridi ile bölge insanın tercih ettiği yerlerden birisi. Üstelik Dubrovnik’le kıyasladığınızda gerek konaklama gerekse de yeme-içme fiyatları oldukça makul. Muhteşem kumsalları yanında her yıl Haziran-Eylül arası düzenlenen festivaller, konserler ve diğer etkinliklerle ciddi bir turizm potansiyeli oluşturulmuş. Özellikle temmuz ayında düzenlenen Cavtat Karnavalı bunlardan en popüleri. Son yıllarda Avrupa sosyetesini de ağırlamaya başlayan Cavtat kasabasının adını muhtemelen bundan sonra çok daha fazla duyacağız. Yüksek surları, dar sokakları ve harika mimarisi ile bize ortaçağı yeniden yaşatan Dubrovnik tarihi şehir merkezi…
Cavtat’a vardığımızda yağmur çiseliyordu. Otobüsten indikten sonra kilisenin sağ tarafından sahil kısmına geçtik. Restoranlar, kafeler ve hediyelik eşya dükkânları ile son derece sevimli bir yer. Üzerimizde hiç Hırvat parası Kuna olmadığı için oradaki bir dükkânda biraz para bozdurduk (1 Euro=7,10 Kuna) Arkadaşlar farklı kafelere oturarark ince ince yağan yağmurun keyfini çıkarırken ben de küçük kasabada hızlı bir tur attım. Eski şehrin merkezinde Cavtat doğumlu ünlü Hırvat hukukçu ve tarihçi Bogasiç'in heykeli bulunuyor. Hemen arka tarafta ise Aziz Nikolas Kilisesi var. Küçücük kilise 15. Yüzyıla tarihleniyor. Dış cephesi Rönesans, iç bölümleri ise Barok tarzında olan kilisedeki resimler ünlü Hırvat ressam Vlaho Bukovac’a ait. Arka taraflara doğru dar sokaklarda ilerledikçe begonvillerle kaplı küçük balkonlar, tarihi dokusu korunmuş taş evlerle keyifli bir manzara var. Vaktimiz çok dar olduğu için keyifli gezime son veriyor ve kahve içenleri yakalamak için sahile geliyorum. Bu arada yavaş yavaş yağan yağmurdan ciddi anlamda ıslandığımı da söylemem lazım. Bir kafe Americanoyu keyifle yudumladıktan sonra (12 Kuna) Dubrovnik’e doğru yola çıkıyoruz. Pile Meydanı tarihi şehir merkezinin ana giriş kapısının hemen ön tarafında yer alıyor ve günün her saatinde kalabalık…
Cavtat’tan yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrasında saatler 12.30’u gösterdiğinde Dubrovnik kentine geldik. Gerçi siz benim geldik dediğime bakmayın, şehirden içeri girdik ama esas hedefimiz olan surlar içindeki tarihi bölgeye ulaşmamız ayrıca bir 15 dakika daha sürdü. Şehirde korkunç bir trafik, müthiş bir insan kalabalığı var. Yaz dönemi bu bölgenin yüksek sezonu olduğu için ipini koparan bizim gibi ne kadar turist varsa hepsi Dubrovnik’te toplanmış sanki. Şehrin ana giriş noktası olarak kabul edilen Pile Meydanına vardığımızda zar zor bir park noktası bulabildik. Rehberimiz Mustafa otobüsü terk etmek için maksimum 10 dakika süremiz olduğunu, aksi takdirde otobüse ceza yazılacağını söyledi. Kendimizi bir an önce tarihi Dubrovnik sokaklarına bırakmak için hızlıca otobüsümüzden ayrıldık ve şehrin ana giriş kapısı olan Pile Kapısına doğru yollandık. Afrodit ve Pan Heykeli Pile Meydanının adeta sembolü. Turistler ve güvercinler arasında çok popüler…
Şehir gezimizin ayrıntılarını vermeden önce Dubrovnik hakkında biraz kitabı bilgi anlatalım. Hırvatistan’ın güney bölgesinde Adriyatik kıyısında yer alan Dubrovnik’in nüfusu yaklaşık 45.000. Pek çok kaynakta “Adriyatik’in İncisi” olarak tanımlanan Dubrovnik, ününü hakkedecek biçimde her yıl milyonlarca turistin akın ettiği bir şehir. Sahilleri ve plajları kadar devasa surlar içinde konumlanmış olan ve insanı neredeyse 500 sene öncesine götüren tarihi şehir bölgesiyle de dikkat çekiyor. Tarihi daha öncelere gitse de 7. Yüzyılda Slavlar tarafından kurulan kentin orijinal adı “Ragusa” olarak kabul ediliyor. O dönem barbarlardan kaçan insanlar için bir tür sığınak görevi gören şehir, en başından beri yüksek surlarla çevrili olarak inşa edilmiş. Konumu itibariyle hem bir Akdeniz şehri olan Dubrovnik, aynı zamanda Balkan bölgesinin de etkisi altında kalmış. 9. Yüzyıldan itibaren Bizans İmparatorluğu’nun bir parçası olan şehir büyümeye devam etmiş ve komşusu Venedik Cumhuriyeti tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanınca 1205 yılında saldırıya uğramış ve 1358 yılına kadar da Venedik hakimiyetinde kalmış. Hatta bugün milyonlarca insanın ziyaret ettiği tarihi şehir de Venedikliler zamanında bugünkü halini almış. 1358 yılındaki yapılan Zadar Anlaşması ile şeklen Macarların hakimiyetine giren Dubrovnik, uzun yıllar boyunca bir tür serbest ticaret bölgesi olarak yaşamış ve kültürel ve endüstriyel anlamda yükselmeye başlamış. Osmanlı Devletinin sınırlarına dayanması ile birlikte korkulu günler yaşayan Dubrovnik (ya da Osmanlı belgelerine göre RagusA Cumhuriyeti), ödediği vergiler sayesinde bir tür Osmanlı egemenliğine girmiş ama hiçbir zaman fethedilmemiş. Her şey yolunda giderken 1667 yılında meydana gelen büyük depremle sarsılmış. 5000’den fazla insanın hayatını kaybettiği büyük depremde surlar dışında Sponza Sarayı ile Rektör Sarayı hariç ne var ne yoksa yıkılmış. Yeniden inşa süreci başlamış ama büyük depremden sonra Dubrovnik bir daha asla eski şaşaalı günlerine dönememiş. 1806 yılında Napolyon şehri fethettiğinde neredeyse hiçbir dirençle karşılaşmamış. Kısa süren Fransız egemenliği sonrasında 1815 yılında Avusturya-Macaristan hakimiyetine giren şehir 1. Dünya Savaşı’nın sonunda Hırvatistan’la birlikte Sırbistan Krallığının parçası olan Dubrovnik, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Yugoslavya sınırları içinde kalmış. 1991 yılında başlayan savaşta 7 ay boyunca Sırpların kuşatması altında kalan şehir, dünya tarihinde surların doğrudan top atışına en çok hedef olduğu yer olarak kabul edilmiş. 1992 yılında kazanılan bağımsızlık sonrasında huzura kavuşmuş. 15. Yüzyıla tarihlenen Pile Kapısı tarihi şehir merkezinin ana giriş kapısı. İç ve dış kapı olarak iki farklı bölümden oluşuyor… Şehrin koruyucu Azizi olarak bilinen Aziz Blaise’nin ikonasına tarihi şehir merkezinin her yerinde rastlamak mümkün. Sol elinde şehrin küçük maketi ve asası bulunuyor…
Özetle Dubrovnik’in tarihi böyle. 1979 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan tarihi şehir bölgesi, dünyanın en güzel eski şehirlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Tarihi şehir bölgesi, kilometrelerce uzanan kumsalları, pek çoğu sakin ve bakir olan adaları ile özellikle son 20-30 yıldır başta Avrupalılar olmak üzere dünyanın pek çok yerinden turistlerin ilgisini çeken Dubrovnik, ülkemizde de son derece popüler olan “Game of Thrones” dizisinin bazı bölümlerine ev sahipliği yaptıktan sonra daha da popülaritesini artırmış. Öyle ki yüksen sezonda birisine çarpmadan yürümek neredeyse imkansız hale gelebiliyor. Bu yoğunluk son dönemde yöneticileri sık sık önlemler almaya itmiş. Örneğin, gezimiz sırasında rehberiz Mustafa yeni bir düzenlemeden bahsetti. 01.07.2018 tarihinden itibaren Pile Kapısının bulunduğu noktaya belirli günlerde otobüslerin gelmesi yasaklanmış. Otobüsler liman bölgesine kadar gelebilecek, oradan da araçlarla tarihi bölgeye gelinecekmiş. Ve bu düzenleme sadece bir ay önce yayımlanmış. Peki, aylar öncesinden organize edilen, fiyatlanan ve satılan turlar ne olacak? İnsanlardan ilave maliyetleri nasıl isteyeceksiniz? Soruları Mustafa ve patronlarının kafasında hala cevap bekleyen sorular olarak duruyordu. İlginç… Tarihi şehir merkezine girdiğimizde bizleri Büyük Onofrio Çeşmesi karşılıyor. Bir zamanlar şehrin içilebilir su ihtiyacını karşılamak amacıyla inşa edilmiş olan çeşme, bugün 16 farklı maskarondan akan suları ile turistlerin gözbebeği…
Otobüsten indikten sonra devasa çınar ağacının altında, ellerinde irice bir koç tuttukları Afrodit ve Pan Heykelinin bulunduğu çeşmenin dört tarafına yerleştirilmiş bulunan ters balıkların ağzından akan sudan şişelerimizi doldurduk ve rehberimiz Mustafa’nın verdiği ön bilgileri can kulağı ile dinlemeye başladık. Pile Meydanı, şehrin adeta kilit noktası diyebiliriz. Aklınıza gelebilecek tüm trafik sanki burada Brsalje Caddesi üzerinde toplanıyor ve buradan dağılıyor. Bu kadar kalabalık olunca turizm enformasyonu da buraya koymuş adamlar elbet. Hemen biraz yukarıda sağ tarafta harika manzarası olduğunu düşündüğüm Hilton Hotel bulunuyor. Meydandaki teras gibi alan aynı zamanda meşhur Game of Thrones dizisinde kralın sarayına ev sahipliği yapan Lovrijenac Kalesinin de güzel fotoğraflarını çekebileceğiniz bir yer. Artık Dubrovnik’in surlar arasında kalan tarihi şehir merkezine giriş yapmanın zamanı geldi diyoruz ve Pile Kapısına doğru ilerliyoruz. Hemen çeşmenin karşı tarafında yanyana iki bina bulunuyor: Sağda Fransisken Manastırı, solda ise şehrin en eski kilisesi olarak bilinen Aziz Saviour Kilisesi…
Pile Kapısı, tarihi şehir merkezinin ana giriş kapısı olarak biliniyor. Yunanca “kapı” anlamına gelen “pylaj” kelimesinden ismini alan kapının tarihi 15. Yüzyıla dayanıyor. Aslında Pile Kapısı iki farklı noktadan oluşuyor: İç Kapı ve Dış Kapı. Bugün bizlerin giriş yaptığı dış kapının her iki yanında sembolik zincirleri bulunan ahşap köprü varmış. Yani taş bir köprü var ve son bölümünde ise ahşap bir köprü daha varmış. Sembolik diyorum çünkü küçük ahşap köprü çoktan yerini taş bir köprüye bırakmış. Bu küçük köprü gece belirli bir saatte istenmeyen misafirler için yukarıya kaldırılır, kapı kilitlenir ve anahtar da şehrin yöneticisi Rektör’e teslim edilirmiş. Bu kapının üst tarafına doğru şehrin koruyucu Azizi olan Aziz Blaise’nin (Bazı kaynaklarda Aziz Vlao olarak da geçiyor) ikonası bulunuyor. Bu kapıdan geçtikten sonra merdivenlerden inince iç tarafta diğer kapı karşımıza çıkıyor. Bu kapının yüksek duvarlarında da Aziz Blaise’nin ikonası mevcut. Bu ikonalarda aziz, sol elinde şehrin maketini ve asasını taşıyor. Aziz Blaise’nin hikâyesi ilginç: Aslen bugünkü Sivas bölgesinden olan Blaise 872 yılında bir gece Dubrovnikli bir rahibin rüyasına giriyor ve Venediklilerin şehre saldıracağını söylüyor. Bu rüyayı ciddiye alan rahip de yetkililere durumu bildiriyor ve gerçekten de Venedikliler şehre saldırıyor. Elbette muvaffak olamıyorlar. Bu olay neticesinde Aziz Blaise, Dubrovnik şehrinin koruyucu azizi olarak kabul ediliyor. Her yıl 3 Şubat günü onun adına festival düzenleniyormuş. Gerçi Venedikliler 250 yıl sonra şehri ele geçirmiş ama olsun, efsane efsanedir. Fransisken Manastırı, aynı zamanda en eski eczaneye de (Friars Minor) ev sahipliği yapıyor. Bugün için müze olarak ziyaret edilebiliyor…
Pile Kapısından geçtikten sonra tarihi şehir merkezine giriş yapıyoruz ve sokak sanatçılarından birisinin keyifli ezgileri eşliğinde karşımıza güzeller güzel bir çeşme çıkıyor: Büyük Onofrio Çeşmesi. Ragusa Cumhuriyeti zamanında şehrin en önemli konularından birisi içilebilir, temiz su kaynaklarını şehre getirebilmekmiş. Öyle ki kuraklığın yoğun olduğu zamanlarda gemilerle şehre içilebilir su getirilir ve fahiş fiyatlarla satılırmış. Bu sorunu gidermek amacıyla, çatılarda biriken yağmur sularını biriktirme de dahil olmak üzere irili ufaklı sarnıçlar inşa edilmiş. Ancak işler öyle karmaşık hale gelmiş ki 1304 yılında idareciler bugünkü Sponza Sarayı’nın bulunduğu yere büyük bir sarnıç yapılmasına karar vermiş ve devasa sarnıç 1311 yılında tamamlanmış. Aradan geçen yıllar içinde bu sistem de yetersiz kalınca 1436 yılında Şehir Konseyi Dubrovnik yakınlarındaki bir yerleşim yeri olan Šumet’ten şehre bir su kemeri yapılmasını kararlaştırmış ve bu kemerin yapım işini mimar Onofrio della Cava’ya vermiş. Deniz seviyesinden 106 metre yükseklikten ve yaklaşık 11,7 km uzaktan gelen temiz suyun halk tarafından kullanılabilmesi amacıyla da mimar Cava, iki farklı çeşme inşa etmiş: Bir tanesi hemen Pile Kapısından şehre girişteki Büyük Onofrio Çeşmesi, diğeri de daha ileride Çan Kulesinin altında bulunan Küçük Onofrio Çeşmesi. 1438-1440 yılları arasında yapılan Büyük Onofrio Çeşmesi, adeta bir hamam görünümünde kubbeli, yuvarlak ve 16 taraflı bir eser. Her tarafta “maskaron” adı verilen, taştan oymalı yüzler bulunuyor ve bunlar bir tür çeşme görevi görüyor. Bu maskelerin seçilmesinde dönemin en ciddi hastalığı olan vebadan uzak kalma isteğinin de etkisi varmış. 1667 yılındaki depremde çeşme de ciddi hasar görmüş. Hatta orijinal kubbede bulunan ejderha heykeli bu depremde yıkılmış ve tekrar yapılmamış. Küçük bir bilgi daha: yapılan su kemeri bugün dahi şehrin su ihtiyacının büyük bölümünü karşılıyormuş.
Yaklaşık 300 metre uzunluğundaki Stradun Caddesi, tarihi şehir merkezinin en büyük ve bilinen caddesi. Yerli halk tarafından “placa” olarak adlandırılıyor ve dar sokaklar hep buraya açılıyor…
Büyük Onofrio Çeşmesinden akan buz gibi sudan içip, yüzümüzü yıkadıktan sonra gezimize devam ediyoruz. Bu arada Pile Kapısından geçtikten sonra, çeşmenin bulunduğu minik alandan başlayan ana caddenin adı Stradun Caddesi. Ya da yerli halkın verdiği isimle söylemek isterseniz “Placa”. Yaklaşık 300 metre uzunluğundaki cadde, şehrin iki giriş kapısı olan Pile ve Ploče arasında yer alıyor. Tarihi şehrin en uzun, en geniş ve büyük caddesi olan Stradun, kelime anlamı olarak da “büyük sokak” anlamına geliyor. “Placa” ise, eski Yunanda “platea” kelimesinden geliyor ve anlamı da “sokak”. Aslında şimdi gördüğümüz cadde, 11. Yüzyılın sonuna kadar şehri ikiye bölen bir kanala ev sahipliği yapıyormuş. 12. Yüzyılın başlarında bu kanal doldurulmuş ve bir anlamda daha önceden ikiye ayrılan şehir, surlarla birlikte tek bir şehir haline gelmiş. 1468 yılında cadde kireçtaşı ile kaplanmış ve düzenli olarak cilalanmış. 1667 yılındaki depremden sonra yapılan restorasyon çalışmaları ile bugünkü görünümüne kavuşan cadde, pek çok anıtsal esere ev sahipliği yapmasının yanında, tüm festival ve kutlamaların gerçekleştirildiği, milyonlarca insanın ziyaret ettiği Dubrovnik’in en bilinen simgelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Aziz Blaise Kilisesi Luza Meydanında bulunuyor. Kilisenin üst tarafında Azizin tüm şehirde görebileceğiniz heykeli bulunuyor. Yerli halk kiliseyi çok seviyor ve neredeyse bütün evliliklere ev sahipliği yapıyor… Tarihi çok eskilere dayansa da bugün gördüğümüz çan kulesi 1929 yılında inşa edilmiş…
Büyük Onofrio Çeşmesi ile Fransisken Manastırı arasında, hemen köşede minik bir yapı bulunuyor. Dubrovnik şehrinin en eski kilisesi olarak bilinen Aziz Saviour Kilisesi (Sveti Spaso), 9. Yüzyılda inşa edilmiş bulunan eski bir Hırvat Kilisesinin temelleri üzerine inşa edilmiş. 1520 yılında meydana gelen ve yaklaşık 2000 kişinin hayatına malolan depremden sonra Dubrovnik Cumhuriyetini yöneten Senato, daha büyük bir yıkımdan kurtulmanın verdiği minnet duygusuyla bir kilise inşa edilmesine karar vermiş ve Korcula’lı mimar Andrijic’in tasarımıyla sekiz yıllık inşaat süreci sonunda 1528 yılında kilise tamamlanmış. Yani bir tür adak kilisesi de diyebiliriz. Hatta bu durum küçük giriş kapısının üzerinde bulunan kitabede anlatılıyormuş. Şehir bu kiliseye o kadar inanmış ki herkesin, hatta zengin ve soylu kadınların dahi kilisenin yapımında taş ve ahşap taşıdıkları rivayet edilirmiş. Yer yer gotik özellikler taşısa da Dubrovnik Rönesans mimarisinin güzel örneklerinden birisi olan kilise, şehrin neredeyse dörtte üçünün yokolduğu 1667 yılındaki depremde neredeyse hiç hasar görmemiş. Bu yüzden de şehirdeki en eski ve orijinal yapılardan birisi olarak kabul ediliyor. Bizim orada bulunduğumuz dönemde kapalı olduğu için ziyaret etme şansımız olmadı. Orlando sütunu Dubrovnik Yaz Festivali’nin de baş aktörlerinden birisi olarak kabul ediliyor…
Hemen yan tarafındaki kuleli yapı ise Fransisken Manastırı (Franjevacki Samostana). Manastırın yan tarafı Stradun Caddesi üzerinde bulunurken ana girişi ise yan taraftaki dar sokakta yer alıyor ve surlardaki Minceta Kulesine kadar uzanıyor. Dubrovnik’e ilk Fransiskenler 1200’lü yılların başında gelmişler. Kendisini tanrıya ve Hz İsa’ya adayan Aziz Franseco’nun kurduğu bir tarikat olan Fransiskenler, yoksulluk içinde, kahverengi cüppe giyen ve halka İncil’in hükümlerini yayan bir toplulukmuş. Aslında ilk manastır surların dışında inşa edilmiş ama 1317’de ortaya çıkan bir savaş tehdidi nedeniyle boşaltılmış ve sur içinde şimdiki yerinde inşa edilmeye başlanmış. Hemen girişe inşa edilmesindeki temel amaçlardan birisi de herhangi bir saldırı olduğunda şehri ilk savunacak olan grubun keşişler olması, hem manevi güçlerinin karşı tarafa etki edebileceği hem de evlenmedikleri için eş ve çocukları olmaması nedeniyle kaybedecek fazla bir şeyleri olmamalarıymış. Manastırın yapımı birkaç yüzyıl boyunca sürmüş. Fransiskenler arasında temel kurallardan birisi de keşişlerin birbirine yardım etmesi, özellikle de hastaların tedavisine önem verilmesiymiş. Bu yüzden de manastır içinde zemin katta özel bir küçük eczane (Friars Minor) kurulmuş. Zamanla tüm halka hizmet vermeye başlayan eczane hem vatandaşla manastırın bağlarını kuvvetlendirmiş hem de verilen ilaç ve tedaviler sonucunda elde edilen gelirle manastırın ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamış. Avrupa’nın en eski, dünyada ise bilinen en eski üçüncü eczane, 1938 yılından beri Eczane Müzesi olarak faaliyet gösteriyormuş. Sponza Saray bugün için Tarih Arşivleri Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor … Luza Meydanında o kadar çok eser bulunuyor ki bazen Küçük Onofrio Çeşmesi gözden kaçabiliyor…
Manastır, 1667 yılındaki depremden büyük hasar görene kadar Dubrovnik’teki en zengin kiliseymiş. Aslında manastır depreme dayanmış ama sonrasında çıkan büyük yangında mahvolmuş. Öyle ki kilisenin içindeki altın ve gümüşten yapılma 24 altarın tamamı erimiş. Barok ve Rönesans mimari özellikleri taşıyan manastır, kilise, eczane ve bir de kütüphaneden oluşuyor. Sadece eczane değil kütüphanesi de oldukça meşhurmuş ve 17. Yüzyılda inşa edilen kütüphane tüm Hırvatistan’ın en zengin koleksiyonu olarak kabul ediliyormuş. 70.000’den fazla kitabın özellikle 1200 kadarı olağanüstü değeri olan eski el yazmalarından oluşuyor, 216 adet kitap ise ilk orijinal yazım halinde saklanıyormuş. Ayrıca kütüphanede eski kilise mercanına sahip 7 farklı eser de varmış. Zaman zaman bu eserlerden bazıları sergileniyormuş. Müze ve manastırı gezmek isteyenler 30 Kuna ödemek durumundalar. Ama bizim gibi saat 16.00’dan sonra gelirseniz “kapalı” yazısıyla şok olabilirsiniz. Rektörlük Sarayı Dubrovnik’teki en güzel yapılardan birisi. Farklı dönemlerde yapılan farklı mimari üslupların bunda etkili olduğu belirtiliyor… Rektörlük Sarayının sütunlarından minik bir detay…
Stradun Caddesi boyunca ilerliyoruz. Tarihi şehrin her tarafı turistler tarafından ablukaya alınmış. Daracık ara sokaklarda bile rahatça yürüme şansınız olmayabiliyor. Sağlı sollu taş binalardan ilerlediğimizde yolun sonunda Çan Kulesinin bulunduğu küçük Luza meydanına ulaşıyoruz. Bu küçük meydan pek çok tarihi yapıya ev sahipliği yapıyor. Bunlardan ilki meydanın sol tarafında kalan ünlü Sponza Sarayı (Sponza-Povijesna arhiv). 1516-1522 yılları arasında ünlü Dubrovnik’li mimar Paskoje Miličević tarafından inşa edilen bina, gotik-rönesans mimari özelliklerini taşıyor. 1667 yılındaki depremde hasar görmeyen çok az sayıda binadan birisi olduğu için şehrin mimari anlayışının en güzel örneklerinden birisi olarak kabul ediliyormuş. Saray adını “sarnıç” anlamına gelen “spongia” kelimesinden alıyormuş. Bina inşa edilmeden önce alanın bu amaçla kullanılması nedeniyle bu ismin verildiği kabul ediliyormuş. Saray ilk yapıldığında gümrük binası olarak kullanılması nedeniyle halk arasında “divona” yani “gümrük” diye adlandırılıyormuş. Depolar zemin ve birinci katta bulunuyormuş. Daha sonra banka, hazine binası ve hatta darphane olarak da kullanılmış. Zemini sütunlarla desteklenen üç katlı dikdörtgen yapıda bir iç avlu bulunuyor. Binanın sundurması ve süsleri sonradan Andrijic kardeşler tarafından yapılmış. Avluda sekiz yan kemer mevcut ve bunlardan birisinde latince bir ifade yer alıyor: “FALLERE NOSTRA VETANT ET FALLI PONDERA - MEQUE FONDERO DUM MERCES, PONDERAT IPSE DEUS”. Kabaca “Ölçümlerimiz aldatmaya ve aldatılmaya müsaade etmez. Benim ölçtüğümü tanrı da ölçüyor” diye çevriliyormuş. Gümrük işleri yapıldığı için bunun anlamlı olduğunu söyleyebiliriz. Saray, bugün için Tarih Arşivleri Binası olarak hizmet veriyor. En eski belgenin 1022 yılına dayandığı arşivler, Dubrovnik’in tarih, politik ve sosyo-kültürel mirasına ev sahipliği yapıyor. Maalesef bu bölüm ziyarete kapalı. Luza Meydanından katedrale doğru… Tarihi şehir merkezi minik dar sokaklara ev sahipliği yapıyor…
Sponza Sarayı, şehrin en önemli etkinliği olarak bilinen Dubrovnik Yaz Festivali’nin açılış töreninde de önemli bir rol oynuyormuş. Vali (rektör) ve belediye meclis üyeleri sarayın üst katındaki sundurmada oturup, festivalin hareketli ve keyifli geçmesi için ülkenin farklı noktalarından gelen sanatçıları ve oyuncuları selamlarlar, kısa bir mizansen tartışma sonunda gelen misafirlere şehrin sembolik anahtarını vererek şehirde serbestçe bulunabileceklerini müjdelermiş. Zaten sarayın bulunduğu meydan Yaz Festivali döneminde binlerce insanın toplandığı, gösterilerin düzenlendiği yer olarak biliniyor. Zaten Festivalin ana aktörü olan Orlando Sütunu da meydanın ortasında yer alıyor. Üç basamak üstünde duran Orlando Sütunu, şövalye görünümünde, bir elinde kılıç, diğerinde kalkan bulunan taştan bir heykel. 1418 yılında yerel heykeltıraş Antun Dubrovčanin ile ustası Bonino di Milano tarafından yapılan eserdeki şövalyenin adı Orlando. Rivayet odur ki 9. Yüzyılda Orlando ve filosu Dubrovnik’i 15 ay süren bir kuşatmadan kurtarırlar. Halk da bunun karşılığı minnet duygusuna istinaden Orlando’nun heykelini meydana yaptırır. Yani bir tür özgürlüğün temsil edilmesi de diyebiliriz. Tabi işin aslı hiç de hikayede anlatıldığı gibi değilmiş. İsmi bazen Orlando bazen de Roland olarak anılmakla birlikte bu tarz bir sütun, Macar-Hırvat Krallığının hakimiyetindeki uzak şehirlerde bulunan bir egemenlik sembolüymüş. Yine de halkın gözünde Dubrovnik’i kurtaran hayali bir Orlando’nun olduğunu söylüyor rehberimiz Mustafa. Sütunun üst tarafında bulunan küçük kare alan aynı zamanda kamusal duyuruların okunduğu bir yermiş. Bazı suçluların cezalandırılması da sütunun önünde, halkın içinde yapılırmış. İbreti alem olsun diye elbette. Tıpkı Kotor’daki saat kulesinin altında olduğu gibi. Bunun yanında tüm şenlik ve festivallerin başlangıç noktası da Orlando Sütunu oluyormuş. Yukarıda söylediğim gibi Dubrovnik Yaz Festivali’nin açılışı da halen burada yapılıyormuş. Katedral tarihi bölgenin önemli simgelerinden birisi. İç tarafta en arkada Hazreti Meryem’in Göğe Yükselişi tablosu yer alıyor…
Gelelim Çan Kulesine (Gradski zvonik u Dubrovniku). Ploče Kapısı’nın üst kısmında yükselen 31 metrelik kulenin orijinali 1444 yılında inşa edilmiş. Başlangıçta çana vuran figürler ağaçtan yapılmış, sonradan “zelenci” yani “yeşil ikizler” adı verilen bronz figürlerle değiştirilmiş. Bu ikizler o kadar popüler olmuş ki halk tarafından “Maro” ve “Baro” olarak adlandırılmış. Halk ikizleri sevmiş ama çandan çıkan sesi sürekli eleştiri konusu yapınca 1509 yılında değiştirilmiş ve bugünkü halini almış. 1667 yılındaki depremden sonra kule, tıpkı Pisa kulesi gibi eğilmeye başlamış ve bir zaman sonra güvenlik gerekçesiyle yıkılmış. 1929 yılında orijinaline sadık olarak şimdiki kule inşa edilmiş ancak bizim “Maro” ile “Baro” nun birebir kopyaları konulmuş ve orijinal ikizler Rektör Sarayındaki Tarih Müzesine kaldırılmış. Kulenin üzerindeki saat normal bir saat değil, ahtapot misali bir görüntüsü var ve ayın hareketlerini gösteriyor. Aynı zamanda dijital bir saatte bulunuyor. Liman bölgesinden surların görünümü. En başta St. John Kalesi…
Luza Meydanı aslında çok küçük bir yer ama etrafında o kadar çok anlatılacak şey var ki anlayacağınız gibi bir türlü terkedemiyoruz. Şimdi de sırada şehrin koruyu azizi Blaise adına yapılmış olan Aziz Blaise Kilisesi var. Bugünkü kilise 1367 yılına tarihlenen, 1667’deki büyük depremde ciddi hasar gören, 1706’daki yangında tamamen kül olan romanesk bir kilisenin bulunduğu noktaya 1715 yılında inşa edilmiş. Barok mimari ile İtalyan etkisinde yapılmış olan kilisenin girişinde merdivenler bulunuyor ve kubbesi de oldukça büyük. En üst tarafta Aziz Blaise’nin şehrin her tarafında bulunan heykelinden bir adet bulunuyor. Kilisenin iç kısmı zengin dekorasyonu ile dikkat çekiyor. Özellikle mermer sunak ve altın kaplamalı gümüş Blaise Heykeli öne çıkıyor. Bu heykelin elindeki Dubrovnik maketi, yangından sağlam kurtulan tek parça ve depremden önceki Dubrovnik şehrini temsil ediyor. Şehirde pek çok insanın düğün merasimlerine ev sahipliği yapan kilise Dubrovnik tarihi şehrin olmazsa olmazlarından birisi. Tarihi limandan bir kare…
Bu arada Luza Meydanını terk etmeden önce biraz da Çan Kulesinin altında kalan ve çoğu zaman dikkatlerden kaçan Küçük Onofrio Çeşmesinden bahsedelim. Milano’lu heykeltıraş Martinov tarafından 1440-1442 yılları arasında inşa edilen çeşmenin yapım amacı o zamanlar Luza Meydanında kurulan şehrin tek pazarının su ihtiyacının karşılanmasıymış. Bazıları çeşmeye “Hristiyan Çeşmesi” olarak da adlandırıyormuş. Sebebi ise ilginç: Eskiden şehrin içinde bir başka çeşme daha varmış ve bu çeşme sadece Yahudiler tarafından kullanılıyormuş. Diğeri yani Küçük Onofrio ise Hristiyan teba tarafından kullanılıyormuş. Bugün diğer çeşme ortada yok, nerede olduğu da bilinmiyor.
Aziz Blaise Kilisesinin arka tarafından katedrale doğru ilerlediğimizde sol tarafta güzeller güzeli Rektör Sarayı (Knezev Dvor) karşımıza çıkıyor. Gotik ve Rönesans mimarinin barok stilleri ile süslendiği bina 13. Yüzyılda inşa edilmeye başlanmış ve başına gelenler nedeniyle bugünkü görünümüne kavuşması uzun yıllar almış. Şehrin valisi ya da rektörün ikametgahı anlamında “Saray” olarak kullanılması 1349 yılından sonra olmuş. 1437 yılında yakındaki cephaneliğin infilak etmesi sonucu saray yıkılmış. Yeniden inşası sırasında Onofrio della Cava, Floransa’daki Belediye Binası Palazzo Vecchio’nun avlusunu yapan Michelozzo Michelozzi ve meşhur Sibenik Katedralini inşa eden Juraj Dalmatinac gibi ünlü mimarlar görev yapmış. Ancak 1463 yılında yeniden bir patlama meydana gelmiş ve binanın özellikle batı cephesi ciddi hasar görmüş. Aslına uygun onarılırken orijinalinde gotik olan binaya Rönesans stilleri de eklenmiş. Peki hikaye bitmiş mi? Hayır. 1667 depreminde yeniden hasar gören bina tekrar restorasyona uğramış ve bu sefer de barok öğeler eklenmiş. Pek çok sanatçıya göre içiçe geçmiş mimari stilleri saraya bugünkü güzelliğini katmış. Bugün için Saray, Dubrovnik Tarih Müzesine ev sahipliği yapıyor. Orijinal mobilyalar, yöneticilerin portreleri, yağlı boya tablolar, cumhuriyet dönemine ait paralar, şehir kapılarının orijinal anahtarları ve bazı önemli belgeleri görebilirsiniz. Rektörlük Sarayı…
Rehberimiz Mustafa Dubrovnik Cumhuriyeti’nde yönetsel anlamda enteresan şeyler olduğundan bahsetti. Örneğin, bir dönem rektörler aylık olarak seçiliyormuş ve üstüste seçilme şansı yokmuş. Ticaretin yoğun olması şehri zenginleştirirken aynı zamanda yasa dışı taleplerin de artmasını, rüşvet vb. şeylerin yaygınlaşmasını ortaya çıkarmış. Böyle olunca rektörler ve üst düzey yöneticilerin her ay yeniden seçilmesi kararlaştırılmış. Seçilen rektör belirlenmiş koşullar ve diğer zorunlu durumlar dışında saraydan çıkamıyormuş. Bu, rektörün ele geçirilerek yönetimin gasp edilmesine bir önlem olarak düşünülmüş. Dışarıya karşı son derece güçlü görünen rektörler aslında klasik anlamda “eşitler arasında birinci” konumuna sahipmiş. Daha önce de belirttiğim gibi, her gece şehrin iki giriş kapısının kilitlenmesi ve anahtarların rektöre verilmesiyle ilgili bir tören yapılıyor, sabah ise kapılar yeniden açılıyormuş. Böylece şehre gece hiç kimse giremiyormuş. Saray aynı zamanda Konsey toplantılarının da yapıldığı yermiş. Bunun dışında bazı kamu ofisleri, zindanlar ve gözlem evi de bulunuyormuş. Zindanların oldukça kötü ünü varmış. Pis, bakımsız, güneş görmeyen zindanlarda yeterince yiyecek verilmeyen mahkûmlar arasında 25 yıldan fazla kalanlar varmış. Öyle ki üst düzey yöneticilerle yapılan toplantılarda mahkûmların çığlıkları duyulurmuş. Sarayın avlusunda Miho Pracat adlı zengin bir armatörün büstü bulunuyor. 16. Yüzyılda Şehrin kuşatma nedeniyle açlıktan kırıldığı bir zamanda bir şekilde mısır yüklü gemilerini limana yanaştırmayı başaran Pracat, cesareti ve cömertliği nedeniyle böyle bir onura layık görülmüş. Vasiyetinde tüm servetini de yoksullara bırakan Pracat, Dubrovnik Cumhuriyetinin 1000 yıllık tarihinde böyle bir büstü/heykeli olan sıradan tek vatandaşmış. Gerçekten aile için büyük bir onur. Açık devasa kapıdan bakarsanız büstü dışarıdan dahi görebilmeniz mümkün. Şehrin en geniş sokağı olan Siroka Sokağı… Bu da sıradan dar sokaklardan sadece bir tanesi…
Rektör Sarayını geçtikten sonra bu sefer de karşımıza Dubrovnik Katedrali çıkıyor. Hikayesi ise şöyle: 1192 yılında Aslan Yürekli Richard Haçlı Seferlerinden dönerken çok sert bir fırtınaya tutulmuş ve gemisi batmasına rağmen binbir zorlukla Dubrovnik’in hemen karşısında yer alan Lokrum Adası’na sığınmış. Hayatını kurtarması nedeniyle Tanrıya şükranlarını sunmak için Meryem Ana adına Lokrum’a bir kilise yaptırmaya karar vermiş ancak üst düzey yöneticiler kilisenin Lokrum yerine Dubrovnik’e yapılmasını talep etmişler ve Richard’da bu teklifi kabul etmiş. Bizans dönemine ait yıkık kilisenin bulunduğu yere Romanesk tarzda bir kilise inşa edilmiş. Pek çok heykelle süslü gösterişli kilise tahmin edebileceğiniz gibi 1667 depreminde yıkılmış. Kent Konseyi deprem sonrası ivedilikle bir katedral yapılmasına karar vermiş ve mevcut katedral 1713 yılında inşa edilmiş. St. Nicholas Kilisesi…
Beyaz rengin hakim olduğu iç bölümde en çok dikkat çeken şeylerden birisi ana sunağın arka tarafında merkezde bulunan ve Venedikli ünlü ressam Titian Vecelli tarafından yapılan “Hazreti Meryemin Göğe Yükselişi” poliptiği. Poliptik en genel anlamda 3 ya da 4 farklı resimden oluşan bir tablo oluyor ve ortada bulunan resim ana konuyu temsil ediyor. Genelde kiliselerde bunlara çok rastlıyoruz. Bunun dışında sağda ve solda bulunan sunaklardan bazıları da oldukça etkileyici. Özellikle menekşe renkli mermerden yapılma Aziz John Sunağı, denizcileri korumak amacıyla eşlerinin gelip dualar ettiği ve kıymetli eşyalar bağışladığı sunak ilk akla gelenler arasında. Bunun dışında katedralin en kıymetli eserleri “Hazineler” bölümünde yer alıyor. Hazineler o kadar değerliymiş ki odaya girebilmek için aynı anda üç farklı anahtara ihtiyaç duyuluyormuş. Pek çok altın ya da gümüşten yapılmış eşyalar, değerli tablolar, aralarında Bizans imparatorluk tacı şeklinde dizayn edilen ve değerli madenlerle süslenmiş Aziz Blaise’nin başı da olan 200’e yakın kutsal emanet bulunuyormuş. Dominiken Manastırı…
Katedral ziyaretimizi de tamamladıktan sonra sol taraftan ilerleyip Eski Liman’a geçiyoruz. Bir dönemin ticaret devletinin can damarı olarak kabul edilen eski liman, artık kendine özgü şirinliği ve atmosferiyle turistleri selamlıyor. Limanın bugünkü görünümünün büyük kısmı 15. Yüzyılda ortaya çıkmış. Tarihi limanın savunulmasında iki ana yer ortaya çıkıyor: Sırtınızı karaya verdiğinizde sağ uçta kalan St. John Kalesi, sol tarafınızda kalan ise Revelin Kalesi. Revelin Kalesinden önce ondan daha küçük bir kale daha var ve adı da St. Luka Kalesi. Bir dönem şehri düşman saldırılarından korumak için St. John ve Luka kaleleri arasına zincir çekiliyormuş. Sonradan Dubrovnik başmimarı Paskoje Miličević tarafından Kaše adı verilen dalgakıran yapılmış. Körfezin ortasında, karayla bağlantısı bulunmayan dalgakıran adeta bir zincir görevi görmüş. Ayrıca yeni zincir dalgakıran ile St. John Kalesi arasına çekilmiş ve daha kısa olduğu için savunma daha sağlam hale gelmiş. Şehrin Avusturyalıların hakimiyetinde olduğu 19. Yüzyılda bu sefer de St. John Kalesinin uç tarafına bir başka dalgakıran daha yapılmış: Porporela. Sonradan yapılan limandaki yürüyüş yolu Porporela’ya kadar uzatılmış ve Dubrovnik sakinlerinin akşamüzeri keyifli bir yürüyüş yolu haline gelmiş. Aynı zamanda hemen karşıdaki Lokrum Adasını izlemek için de nefis bir konumu bulunuyor. Arka sokaklardan kareler…
Limanda bugün Arsenal adlı lüks bir restorana ev sahipliği yapan üç simetrik tonozlu taş binanın orijinali tersane ve küçük bir cephanelik olarak inşa edilmiş. Casuslar tarafından gemilerin yapılışı rapor edilmesin diye tonozların arası tuğlalarla geçici olarak örülür, tamamlandığında ise tuğlalar sökülür ve gemi limana indirilirmiş. 16. Yüzyılda Dubrovnik Cumhuriyeti’nin elinde 180’den fazla büyük tonajlı gemi bulunuyormuş. O zamanki donanması dönemin güçlü ülkelerinden Venediklilerle yarışıyormuş. Tarihi liman artık küçük gezi tekneleri, balıkçılara ait tekneler ile zenginlerin yatlarına ev sahipliği yapıyor. Aynı zamanda Cavtat, Mlini ve Lokrum Adasına giden tekneler de bu limandan kalkıyor. Büyük Onofrio Çeşmesi ve Aziz Saviour Kilisesi…
Eski limandan yeniden içeriye döndük ve rehberli turumuz sona erdi. Saatler 14.00’e geliyordu. Yemek molasından sonra Büyük Onofrio Çeşmesinin bulunduğu noktada saat 15.15’de buluşmak üzere ayrıldık. Sabah otelden çıkarken yanıma aldığım irice güzel bir elma öğle yemeği konusunda beni tatmin etti ve Arzu da dahil arkadaşlar yemek yiyecek yer ararken ben kendimi dar sokaklara vurdum. Böyle bir şehrin keyfi zaten dar sokaklara kendini bırakarak geçer diyerek daldım aralara. Adını ünlü Hırvat şair İvan Gundulic’den alan meydan her daim kalabalık ve popüler…
İnsan bu tarz şehirlerin sokaklarında dolaşırken gerçekten de kendisini farklı bir atmosferde buluyor. Abartmıyorum, daracık sokaklarda gezerken sağ taraftan bir atlının hızlıca yanınızdan geçebileceğini, bir taş binayı incelerken aniden çalan çan sesiyle içinizin ürperdiğini, üst kattan bağıran bir annenin akşam yemeği için sokakta oynayan oğlunu çağırabileceğini duyuyorsunuz sanki. En çok iki metre genişliğinde, yer yer merdivenlerle bezenmiş sokaklarda artık ortaçağ insanı yerine ellerinde kameraları ve haritaları ile meraklı turistler dolaşıyor. En ufak bir ayrıntıyı kaçırmadan sayılı dakikalarını optimum şekilde harcamaya çalışan bu insanlardan birisi olarak ben de neredeyse her sokağa girmeye çalışıyorum. Elbette Dubrovnik gibi bir orta çağ şehrinde her sokak bir sürprize çıkabiliyor. Stradun Caddesine paralel biçimde ilerleyen Prijeko sokağının sonunda yer alan minik St. Nicholas Kilisesi (Crkva sv. Nikole) de bunlardan ilki idi. Tipik bir pre-romanesk tarzında inşa edilen küçük kilisenin orijinali 11. yüzyıla tarihleniyor. Ön cephesi ise 1607 tarihinde tamamlanmış. Dubrovnik’in en eski kiliselerinden birisi olan Nicholas Kilisesi 13. Yüzyıla tarihlenen bir Meryem Ana resmine ev sahipliği yapıyormuş ancak ben dolaşırken kapalı olduğu için içeriye girme şansım olmadı. Dubrovnik’in İspanyol Merdivenleri olarak bilinen “Cizvit Merdivenleri”, dünyanın en çok izlenen dizilerinden birisi olan “Game of Thrones”a da ev sahipliği yapmıştı…
Minik kilisenin sol tarafındaki dar sokaktan ilerlediğimde bu sefer Dubrovnik’teki önemli dini yapılardan birisi olan Dominiken Manastırı’na ulaşıyorum. Ploce Kapısının yakınında bulunan Manastır Dubrovnik mimarisinin en güzel örneklerinden birisi kabul ediliyor. Aynı zamanda içinde bulunan müze şehrin tarihine yönelik bir çok eşya, resim, el sanatları ve diğer şeylere ev sahipliği yapıyor. Dominikanlar kendi kiliselerini 1225 yılında inşa etmişler ama kutsal emanet odası, toplantı salonu (Capital Hall) ve kemerli avlusu ile birlikte manastır kompleksinin tamamlanması 15. Yüzyılın ortalarını bulmuş. Tıpkı Fransisken Manastırında olduğu gibi Dominiken Manastırının inşa edildiği yer de stratejik olarak oldukça önemliymiş. Şehrin savunmasından önemli bir noktada yer alıyormuş. Manastır mimarisi oldukça sade, dış duvarlar gösterişsiz ancak kilisenin içi zengin biçimde dekore edilmiş. Ana kemer üzerinde yer alan Altın Haç en önemli eser olarak kabul ediliyor. Haçın altında dini figürleri anlatan işlemeler mevcut. Avludaki sundurmalar Dubrovnik’in önemli yerel mimarları tarafından inşa edilmiş. Avlunun ortasında bir zamanlar su ihtiyacının karşılandığı taş bir kuyu var. Etrafı yemyeşil ağaçlarla süslü avlu insana huzur veriyor. Avlu, Napolyon’un Dubrovnik’i işgali sırasında bir dönem atların dinlendiği yer olarak da kullanılmış. İç tarafta Dubrovnikli bazı önemli aile fertleri ile piskoposların mezarları da bulunuyor. Toplantı salonundan sağa doğru ilerlediğinizde küçük bir şapel ve kutsal emanetlerin saklandığı bölüme geliyorsunuz. Buradaki yazıtta 1485 yılında mimar Paskoje Miličević tarafından yapıldığı yazıyor. Manastırın çanları ise çok daha geç bir tarihte, 18. Yüzyılda tamamlanmış. Manastırın kütüphanesi paha biçilmes el yazmalarına ev sahipliği yaparken, müzesi de birbirinde kıymetli eserleri barındırıyor. Özellikle mücevher koleksiyonu görülmeye değer. Meraklısı için giriş ücretinin 30 Kuna olduğunu belirteyim. Cizvit Merdivenlerinden yukarıya çıktığımızda St. İgnatius Kilisesi karşımıza çıkıyor…
Manastır ziyaretini tamamladıktan sonra ufak restoran ve kafelerle süslü Prijeko sokağında ilerledim ve Büyük Onofrio Çeşmesinin oraya geldim. Bu sefer karşı taraftan ilerledim ve Paskoje Miličević Meydanı ile Gundulić Meydanını birleştiren Ulica Ud Poca boyunca salına salına yürüdüm. Bu sokak sağlı sollu küçük hediyelik eşya dükkanlarının yer aldığı, bazı sanat galerilerinin bulunduğu, sokağı kesen dar sokaklarda pizza, hamburger vb. fast food dükkanları ile kahvecilerin sıralandığı keyifli bir sokak. İsmini de bir tür kuyu tipi anlamına gelen “puci”den alıyor. Zamanında su kuyuları bulunuyormuş. Sol köşedeki Postane binasının bulunduğu Siroka Sokağı, Ulica Ud Poca’yı Stradun’a bağlıyor. Dubrovnik’te Stradun Caddesine çıkan tün ara sokaklar belirli bir standart genişlikte inşa edilmişken Siroka Sokağı bunun yaklaşık üç katı genişliğinde yapılmış. Bunun tek bir sebebi var: Zamanında şehrin Ambar Binası buradaymış ve bu yüzden de oldukça hareketli olan bu sokak diğerlerinden daha geniş planlanmış. Belirli dönemlerde ortaya çıkan kıtlık nedeniyle özellikle tahılın depolanması oldukça önemliymiş ve bu yüzden de bina üç katlı olarak tasarlanmış ancak Avusturyalılar döneminde nedense son katı yıkılmış. Gezmek nasip olmadı ama içeride 15 farklı kuru kuyu varmış ve tahıl buralarda saklanırmış. Bugün de bir Ambar Müzesi olarak faaliyet gösteren bina aynı zamanda bazı etnografik eserlere ev sahipliği yapıyormuş.
Sokak boyunca ilerlediğimde kendimi Gundulić Meydanında (Gundulićeva Poljana) buluyorum. Taş binaların arasında kalan, restoran ve kafelerle süslenmiş meydan oldukça keyifli bir yer. Tarihi şehirdeki tek açık meyve sebze pazarını maalesef göremiyoruz çünkü öğlene kadar sürüyormuş. 1667 yılındaki depremde burada bulunan binaların tamamı moloz yığınına döndüğü için kent yönetimi bunu fırsat bilerek meydanı oluşturmuş. Adını da ünlü Hırvat şair İvan Gundulic’den almış ve meydanın ortasında ünlü şairin bronzdan bir heykeli bulunuyor. Heykelin dört tarafında şairin kendi değerlerinin anlatıldığı rölyefler bulunuyor. Gundulic, 1589 yılında Dubrovnik’te doğmuş ve uzun yıllar Konsey üyeliği yapmış. Hatta bazı kaynaklara göre 1638 yılında ölmeseymiş büyük ihtimalle Rektör olarak seçilecekmiş. Hırvatlar tarafından “milli şairlerden” sayılan Gundulic2in en bilinen eserlerinden birisi “Osman” adında bir epik. Burada bahsedilen Osman, bizim Genç Osman olarak bildiğimiz padişah. 1621 yılında yenilgiyle sonuçlanan Lehistan seferini anlatan eser aynı zamanda İslam karşıtlığı ve Hristiyanlığın yüceliğini anlatıyormuş. Şairin mezarı Fransisken Manastırında bulunuyormuş ve “Osman” adlı eserinin el yazması da orada saklanıyormuş. Surlara çıktığımızda karşımıza ilk çıkan manzara Stradun Caddesi ile Büyük Onofrio Çeşmesi oluyor elbette…
Dubrovnik’in “İspanyol Merdivenleri”ne doğru ilerlerken sol tarafta kalan binanın köşesinde üç farklı surattan sular akan çeşmeden şişemi dolduruyorum ve yoluma devam ediyorum. “Jesuit Stairs” yani “Cizvit Merdivenleri” olarak adlandırılan yer, ismini bu bölgede kurulan okuldan alıyor. Dubrovnik piskoposu Beccadelli, 1555 yılında şehirde yeni faaliyet gösteren Cizvit papazlarından bir kolej kurmalarını talep eder ancak bu talep bir türlü yerine getirilemez. 1667 depreminden sonra yeniden gündeme gelen projenin hayata geçirilmesi artık daha kolay olur zira deprem her yeri mahvetmiştir. Proje, bir kilise ile bütünleşik olarak planlanır ve 1725 yılında tamamlanır. “Collegium Ragusinum” adı verilen okul Dubrovnik’in ilk koleji olarak kabul ediliyormuş. Aynı meydanı paylaşan St Ignatius Kilisesi 1355 yılına tarihlenen Dubrovnik’in en eski çanına da ev sahipliği yapıyormuş. Kilise daha çok katedral havasında inşa edilmiş, oldukça heybetli. Kapalı olduğu için içeriye girme şansımız olmadı. Roma’da Trinità dei Monti kilisesine giden dünyaca ünlü “İspanyol Merdivenleri”nden esinlenerek inşa edilen merdivenlerin yapım tarihi ise 1735-1738. Daha küçük olmakla birlikte benzerlik son derece normal zira mimarı da İtalyan Pietro Passalacqua. Ama merdivenlerin son dönemde daha popüler olmasını sağlayan şey başka elbette. Dubrovnik şehrinin, dünyaca ünlü Game of Thrones dizisinin bazı bölümlerine ev sahipliği yaptığını söylemiştim. İşte dizinin takipçilerinin kolayca hatırlayacağı gibi, 5. Sezonda Cersei Lanister saçları kısacık kesilmiş olarak halkın arasında sokakta çırılçıplak yürür ve utanç içinde sarayına ulaşır. Bu yürüyüşün başladığı nokta tam da burası. Burası aynı zamanda kardeşlik tarikatına da ev sahipliği yapan bölge olarak hatırlayabilirsiniz. Dizinin bir fenomeni olarak buralarda dolaşmak çok farklı bir duygu. Merdivenlerin üst tarafına çıkmak ve bir süre soluklanarak çevreyi seyretmekten muhteşem keyif aldığımı söyleyebilirim. Surların dışında kalan Lovrijenac Kalesi, şehrin savunmasındaki en önemli noktaymış. Kalenin en güzel manzarası kuşkusuz surlar üzerinden oluyor…
St. İgnatius Kilisesinin bulunduğu meydana açılan kısa ve dar eğimli sokaklardan inince Katedralin giriş kapısının bulunduğu arka tarafa ulaştım ve tam bu noktada Amoret Restoranda (Konoba Amoret) Arzu dahil bizim tayfadan 10-12 kişinin iştahlı biçimde öğle yemeklerini yediklerini gördüm. Kısa bir hoşbeşten sonra yoluma devam ettim. Zira Pile Kapısının oradaki randevuya çok fazla kalmamıştı. Orası burası derken saat 15.10’da Büyük Onofrio Çeşmesinin oraya varmıştım. Yavaş yavaş gruptan diğer arkadaşlarda gelmeye başladılar. Peki siz burada niye toplanıyorsunuz derseniz cevabım çok net: İsteyen arkadaşlarla Dubrovnik2in en güzel noktalarından birisi olan surlara çıkacağız. Bu nefis şehri bir miktar yukarıdan görmek harika olacaktı eminim. Bazı noktalarda biraz daha dar olmakla birlikte surlardaki genişlik yaklaşık 2 metre kadar…
Dubrovnik’le ilgili hangi kaynağa bakarsanız bakın, manastırlar, dar sokaklar, eski liman vb. pek çok görüyorsunuz ama şehir surları buraya gelenler için olmazsa olmazlardan birisi olarak sayılıyor. Surların tarihi ortaçağın başlangıcına kadar götürülüyor. Şehrin 9. Yüzyılda 15 ay boyunca Sarazenlerin kuşatmasına dayandığı düşünüldüğünde bunun doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Kaynaklar, 13. Yüzyılda, Fransisken Manastırı hariç, tüm şehrin surlarla çevrilmiş olduğunu yazıyır. 14. Yüzyılda surları güçlendirmek için 15 farklı noktada çalışmalar yapılmış. Dubrovnik’in altın çağı olarak kabul edilen İstanbul’un fethinden 1667 yılındaki büyük depreme kadar olan dönemde surlar nihai haline kavuşmuş. Depremden sonra zarar gören yerlerde onarımlar yapılmış ve sonrasında ciddi anlamda bir değişiklik olmamış. Savunma hattını tamamlayan batıdaki Lovrijenac Kalesi ile doğudaki Revelin Kalesi surların dışında kalmış. Surların altında denizin keyfini çıkarabileceğiniz kafeler mevcut ama bunlara oturmak için surlara çıkmanıza gerek yok, girişler aşağıdan…
Şehri çevreleyen surların toplam uzunluğu 1940 metre. Kara tarafında kalınlık 4-6 metreye kadar çıkarken, deniz tarafında ise kalınlık 1,5-3 metreye düşüyormuş. Ayrıca kara tarafından gelebilecek, özellikle topçu saldırıları için, bazı noktalarda ikinci bir iç duvar inşa edilmiş. Ana malzeme olarak taş ve kireç taşı kullanılmış. Bazı noktalarda yüksekliği 25 metreye kadar çıkan surların ana savunma hattı dört köşede oluşturulan kule/kalelerle sağlanıyormuş. Kuzeyde şehri en yüksek noktadan gören Minceta Kulesi, limanı koruyan Revelin ve St. John Kaleleri, batı tarafını koruyan Bokar Kalesi inşa edilmiş. Bu arada batı tarafında denizden gelebilecek saldırılara karşı da sur dışında kalan Lovrijenac Kalesi yapılmış. Surlardan liman manzarası. Üç simetrik tonozlu taş bina bir zamanların tersane ve cephanelik binası Arsenal…
Bazı arkadaşların gözü korktuğu için surları tercih etmeyince toplam 29 kişilik bir grup olarak surlara çıktık. Rehberimiz Mustafa surlarda toplu bir gezinin mümkün olmadığını, yer yer dar olan bölgelerde kalabalık olarak gezilemeyeceğini söyleyince herkes farklı küçük gruplar halinde gezdi. Surlara çıkış ücreti 150 Kuna. Bu ücrete dışarıda kalan Lovrijenac Kalesine giriş ücreti de dahil. Bu arada surlara çıkabileceğiniz üç farklı nokta var. Biz, diğer pek çokları gibi, Büyük Onofrio Çeşmesinin karşı tarafında kalan yerden giriş yaptık. Surları gezerken maalesef bir defa hakkınız var. Yani bir yerden gireyim , diğerinden inerim sonra tekrar çıkarım diyemiyorsunuz. Surları dolaşmak için ortalama iki saatlik bir süre öneriliyor. Levent abiyle birlikte bizim turumuz 1,5 saat kadar sürdü. Elbette yukarıda ne kadar zaman geçireceğiniz tamamen kişinin kendisine kalmış. Şehrin yukarıdan görünüşü tek kelimeyle muhteşem. Özellikle Minceta Kulesinin en üst katından şehri izlemek olmazsa olmazlardan. Oldukça kalabalık olduğunu söylemem lazım ama tek yönde gezilebildiği için yavaş yavaş da olsa sürekli ilerlemek mümkün. Yalnız bazı kritik ve popüler noktalarda fotoğraf molaları can sıkıcı olabiliyor. Herkez aynı güzel manzarada fotoğraf çektirmek isteyince kuyruklar oluşabiliyor ama çok da önemli değil bence. Peki yorucu mu diye sorarsanız bence değil. Yer yer merdivenler ve hafif eğimli noktalardan geçiyorsunuz ama bu sürekli devam etmediği için çok yorucu olduğunu düşünmüyorum. Limanın ortasında bulunan “Kaše” adlı dalgakıran geçmiş dönemde şehrin savunması için oldukça önemliymiş…
Surların dışında kalan Lovrijenac Kalesinin en güzel manzarası kuşkusuz yine surlardan görülüyor. Lovrijenac Kalesi, denize bakan yaklaşık 37 metre yüksekliğindeki kayaların üzerine, batı tarafında hem denizden hem de karadan gelen saldırılara karşı savunma amaçlı inşa edilmiş bir kale. 11. Yüzyıl olarak tarihlenmiş olsa da kale hakkındaki ilk kayıtlar 1301 yılına rastlıyor. Efsaneye göre Venedikliler şehri ele geçirmek istedikleri dönemde bu kayalığın bulunduğu yere bir kale yapmayı kararlaştırmışlar. Ancak şehir halkının bir şekilde bu plandan haberi olmuş ve Venedikliler daha yola çıkmadan aynı yerde bir kale inşa etmişler ve şehrin savunmasının önemli bir parçası haline getirmişler. Venedikliler gemilerle Dubrovnik önlerine geldiğinde tam bir şok yaşamışlar ve gizli planları çökmüş. Kale 15. ve 16. Yüzyıllarda onarım görmüş ve bazı ilaveler yapılmış. Elbette 1667 yılındaki depremde de hasar görmüş ve sonradan yeniden onarılmış. Üçgen biçiminde yapılan kalenin üç farklı terası var. Duvarları yer yer 12 metre kalınlığa ulaşıyormuş ancak şehre bakan tarafının kalınlığı sadece 60 cm imiş. Bunun neden böyle yapıldığını araştırdığımda ilginç bir şey öğrendim: Kaleyi inşa ederken dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı güçlü duvarlar yapılmış ama kaledekilerin bir gün şehre saldırması ihtimaline karşı ince duvarların etkisi olmayacağı hesaplanmış. Bir gün kale komutanı askerleriyle birlikte niyeti bozarsa şehirden yapılacak saldırılarda kale seri biçimde tahrip edilecekmiş. Enteresan ama mantıklı bir yaklaşım bence. Zaten soylular arasından seçilen kale komutanı her ay değiştirilirmiş. Bir zamanlar Dubrovnik’te herhalde bir aydan fazla yöneticilik yapılan bir makam yoktu. Zira daha önce anlattığım gibi rektörler de her ay değişiyormuş.
Kalenin girişinde bulunan yazıtta “NON BENE PRO TOTO LIBERTAS VENDITUR AURO” yazıyormuş. Anlamı da kabaca “Özgürlük dünyadaki altınların tamamıyla dahi satılamaz”. Kale Yamaç Yarışlarına ve Dubrovnik Festivali döneminde bazı konserlere ev sahipliği yapıyormuş. Gelelim Lovrijenac’la ilgili popüler noktaya. Ünlü Game of Thrones dizisinde “King’s Landing” olarak geçen yerde kullanılan kale Lovrijenac Kalesi. Bu yüzden buraya yönelik özel turlar dahi yapılıyor. Hatta Dubrovnik’te sadece GOT’a yönelik özel turlar çok popüler. Dizi çok meşhur olunca böyle bir talep de son derece normal elbette. Akşam vakti Stradun Caddesi…
Surlardaki gezimizi tamamladıktan sonra hemen Büyük Onofrio Çeşmesi’nin karşısındaki kafeteryada kısa bir kahve molası verdik. Arzu ve Deniz abla da bize katıldı. Scak içecekler ortalama 20-30 Kuna, yani kabaca 3-4 Euro diyebiliriz. Daha önce söylemiş miydim bilmiyorum :) ama Hırvatistan’ın diğer şehirleri dahil olmak üzere Balkanların en pahalı yeri Dubrovnik bence. Bu kadar turistik olunca yiyecek içecek fiyatları almış başını gitmiş. Ortalama bir yemek bedeli yaklaşık 100 Kuna, basit bir magnet ise 15 Kuna’dan başlıyor ve 50 Kuna’ya kadar gidebiliyor. Alışveriş yaparken surların dışını tercih ederseniz biraz daha makul fiyatlarla karşılaşabilirsiniz. Luza Meydanı…
Saat 17.30’da tarihi şehre giriş yaptığımız Pile kapısındın dışarı çıktık ve gezimize ilk başladığımız Pile Meydanındaki çınar ağacının altında buluştuk. Dubrovnik tarihi şehir gezimize birkaç saatlik bir mola verip otelimize geçiyoruz. Dört yıldızlı otelimiz Valamar Lacroma, tarihi merkezden yaklaşık 5 km kadar dışarıda, deniz kenarında yer alıyor. Oldukça büyük bir arazi üzerine konuşlanmış, tam bir Belek-Kemer oteli havasında. Odalar gayet güzel, ferah ve tertemiz. Gezinin en pahalı otel ücretini buraya ödüyoruz. Pek çok tur Dubrovnik’te konaklamaktan kaçınıyor. Bunun temel sebebi ise civardaki şehirlere göre fiyatların 2 hatta 3 katına kadar çıkması. Programı biz kendimiz yaptığımız için Dubrovnik’te konaklamak istedik. Hem de yüksek sezonda. Ama kimse pişman olmadı, özellikle de ışıklar altında salınan güzel Dubrovnik’i gezdikten sonra. Rektör Sarayının hemen yan tarafında Hırvatistan’ın en ünlü oyun ve roman yazarlarından birisi olarak kabul edilen Marin Drzic’in heykeli var. Burnuna dokunulunca şans getirdiğine inanılıyormuş…
Kısa bir dinlenme sonrasında akşam yemeği için restorana indiğimizde tatsız bir sürprizle karşılaştık. Konaklamamız oda kahvaltı olarak göründüğü için grubumuzu akşam yemeğini almadılar. Rehberimiz Mustafa devreye girdi, ödeme belgesinin fotoğrafını gösterdi, telefon trafiği, o bu derken yaklaşık 45 dakikalık bir gecikme sonrası açık büfe yemek sunulan büyük restorana girebildik. Kaldığımız oteller arasında açık büfesi en zengin ve göz alıcı olan otel olduğunu söylemem lazım. Hatta Rıfat abinin deyimiyle “ne dört yıldızı Hakan’cım, yedi yıldız ayarında bu otel” sözünü hatırlatmak isterim. Gerçekten de somondan kırmızı ete, balıktan dondurmaya ne ararsanız mevcuttu. Biz de kafamıza ve midemize göre pek çok şeyden tattıktan sonra bizleri şehir merkezine götürecek otobüsümüze doğru yollandık. Aziz Blaise Kilisesi…
Dubrovnik tarihi şehir merkezini gündüz vakti gezmek çok güzel ama gece ışıklar altında da görmek de bambaşka bir güzel olduğu için programa böyle bir küçük tur koymuştum. Yaklaşık 1,5-2 saat boyunca gündüz doya doya gezdiğimiz yerleri bu sefer de ışıklar altında daha sakin biçimde gezdik. Aslında küçücük ama harika bir yer. Ortaçağ sokaklarında akşam karanlığında salınmak ayrı bir heyecan katıyor yüreklere. Liman bölgesindeki kafede birer akşam kahvesi içtikten sonra saat 23.00’de otobüsümüze binerek otelimize doğru yola çıktık. Akşamüzeri fırsatımız olmadığı için otelin bahçesinde biraz dolaştık. Yemyeşil bir yere konuşlanan otelin sonu plaja kadar gidiyor ama biz yorgunluğun da etkisiyle odalarımıza yollandık. Güzel, rahat ve büyük yatağıma ulaştığımda saat gece yarısını çoktan geçmişti…
Gezimiz devam edecek….
Seyahatle kalın….
|