Köroğlu'nun İzinde Bolu-Abant-Aladağ...

Nihayet günler süren e-mail ve telefon trafiği, kimler katılıyor? Kaç kişiyiz? Nasıl gidiliyor? Nerede kalacağız? Ne yiyeceğiz? tarzı sorular bitti ve Bolu-Abant-Aladağ gezimizi keyifli bir şekilde tamamladık…

Bir süredir mail grubuna dahil olduğum ancak bir iki kişi dışında hiç birisini şahsen tanımamadığım Mülkiye Dostluk Grubu’nun en genç üyesi olarak (neredeyse tamamının 1970’lerin mezunları olduğunu göz önünde bulundurursak) grupla tanışma heyecanı içinde seyahatimiz sabah erken saatte başladı. Son yolcularımızı da aldığımızda büyük beyaz lüks otobüsümüzde toplam 24 kişi olmuştuk. Ama gezinin full kadrosu bu değildi. 22 kişilik İstanbul kafilesi aynı saatlerde İstanbul’dan yola çıkmıştı bile…



Değişiklik olsun diye otoban yerine Ankara-Bolu devlet karayolunu tercih ettik. Gerede’de verdiğimiz kısa çay molasını takiben ilk durağımız Hasan abinin günlerdir maillerle bize “mutlaka uğrayalım” dediği Hayreddin Tokadi türbesi oldu.

Türbe, Ankara’dan gelirken Bolu’yu geçtikten sonra yaklaşık 10 km uzaklıkta ve Elmalık köyü sınırları içinde kalıyor. Türbe’de yazılı bilgilere göre, Hayreddin Tokadi, manevi halifeler zincirini oluşturan mukaddes zincirin 28. halkasını oluşturuyormuş. 1535 yılında vefat ettiğinde de dergahının bulunduğu yere defnedilmiş. Sonraki yıllarda iki küçük mescid, çeşme, dergah türbedar evleri ve şadırvan ilave edilmiş. İlk dergahın içinde bir ağaç varmış ama biz bunu göremedik. Bu arada çeşmeden akan su çok tatlı ve mevsim gereği buz gibiydi. Kana kana içtik…



Tüm bu maneviyatına ilaveten türbenin bulunduğu bölge asırlık ağaçlarla süslenmiş bir doğa harikası. Küçücük bir çayın oluşturduğu güzellik ve türbenin hemen karşısındaki yoldan yaklaşık 50-60 metre çıktığınızda piknik alanında yer alan küçük gölet buraya inanılmaz keyifli bir hava katmış. Türbenin girişindeki dükkanlarda hediyelik eşyalar, bal, reçel ve benzeri ürünler almanız da mümkün.

Bu kısa ziyaretten sonra istikametimizi Abant gölüne çevirdik. Vakit öğleyi bulduğu için gruptan “yemek-yemek” nidaları yükselmeye başladı. “Yemek Kolu Başkanımız” Hasan abinin tavsiyeleri ve ısrarlarıyla Abant yolu üzerindeki Sebahattin’in Yerinde karar kılındı…Ama sadece kılınabildi…Zira biz Sebahattin’e ulaştığımızda müthiş akçaabat köfteleri ızgaraya atılmıştı. Herkes otobüsten inerek mis gibi kokan köftelere doğru hücum ediyordu ki oradaki yetkili 65 kişilik bir grubun rezervasyon yaptırdığını ve 5 dakika içinde burada olacağını, ancak bir saat sonra bize hizmet verebileceklerini söyledi…Koca bir hayalkırıklığının yanında Abant gölündeki yeni umutlarla yolumuza devam ettik…

Abant Gölü Milli Parkına otobüs giriş ücreti olan 45 TL’yi ödedikten sonra başladık gölün çevresinde otobüsle tur atarak restoranları kolaçan etmeye…Ne mümkün…Tam öğle saatine denk geldiğimizden tüm restoranlar “1 saat sonra ancak” diye cevap veriyorlar. Veee sonunda açlıktan bitap düşenler parçalanarak restoranlara ya da sucuk-ekmekçilere üçer dörder oturmak zorunda kaldılar…



İstanbul ekibiyle buluşmamız Abant gölünde tam girişteki geniş meydanda oldu. Toplam 46 kişinin kucaklaşmaları, hatır sormaları derken daha önceden çay-kahve içmek için sözleşilen otelin lobisine geçtik. Bu arada ekipten 5-6 kişi göl çevresinde yürüyüş turuna çoktan başlamıştı bile. Kar ve güneşin etkisiyle yer yer çamurlaşan zeminde yapılan bu 6 kilometrelik tur yaklaşık 1,5 saat sürmüş…

Daha önce de Abant’a iki kez gelmiştim. İkisi de bahar aylarına denk düşmüştü. Yeşilin her tonu, gölün muhteşem manzarası ve elbette doğanın bir bütün halindeki uyumu inanılmaz hoş gelmişti bana. Ancak, tamamen buz tutmuş karla kaplı Abant gölünü pek sevemedim. Öyle ki ilk kez gelenler zaten ortada göl falan olduğunu da çok anlayamazlar gibi geldi bana. Belki sıcak memleket çocuğu olduğumdandır ama yine de bahar aylarını tercih ederim…

Konaklama yapacağımız Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Tesislerine vardığımızda saatler 17.00’i gösteriyordu. Tesis üniversite kampüsünün içinde yer alıyor. Konumu ve görünümü gayet hoş. Son derece mütevazi ama bir o kadar da temiz odalarımıza yerleşip, akşam yemeğine indiğimizde saat 19.00 olmuştu bile.

Akşam yemeği oldukça eğlenceliydi. Oyunlar oynandı, danslar edildi, şarkılar söylendi. Mart sonunda yapılması planlanan Selanik-Kavala gezisi detayları, ertesi gün düzenlenecek pikniğin Aladağ mı, Gölcük mü ya da daha farklı bir yerde mi olacağı yönünde müzakereler, piknik için yiyecek-içecek tedariki hususları, hava durumuna yönelik onlarca tahmin, bol kahkahalı sohbetler gece boyunca devam etti. Mekan abinin tek başına oynadığı çöketrmeyi de unutmamak lazım. Yorgun bedenimi yatağa attığımda saatler henüz gece yarısını göstermiyordu bile…

Sabah kahvaltısını halledip yola çıkmak için otobüslere bindiğimizde saat tam 10.15’ti. Aladağ’da yapılacak piknik için Bolu merkezdeki bir hipermarketten malzemeleri satın alarak geziye başlamayı planlamıştık. Hipermarketi bulmak biraz zaman alsa da sonunda şoförler dahil 50 kişilik alışverişimizi tamamladık: 25 Kangal sucuk, 30 ekmek, bilimum miktarda içecek, mangal kömürü, plastik bardak-tabak-çatal vs.vs….



Bolu’dan Seben-Kıbrısçık ilçelerine giden yola saparak tırmanmaya başladık. Diğer otobüsle irtibatımız geçici olarak kesilmiş olsa da “nasılsa yeri biliyorlar” diye herhangi bir endişemiz olmadı. Hava bu mevsim için alışılmadık biçimde güneşli ve güzeldi. Zaman zaman otobüste bunun bize bir gün önceki “Hayreddin Tokadi” ziyaretinin bir lutfu olup olmadığına yönelik sohbetler yapıldı. Orman yollarına girdiğimiz anda zaten kara alışık olmayan ben ağzım açık bir biçimde etrafı izlemeye ve otobüsün içinden becerebildiğim kadar fotoğraf çekmeye başladım.

Önceleri seyrek olan ağaçlar tırmandıkça sıklaşmaya ve yükselmeye başladı. Ağaçlardan fırsat buldukça görebildiğimiz Bolu manzarası da muhteşemdi. Gölcük ayrımına girmeyip soldan devam ettik. Otobüs sanki ormanın derinliklerinde ilerliyor ve yol hiç bir zaman bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Hani takvim yapraklarında rastladığımız fotoğraflar olur: dar bir yol, ıssız, etrafta ağaçlar ve üzerlerinde karlar birikmiş…İşte öyle bir manzarada ilerliyoruz. Jandarmanın oradaki yol ayrımını kaçırınca fazladan birkaç kilometre boşa gitmiş olsak da hiç kimse bunu dert etmedi. Ve yaklaşık 25 km. sonunda piknik yapacağımız orman işletme şefliği bölgesine ulaştık.

Hava tertemizdi. Vücudumun fazladan oksijen aldığı gibi bir hisse kapıldım. İşletme şefliğinde konaklamaya müsait bungolav tarzı evler mevcut. Size odun dışında bir şey vermiyorlar. Her türlü ihtiyacınızı siz kendiniz getiriyorsunuz. Şehrin keşmekeşinden uzaklaşarak sakinlik ve huzur arıyorsanız bence doğru adres bu tip yerler…

Görevli arkadaşın odunları hazır etmesiyle Namık abi önderliğindeki ekip şömine yakım işine girişirken bizler de eşyaları indirmeye başlamıştık ki İstanbul ekibinin otobüsü park yerine yanaştı. Karla kaplı zemin, yeşil-beyaz karışımı ağaçlar ve güneşin etkisiyle sanki bir bahar günü gibiydi. Mevlüt abiyle Cumhur abi mangal yakma operasyonuna başladığında biz de bir yandan biraz sonra midelerimize inecek sucukları hazırlamaya koyulduk.



Az sonra mangal hazırdı. Kızaran sucukların kokusu her yanı sardığında masanın ve mangalın çevresi sırasını bekleyenlerle dolmaya başladı. Elbette buna bizim “Şakir” de dahil. Şakir, oradaki köpeğe Mekan abinin taktığı isim. Gerçek adı bilinmiyor ama zaten biz onu Şakir olarak benimsedik. Ortalıkta öylece dolaşan Şakir kokular arttıkça mangala doğru yanaştı. Tabi nasibini bol bol aldı…

Hasan abinin “Panik yapmayın, herkese bol bol malzememiz var” uyarıları pek sonuç vermemiş gibi görünüyordu. İlk talepler atlatıldıktan sonra gerçekten de elimizde sucuk bile kaldı. Fakat kalan sucukların sebebinin, grup içinde önceki tecrübelerle de sabit olan, Mevlüt abinin İstanbul’dan kendi elleriyle yoğurarak getirdiği köfteler olduğunu daha sonra anladım. Bu köfteler o kadar meşhurmuş ki bir yiyen bir daha tadını unutamazmış!

Mevlüt abi özenle ızgaraya dizdiği köfteleri kızartmaya başlayınca mangalın etrafında yeniden kalabalık oluşmaya başladı. Ben, “sucuk ister misiniz?” diye sordukça herkes “yok, biz köfte yiyeceğiz” diye cevap veriyordu. Şakir bile bana pas vermedi. 45 dakikaya kalmadı 3-4 kilo köfte uçtu gitti. Lezzetli miydi? Evet, gerçekten çok lezzetliydi…

Daha önce de söylediğim gibi piknik yaptığımız bölge Aladağ Orman İşletme Şefliğine ait. Bölgede Okçular, Örencik, Demirciler, Karacaağaç yaylaları var. Etraf yüksek ağaçlardan oluşan ormanlarla çevrili. Bazılarımız kısa yürüyüşlerle ormanın ve temiz havanın keyfini çıkarırken bazılarımız da koyu sohbetlere ve türk sanat müziğinin derinliklerine daldılar.

Saatler 15.45’’i gösterirken mangal söndürülmüş, her yer temizlenmiş ve çöpler toplanmıştı. Ardından grup toplu halde fotoğraf çektirdikten ve İstanbul ekibiyle tek sıra olarak vedalaştıktan sonra Ankara’ya doğru yola koyulduk. Otobüse binince, belki de bu kadar bol oksijenli temiz havanın vücudumuza yaptığı etkiyle, aslında ne kadar yorulduğumuzu da anlamış oldum. Öyle ya da böyle “Her gezi tatlı bir yorgunluktur” sözü yine ispatlanmış oldu. Böyle tatlı ve keyifli yorgunluklara ben her zaman varım…

İyi seyahatler…





 Yazılan Yorumlar...
Tahir Göksoy
(22 Şubat 2011)
Hakan kardeşimizin anlatımı çok güzel, geziyi yaşayan biri olarak bu bölgenin kış ve kar koşullarında görülme-
sini tüm gezginlere öneririm. Teşekkürler Hakan
Hülya
(21 Şubat 2011)
Bu güzel anlatımınla geziyi bize tekrar yaşattın.
Çok teşekkürler
kurtuluş
(21 Şubat 2011)
hakan bende bol oksijenli, mangallı bir gezi istiyorum...en kısa zamanda...haakaan bizii mangalaaa götüürr...
gülden
(20 Şubat 2011)
Karaağaç....Muhteşemdir yaylaları,havası ,manzarası....Özlemişim, sayenizde tekrar gidip gelmiş gibi oldum...paylaşımınız için teşekkürler......
NEŞE
(19 Şubat 2011)
Hakan çok imrendirdin beni...Çok güzel bir gezi olmuş,ayrıca fotoları büyüterek aralarında tanıdıklar var mı diye de inceleme yaptım...Çok teşekkürler..
hüseyin güler
(18 Şubat 2011)
Bolu gerçektende karlı havalarda ayrı bir güzel oluyor...
Kartpostal gibi yorumu yaptığınız fotoğrafı ben de çok beğendim.
Ferudun Babacan
(18 Şubat 2011)
Sizinle gezmiş gibi oldum.Çok teşekkürler...