Ülke |
Şehir |
Ekleme |
Düzenleme |
Gezi Tarihleri |
Okunma |
Yorum |
Yazan |
Uganda
|
Entebbe |
02 Nisan 2012 |
|
15 Ekim 2005 19 Nisan 2006 |
9594 |
3 |
Ali Eriç |
|
|
Arabamla Afrika - Uganda : 2-son (Entebbe - Mbarara) (Genel)
|
Uganda'daki günlere devam ediyoruz...Sonraki gün, öğleye doğru yola çıktık. 445km'lik yolu yaklaşık 8 saatte katedip Entebbe'ye vardık. Yolun bu kadar uzun süre almasının nedeni, yerleşim yerlerinin çokluğu ve buralardaki kalabalık nedeni ile yavaş ilerlemek zorunda kalmamız. Bir de, Entebbe'ye ulaşmak için Kampala'nın varoş kalabalığını da yarmak zorunda kalışımızı eklemek lazım. Ancak yine de kolay ve sakin bir yolculuk oldu.
Entebbe'de kalacağımız otel, Amerikan başkanlarını ağırlamış bir yer. Başkan Clinton için özel hazırlanmış bir suit bile bulunuyor. Adı da Clinton Suiti. Burada kalmak isteyen USD575.00'nı bayılmak zorunda kalıyor. Suitin manzarasını beğenmediğimiz için biz orayı tercih etmedik. Entebbe'de iki gece kalacağız ve daha sonra, yani 27 Ocak Cuma sabahı Buketler'i havaalanından uğurlayacağım.
İlk gece, akşam yemeği için şehir merkezine gidiyoruz. Her taraf zifiri karanlık. Ana caddede, jeneratörü olan birkaç yerin ışığı yanıyor. İçlerinden bir bar-restoranda hızlı bir akşam yemeği yedikten sonra otelimize dönüyoruz. Sonradan öğrendiğime göre, Entebbe'de iki günde bir elektrikler düzenli olarak kesiliyor. Bu aslında ülkenin birçok yeri için geçerli. Son zamanlarda, Viktorya Gölü, dolayısıyla Nil Nehri'nde su seviyesindeki aşırı düşüş, bu nehir üzerinde kurulu bulunan iki hidroelektrik santarlının verimsiz çalışmasına, sonuçta da ciddi önlemler alınmasına neden olmuş. Önceleri Kenya'ya elektrik ihraç eden Uganda, bu ihracatı durdurduğu gibi, kendi ihtiyacını bile karşılayamaz durumda.
Çay tarlalarında işçiler....(Photo by Alican ERİÇ)
Buketlerle son günümüzde önce, benim onlar gittikten sonra kalmayı düşündüğüm oteli, Golf View Inn Hotel'i görmeye gittik. Küçük, ucuz ve mütevazı bir "butik otel". Buket de beğendiğine göre sorun yok, kalabilirim. Planım, Buketler'in gidişinden sonra 2-3 gün daha Entebbe'de kalıp biriken yazılarımı tamamlamak ve daha sonra Uganda'nın güneyine doğru, Rwanda'ya geçmek üzere yola çıkmak. Daha sonra hem gezmek, hem de içinde bulacağımızı umduğumuz bir kafede birşeyler içip vakit geçirmek için botanik parkına gittik. Hayal kırıklığı içinde ve rutubetli sıcaktan bunalmış bir halde kendimizi dışarı attık. Düşündüğümüz içeceklerimizi otelin bahçesinde almak en iyisi. Üstelik sürpriz vervet maymunları da bahçede cirit atıyorlar.
Otelin Bahçesinde Vervet Maymunları Cirit Atıyor....(Photo by Alican ERİÇ)
Seyahatimizin, birlikte yiyeceğimiz son akşam yemeği için Çin Lokantasına gidiyoruz. Akşam erken yatmamız lazım. Sabah çok erken (ya da gece çok geç) uyanıp, havaalanına gideceğiz.
----------------------
27 Ocak sabaha karşı kalkıp havaalanına gittik. Havaalanı sahasına girişte polis kontrol noktasındaki bariyer açık ve ortalıkta hiç polis görünmüyor. Yavaşlayıp etrafa bakıyorum, ilgilenen yok, geçiyoruz. Arkamızdan, kulübeden bir polis çıkıyor ve anlaşılmaz bir el işareti yapıyor, "Geç!" anlamına geldiğini tahmin ediyoruz.
Buketler'den ayrılmak pek kolay değil tabii. Karımı, oğlumu 2.5 ay sonra görebileceğim tekrar. Fazla acıklı hale getirmek anlamsız tabii. Uzun bir vedalaşma seremonisi olmasın diye, check-in işleminden hemen sonra pasaport kontroluna giriyorlar ve ayrılıyoruz. Yine de duygulara gem vurmak zor, kös kös arabama doğru gidiyorum. Böyle durumlarda bana en iyi gelen şey uyumaktır. Otele dönüp, saat dokuza kadar uyumayı planlıyorum.
Havaalanından çıkarken, girişte açık olan bariyerin çıkış tarafı kapalıydı. Bariyerin önünde durup kornaya bastım. İçeriden bir asker çıktı, önce sağdaki cama doğru yaklaştı. Arabanın "direksiyonunun olmadığını" farkedince, solda beni gördü ve ön taraftan dolaşıp yanıma geldi. "Hiç halim yok anacığım, bırak sorgu suali de, geçeyim" diyorum içimden. Pencereyi açtım. Bana, girerken niye durmadığımı sordu. Bariyeri açık gördüğümü, üstelik kulübenin önünde yavaşladığımı, kimseyi göremeyince de basıp geçtiğimi söyledim. Cevabımı beğenmedi. Bariyeri açtı, arabayı ilerdeki boşluğa çekip inmemi ve kendisini takip etmemi söyledi. Çattık! O an gazlayıp gitmeyi düşündüm; onlar Uganda yavaşlığı ve sabah mahmurluğuyla benim plakamı çözene kadar, ben çoktan uzaklaşırdım, onlar da unutup giderlerdi, eminim. Ama, Dürüst Ali bu öneriye karşı çıktı ve söyleneni yaptık. Girişteki tabelayı gösterdi, üzerinde "Dur!" diye kocaman yazan.
- Burada ne yazıyor, okuyabiliyor musun?
dedi.
- Evet
dedim,
- ..."Dur!" yazıyor.
- Peki neden durmadın o zaman?
- Çünkü bariyer açıktı ve kimseyi göremedim.
- Ama bu tabelayı buraya boşuna mı koyduk? İnsanlar dursun diye değil mi?.
- Peki bariyeri boşuna mı koydunuz? İnsanlar dursun istiyorsanız bariyeri indirin o zaman?
- Her seferinde bariyeri kaldırıp indirmek olmasın diye idirmiyoruz.
- Ben bunu nasıl bilebilirim. Burada bir bariyer var ve açıktı. Kimseyi göremeyince de, durmaya gerek olmadığını düşündüm. Üstelik dışarıda kimse de yoktu.
Mbarara yakınlarında bir Pazar yeri....(Photo by Alican ERİÇ)
Neyse, aramızdaki konuşma bu minval üzerine sürüp gidiyor. Bu arada içeriden iki asker daha çıktı. Yüzlerinde alaycı bir ifade. Anlaşıldı ki, hamam böceği vaziyetindeyim. Fevri bir hareket olmasın diye de kendime telkinde bulunuyorum. Neyse, bir süre sonra canım sıkıldı (zaten sıkkındı ama, uzamasından sıkıldım), "Peki, anladık, hatalıyız. Ne olacak şimdi? Ceza mı keseceksiniz? Hapise mi atacaksını? Sabahın köründe benimle oynayıp durmayın. Neyse, gereğini yapın" diye bir çıkış yaptım. "İçeriye, bizim komutanlık binasına gideceğiz, komutan gerekli cezayı taktir edecek" dedi birisi. "Tamam" dedim, "hadi gidelim. Ama, bariyerin açık olduğunu komutanınıza söylemek zorundayım". Desduuur! Oyunbozanlık ediyorsun ama. Bunu söylemenin anlamı var mı şimdi. Yüzlerindeki alaycı ifade bir anda ciddileşti. "Ceza büyük olacaktır" ama dedi, beni arabadan indiren. Sıra bendeydi artık. "Olsun" dedim, "neyse çekeriz cezamızı". "Bizim aslında niyetimiz seni cezalandırmak değildi" falan gibi birşeyler söylediler. Bunun üzerine ben de "Peki o zaman, bu seferlik beni affedin, gideyim. Bir dahaki sefere söz veriyorum, duracağım" dedim. "Bak, durmazsan o zaman ceza görürsün" dediler. "Tamam" dedim. Bir daha nerde, "Hacı hacıyı Şam'da görsün". Söve söve uzaklaştım oradan.
O gün kahvaltıdan sonra birkaç gün geçireceğim Golf View Inn Hotel'e taşındım. Bu ismi -hiç adetim olmamasına rağmen- sık sık yazıyorum ki, okuyanların aklına kazınsın. İlk gün otelin bahçesinde sürekli kitap okuyup yazı yazmakla geçirdim vaktimi. Akşam kasabaya inip internet café'de mesajlarıma baktım ve yemek yedim. O gece elektrik kesilme akşamıydı, dolayısıyla her yer zifiri karanlıktı. Fazla geç olmadan yatıp uyudum. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra da yine bahçede yazılarımla uğraştım. Öğleden sonra bunalıp, kaynak kitapta övgüyle söz edilen Yaban Yaşamı Eğitim Merkezi'ni (Wildlife Education Centre) gezmeye karar verdim. Bundan sonrası ile ilgili detayları aslında "kötü haber"i verdiğim" ilk bölümde açıklamıştım, tekrarlamayayım.
Buket ve Alican'la Son Akşam Yemeği....(Photo by Alican ERİÇ)
Odamdan fotoğraf çantam, bilgisayarım ve cüzdanım çalındıktan sonrası tam bir kabustu. Otel yönetimi, resepsiyonu ve çalışanlarını polis çağırmak konusunda ne yaptıysam ikna edemedim. Benim defalarca polis karakolunu aramam bir işe yaramadı. Her seferinde, telefonu açan adam (büyük olasılıkla aynı adamdı) sanki olayı ilk defa duymuş gibi yeniden aynı soruları soruyor ve ben çıldıracak gibi oluyordum. Otelin müdürünü cep telefonundan aratıp, nerede olduğunu soruyorum; "Karakoldayım" diyor. Karakolu aratıyorum, soruyorum "Müdür orada mı?" diye. Olmadığını söylüyorlar. Tekrar müdürü aratıyorum. "Biraz önce çıktım ordan" diyor. "Buraya geliyor musun?" diye soruyorum. Geleceğini söylüyor. Saatler geçiyor, ne gelen var, ne de giden. Olayın tespit edildiği 20:30'dan 23:30'a kadar nafile uğraştım. Sonunda birşey yapamayacağımı anladım ve böyle zamanlar için sakladığım Xanax'ımdan bir tane atıp yatağa devrildim. Uyumuşum...
Sabah uyandığımda uykumu almıştım ve zindeydim. Duş alıp, traş oldum ve kahvaltı yaptım. Benimle birlikte odaları soyulan Alman baba-kıza, karakola kendimizin gitmesinin doğru olacağını söyledim. Onlar da aynı fikirdeydiler. Daha sonra karakola gidilmesi, orada insanları harekete geçirme konusunda yaşanan ızdırtap, ifadelerin yazılması, tutanak tutturulması, bir dedektifin alınıp otele getirilmesi, dedektife neleri yapması gerektiği konusunda verilen "polislik dersleri", ertesi gün polis raporu alınabilmesi için gerekli harcın otel yönetimi tarafından karşılanması gerektiği konusunda kavgalarımız, benim otel müdürüyle ayrıca kavgam, bütün bunlara ve polis şefinin nasihatlarına rağmen otel yönetiminin kayıtsızlığının sürmesi karşısında benim çıldırma noktasına gelmem v.s. derken akşamı yaptık. Bu arada takkeyi koyup uzun uzun düşündüm: Çalınanların yerine yenilerini koyup da devam mı etmeliyim, yoksa burada bitirmeli miyim?
Önceden de bahsetmiştim; bu bir korku, tedirginlik ve huzursuzluktan kaynaklanan vazgeçme değildi. Yılmıştım, bu ikinci hırsızlık olayından sonra. Bıkmıştım yeniden aynı şeylerle uğraşmaktan. Ve hevesim kalmamıştı, seyahatin geri kalanı için. Sıtkım sıyrılmıştı, tabiri caizse. İçinde bulunduğum bu depresif durum yüzünden de sağlıklı bir karar verebilecek durumda değildim. Orada kaldığım taktirde değişen birşey olmayacaktı. Çalınanların yerine yenilerini koyacaksam, bunlar İstanbul'dan temin edilecekti, orada bulmam söz konusu değildi. Bunların başkası tarafından alınması ve bana gönderilmesi ise hem zaman alacaktı, hem de gümrük sorunları çıkma olasılığı çok yüksekti. Ayrıca, Uganda'da geçireceğim zaman da para demekti. Bütün bunları göz önüne alınca, İstanbul'a dönüp, olayın üzerinden bikaç gün geçmesini beklemek ve daha sonra kararımı verip ona göre davranmak en mantıklısıydı. Pazartesi akşamı Almanlar'ı uçakla uğurlayıp kendim için de İstanbul'a gidiş-dönüş bileti almak amacıyla havaalanına gittik. Demek ki Şam'a kadar beklemeye gerek yokmuş.
Bu arada, hırsızlığın ertesi günü, yani Pazar, bana daha önce bir arkadaşım tarafından web sitesinin adresi gönderilmiş olan ve Uganda'da yaşadığı iddia olunan bir Türk kızına e-posta gönderdim. Hemen arkasından yanıt geldi ve yanıtında mobil telefonu da yazılıydı. Uganda'da yaşayan Türk kızımız Meltem, -sonradan öğrendiğim kadarıyla- gazetelere "Ferrari'sini Satıp Uganda'ya Giden Kız" diye haber olmuş da, benim haberim olmamış. Olmaz tabii, "Ben öyle her gazeteyi okumam arkadaş" tutuculuğunu sürdürürsem, daha dünyadan haberim olmaz. Her neyse, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" düsturunu hatırlayıp, Meltem'in Uganda'da -varsa- Türk komününü tanıyacağı varsayımıyla telefona sarıldım. Malum, Hartum'da da işi, orada yaşayan Türk komünü yardımı ile çözmüştüm.
- Merhaba Meltem Hanım! Ben Ali, hani Turafrika, şu arabasıyla yalnız başına...
- Aaa, merhaba, nasılsınız?
- Kötüyüm
- Hayırdır
- Soyuldum"la başlayan muhabbet kısa sürdü ve Meltem "neler yapılabilir"i araştırıp bana döneceğini söyledi. O akşam Meltem'le birkaç kez daha görüştük ama, fazla bir gelişme olamadı. Pazartesi günü şansımı bir kez de Elçiliğimiz'de denemek için Nairobi Büyükelçiliği'ni (Uganda'da elçiliğimiz olmadığı için, o bölge Kenya Büyükelçiliğimiz'in sorumluluğunda) aradım. Sanırım 1. sekreterdi, Utku Bey'le görüştüm. Kendisi, böyle konularda elçiliğin yardımcı olamayacağını belirtti. Doğru, kişisel bir olay olması nedeniyle öyledir. Hoş, Hartum'daki olayda, o zamanki Büyükelçimiz Ali Bey -sağolsun- yakından ilgilenmişti ama...
O akşam üzeri cep telefonum çaldı. Ekranda tanımadık bir Uganda numarası. Açtım: "Ali Bey iyi günler. Benim adım Barış. Geçmiş olsun. Adnan Bey biraz önce beni arayıp, Büyükelçimiz Vural Bey'in kendisini aradığını, durumu anlattığını ve ilgilenmesini rica ettiğini söyledi. O da birazdan arayacak ama, önce benim aramamı istedi". Durun yahu; Barış kim, Adnan Bey kimdir? Neler oluyor? Neyse. Birazdan Adnan Bey de aradı. Sonra yeniden aradı. Sonra bir daha aradı. Arkasından Nairobi Büyükelçimiz Vural Bey aradı. Ben serseme dönmüş ve bu kadar aranmaktan ve ilgiden şımarmış bir vaziyette hırsızlık olayını falan unuttum tabii. Ertesi günü tası tarağı toplayıp Kampala'ya hareket ettim. Artık Entebbe'de yapılacak birşey yoktu çünkü.
Barış salata hazırlarken....
Şimdi gelelim Türk komününe...
Önce Meltem'le başlayalım. Ferrari olmasa da, arabasını satıp gelmiş gerçekten Uganda'ya. Niye Uganda derseniz, goril aşkı, efendim. "Sisteki Goriller" kitabı ve -arkasından- filmi onda bu aşkı yaratmış ve önce tatil için gelip de gorilleri gördüğü Uganda'ya, daha sonra yerleşmek üzere gelmiş. Hem de, başarılı bir eğitim hayatının ardından, yine kıskanılacak bir kariyeri eliyle kenara iterek...
Peki ne yapıyor Uganda'da, derseniz, İtalyan asıllı İngiliz ortağı ile turizm şirketi işletiyor. Yurtdışından (yani Uganda yurdu) Uganda'ya (ve çevre ülkelere) safari turları düzenlemek amaç. Daha çiçeği burnunda olan şirketi yoluna koymakla meşgul. Bu arada, Uganda'da yaşayan Türkler'den kendisine, Türkiye'nin Uganda Fahri Konsolosu olması konusunda yoğun baskı var. Bence rahatlıkla üstesinden gelebilir ve Türkiye'yi de başarıyla temsil edecektir. Bu arada, ilgilenenler için Meltem'in web sitesi adresi:
http://pigmelerledans.blogspot.com
Gelelim Barış'a... Hani size önceki yazımda bahsettiğim, Buketler'le yiyeceğimiz bir akşam yemeği için seçenekler arasında olan ve "bizi bir sürprizin beklediğini sonradan öğrenecektim" dediğim Kyoto Japon Lokantası vardı ya? İşte Barış oranın ortaklarından ve işletmecisi. Diğer ortaklar da Türk ama, onlar Kenya'da yaşıyor. Barış, alaylı ve mektepli bir turizmci. Ailesinin Fethiye'deki otel-restoran işletmesinde yıllarca alaylı eğitimi görürken, yanısıra ilmini de üniversitede yapmış. İngiltere'de bir süre kaldıktan sonra Türkiye'deki deprem sonrasında gönüllü olarak deprem bölgelerine gitmiş. Burada Birleşmiş Milletler'in Yardım Teşkilatı'nda gönüllü görevinin ardından, kuruluşun dünyanın çeşitli yerlerindeki acil yardım programlarında görevlendirilmiş ve bu amaçla Afganistan dahil birçok ülkeye gönderilmiş. Böyle parlak bir geçmişin yanı sıra, son derece akıcı ve güzel İngilizcesi ile insanlarla kolay ve iyi iletişim kurabilme özelliği sayesinde -bence- kendisini ve -dolayısıyla- başında bulunduğu işletmeyi gayet parlak bir gelecek bekliyor. Kampala gibi Afrika'nın ufku açık bir başkentinde, şimdiden bir isim yapmanın avantajlarını çok yakında yaşamaya başlayacağından eminim. Gurmelik benim işim olamaz hiçbir zaman ve -bu konudaki meraksızlığım yüzünden de- hayatımda Japon lokantasına gitmişliğim yoktur ama, Kyoto'nun Uganda standartlarının çok üzerindeki servis ve yemek kalitesi, düzeni ve disiplini, Barış'ın bu konudaki bilgi birikimi ve tecrübeleri ile karakterinin yansımasıdır. Kampala'daki Türk komününü bir arada tutan önemli bir görevi fahri olarak sürdürüyor Barış, hiçbir menfaat beklemeden. Neredeyse bir buluşma noktası haline gelmiş olan Kyoto'nun yanı sıra Barış'ın da hafiften bir "Marko Paşa" görevi üstlendiği gözümden kaçmadı açıkçası. Kampala'ya gidip de, Kyoto'ya yemek yememek olmaz :
Kyoto Japanese Restaurant
39 Shimoni Road, Nahasero, Kampala
Tel : +256 41 237078
N 0° 19.390' E 32° 35.195'
Adnan Bey'e gelince; yoğun iş seyahatleri nedeniyle kendisiyle tanışma fırsatı bulamadıysam da, telefonda bol bol görüştük. Anlatılanlardan öğrendiğim kadarıyla, küçük yaşta Avustralya'ya yerleşip eğitimini tamamladıktan sonra, Ericsson'da çalışmaya başlayıp, daha sonra bu şirkerin çeşitli yurtdışı projelerini yönetmekle görevlendirilmiş. Şu andaki görevi gereği, Afrika'da bazı ülkelerde sürmekte olan projeleri de içeren bir sorumluluğu var ve Ericsson Uganda (sanırım) Genel Müdürlüğü görevi ile bu sorumluluğu yerine getirmekte. Eşiyle Kyoto Restaurant'da tesadüfen tanışmama rağmen, aynı şansa Adnan Bey'le tanışmak konusunda erişemedim, maalesef.
Yukarıda bahsettiğim üç kişi; Meltem, Adnan Bey ve Barış, hırsızlık olayı sonrası çok yakınlık gösterdiler, çok uğraş verdiler ve ilgilendiler. Destekleri unutulmaz; hepsine çok teşekkür ederim. Ama, ayrıca -herhangi resmi bir yükümlülüğü olmamasına karşın- olayla şahsi olarak ilgilenen ve beni arama nezaketini gösteren Nairobi Büyükelçimiz Vural Bey'e de...
Oğuz, Barış ve Meltem....
Yukarıda bahsettiğim insanlar dışında -anlayacığınız gibi- Uganda'da yaşayan başka Türkler de var. Ve hepsinin de ayrı bir hikayesi... Sıfırdan buraya gelip şimdi atölye irisi/fabrika küçüğü bir üretim tesisinde ev mobilyaları, hazır mutfak ve banyo mobilyaları üreten Osman ve oğlu Kemal ile İran Azerisi ortağı Vahit, İstanbul Erkek Lisesi'nde öğretmen olmak için yaptığı başvurunun şartlarının oluşabilmesi için bekleyen ve bu arada Uganda'da Almanca öğretmenliği ile vakit geçiren Oğuz ve Hollanda Büyükelçiliği'nde çalışan eşi Esther, Kampala'da kuyumcu dükkanı işleten Mehmet, Sudan'da başlayıp Kampala'ya kadar gelen ferforje ustaları Cihan ve Mithat, Mithat'ın eşi ve Kyoto'nun lojistik sorumlusu Azize ve kızları Türkü (ismin güzelliği özellikle dikkatimi çekmiştir), -yine- marangoz Tekin ve Yılmaz ustalar, Uganda'dan deri alıp Türkiye'ye gönderen ve belirli sürelerle Kampala'da kalan deri tüccarı Kâzım, Türkiye'de taksicilik yaparken işi gücü bırakıp Uganda'ya gelen ve herkese yardım etmeyi kendisine iş edinmiş Numan, Ortadoğu ülkelerindeki Sheraton Otelleri'nin renovasyonunda uzun yıllar görev aldıktan sonra en son Kampala Sheraton'un renovasyonu için Uganda'ya gelen ve artık buraya yerleşmeye karar veren ahşap üstadı Mustafa ve son olarak İbrahim'le Şemsi. Şimdiii, hepsi bir yana, bu iki kişi; Şemsi ile İbrahim, ayrı olarak üzerinde durulması gereken iki şahsiyet.
Tüm bu insanların Uganda'ya geliş nedenleri nedir? Hani Sudan'ı anladım, Kenya'yı da... Ama Uganda deyince işin şekli değişiyor. Neden Uganda? Nedir bu insanları buraya çeken? Bu konu, ayrı ve kapsamlı bir makaleye malzeme olacaktır. Bunun için, Uganda'ya tekrar gelmeye bile değer.
Efendim! Salı günü -daha önce bahsettiğim gibi- tası-tarağı toplayıp Kampala'ya geldim. Önceden belirlediğim Shangri-La Hotel'e terleştim. Burası, Kampala'daki ekabirlerin devam ettiği Kampala Club'ın bir uzantısı ve güvenliği son derece iyi sağlanan bir "butik otel". Ama, Entebbe'deki Golf View Inn Hotel gibi değil, yanlış anlamayın. Otele yerleştikten sonra Meltem'i aradım ve daha önce Buketler'le de oturduğumuz -hatırlayacağınız- Pap Café'de buluştuk. Böylece, Uganda'da yerleşik ilk Türk'le tanışmış oldum. Adnan Bey akşam üzeri arayıp, ertesi sabah erkenden Kamerun'a gideceğini söyledi ve akşam için bir programım olup olmadığını sorma nezaketini de gösterdi,sağolsun. Daha sonra Barış aradı ve nerede kaldığımı sordu, beni belli bir saatte gelip alacağını söyledi. Uzatmayalım, Barış, arabasıyla otele geldi. Bana ilk sorduğu arabamın nerede olduğu idi. Arabayı gösterdim; "Ulan! Kampala'da İstanbul plakalı bir araba gördüm ya, daha ne isterim?" dedi ve plakayı öptü, neredeyse. O akşam muhteşemdi. Barış -sağolsun- herkese haber vermişti ve -neredeyse- tüm Türk komünü oradaydı. Kendimi onların yerine koydum; aylardır, yıllardır kopup geldiğim ülkeden bir "deli" arabasıyla çıkıp gelmiş. Heyecan verici olacağını düşündüm. Oradaki herkese hikayemi anlatmak bana büyük bir keyif verdi. Sonra ben onlara hikayelerini anlattırmaya başladım. Saatlerce sohbet ettik. Çok keyifli bir gece geçirdim, onları bilmiyorum tabii.
Numan ve Barış...
Ertesi gün, bilgisayarım ve fotoğraf malzemelerimi bulmak için denenebilecek son çare olarak, Kampala'nın olabildiğince çok bilgisayar satıcısı ve fotoğrafçılarını dolaşıp, çalınan malzemelerin eşkalilini ve cep telefonumu bıraktım, bir haber çıkarsa beni SMS göndererek uyarmaları için. Fazla umutlu bir operasyon değildi ama, her yolu denemek istemiştim. O akşam Barış'la, gazeteye iki gün boyunca kayıp ilanı vermenin de işe yarayabileceğine karar verdik. Şöyle ödül vaadedilen cinsinden... Bunun için de, Perşembe günü iki büyük gazetenin elemanı geldi, görüşüp ilanları verdim, Cuma ve Cumartesi çıkmak üzere. O gün Barış Uganda'nın en büyük televizyon kanalı WBS ile, akşam haberlerinde yayımlanacak bir röportaj ayarlamış. Öğleden sonra da onlar gelip hem röportaj, hem de arabanın çekimlerini yaptılar. Aslında Barış'ın amacı görevlileri biraz harekete geçirmek için baskı sağlayıcı bir röportaj olmasıydı ama, ben halkın karşısında ülkenin zaafı konusunda o kadar da şikayet edemedim, açıkçası. Zaten haberleri de seyredemedim sonra, nasıldı bilemiyorum. Günün son programı da, Kampala'nın çalıntı mallar satılan pazarına gitmekti. Pek başarılı olmadı açıkçası. Çoğunlukla arabalardan çalınan parçaların satıldığı pazarın ağalarından biri de konuyla ilgili pek umut verici konuşmadı.
O akşam arabamı Barış'ın restoranının otoparkına emanet olarak bıraktım ve ertesi sabah erkenden taksiyle havaalanının yolunu tuttum. Türkiye'ye dönüşte kafam biraz karışıktı doğrusu. Eve planlanmamış bir dönüş yapıyordum. Eşimi ve oğlumu bir hafta sonra tekrar görmek, evimde yeniden iki hafta geçirmek, özlediğim insanlarla tekrar birlikte olmak, köpeğimi yeniden görebilmek; bütün bunlar güzel ama, bir taraftan da o kadar titizlikle hazırladığım ve o ana kadar ufak bir aksilik ve neden olduğu gecikme sebebiyle oluşan hafif sapma dışında programıma sadık kalmıştım. Bu seferki ise tüm programı alt üst etmişti. Üstelik ve en önemlisi hevesim kırılmıştı. Seyahatin kalan kısmını iptal etmeyi bile düşünüyordum.
İstanbul'da geçirdiğim iki hafta, düşüncelerimin değişmesini ve seyahati tamamlamak konusundaki kararlılığımın pekişmesini sağladı. Bu süre içerisinde, çalınanların yerine yenilerinin temin edilmesi işini de hallettim, biraz ucu ucuna olarak. Ama, halâ önceki hevesimden eksik birşeyler vardı ve bu eksikliği simdi bile hissetmekteyim. Daha açığı, olay öncesindeki yakınlığım yok; kendimi yabancı gibi hissediyorum. Buranın insanları ile -önceki gibi- ilişki kuramaz oldum. Sanki biraz iş seyahatine çıkmış gibiyim. Bilemiyorum, bu hava dağılır mı.
18 Şubat Cumartesi günü uçaktan inip doğruca Kyoto'ya gittim. Barış da beni bekliyordu. O günü kâh Kyoto'da vakit geçirerek, kâh Barış'ın evinde pastırmalı yumurta ve sipariş üzerine getirdiğim baklavalardan yiyerek geçirdim. Kampala'da -bu seferki- ikinci günümde Mustafa'nın evinde İbrahim'in barbekü davetine katıldık. Çeşit çeşit etler, pilav, salatalar ve Azize'nin elinden çıkma tatlıdan oluşan mönü ile karnımızı tıka basa doyurduktan sonra Kyoto'daydık, geceyi kapatmak için.
Nbarara-Kisoro yolunda yemyeşil dağlardan, vadilerden kıvrıla kıvrıla gidiyorsunuz...
23 Şubat Perşembe günü Uganda'da genel seçimler yapılacaktı. Burada genel seçim deyince halk; devlet başkanını, meclis üyelerini ve yerel yönetimleri seçiyor. 1979 yılında İdi Amin'in despot rejimi devrilip, kaptırdığı koltuğu yeniden ele geçiren Milton Obote'nin devri başladıktan sonra, Uganda huzura ancak 1985 yılındaki kansız askeri darbe ve arkasından Yoweri Museveni ve partisi NRM'nin (National Resistance Movement, Ulusal Direniş Hareketi) 1986 yılında yönetimi devralmasıyla ulaşıyor. Ancak, yönetimde 20 yıl kalan Museveni ve partisi için son zamanlarda iyi şeyler söylenmemekte. Bu seçimlerde Museveni'nin, rakibi Kizza Besigye'nin seçim propaganda çalışmalarını baltalamak için olmadık yöntemlere başvurması, Besigye'nin bir alan konuşması ardından apar topar tutuklanması, yine bazı mitinglerin polis tarafından şiddet kullanılarak dağıtılması ve bu mitinglerde polisin ya da "NRM sempatizanı" olduğu iddia edilen kişilerin silah kullanması sonucu bazı Besigye ve FDC taraftarlarının ölümü, gerginliğin iyice artmasına, bu arada Besigye'nin ekmeğine yağ sürülmesine, bu nedenle de Museveni'nin seçim sonuçlarını manipüle edeceği konusunda kuşkuların artmasına sebep oldu. Sonuçta, seçimin hangi tarafın galibiyetiyle neticelenirse neticelensin, herkeste seçim sonrası bir kaos ortamı beklentisi yoğun olarak yaşanmaya başladı. Hatta bu kaos ortamının sonuçlarından korkan bazı Hintli ve beyaz azınlığın, en azından ailelelerini yurtdışına gönderdikleri de söylenmeye başladı.
Durum böyle olunca, benim Uganda planımda da değişiklik gerekti. İşin dağ gorilleri kısmını zaten Ruanda'ya bırakmıştım ama, doğrusu Şemsi'nin aklıma soktuğu Karamoja'ya gitme konusunda çevremdekilerin vazgeçirmeye yönelik yoğun çabası ve son gün UWA'nın (Uganada Wildlife Authority, Uganda Yaban Hayatı Kurumu) da hayal kırıcı görüş bildirmesinden, Uganda'dan ayrılma vaktinin artık geldiğini anlıyordum. Halbuki, dünyada örneği az kalmış medeniyete ayak direyerek yaşamlarını sürdüren Karamoja insanını görmeyi çok arzuluyordum; çeşitli kaynaklardan, bölgede zaman zaman silahlı soygunların olduğunu okumama rağmen.
Pazartesi sabahı, son kararımı vermek üzere UWA'ya (Uganada Wildlife Authority, Uganda Yaban Hayatı Kurumu) yollandım. Eğer UWA'dan yüreklendirici bir yanıt alırsam, tek başıma Karamoja'ya gidecektim. Ama, maalesef, UWA "gitmememi tavsiye etti". Eğer UWA da böyle diyorsa, gitmemekte yarar vardır, diye düşündüm ve güneye, Mbarara'ya doğru yola çıktım.
Nbarara-Kisoro yolunda çocuk manzaraları...
O akşam ve ertesi günü Mbarara'da geçirdim. Uganda yazılarımı tamamlamam ve biraz da seyahat havasına girmem lazımdı.
İlk gece, Meltem vasıtasıyla tanıştığım Birleşmiş Milletler'de gönüllü olarak çalışan İspanyol José'nin çağrısı ile, görev süreleri sona eren bir İngiliz doktor çiftin veda yemeğine katıldım. Kalabalık bir gönüllüler masasında hoş bir akşam yemeği idi. Ertesi akşam José üç kişi kaldıkları eve yemeğe davet etti; herkes kendi pizzasını yaptı ve afiyetle yedi. Yemek sonrası, bahçedeki ateşin başında muhabbet vardı ama, ben onları Birleşmiş Milletler'in jeneratör sağlamak konusundaki politikası hakkında derin muhabbetleri ile başbaşa bıraktım ve zifiri karanlıkta direksiyon yordamı ile yolumu bulup jeneratörlü ışıl ışıl otelime döndüm. Medeniyet birader!
22 Şubat öğleye doğru, sınır kasabası Kisoro'ya yollanıyorum. Ertesi sabah Ruanda'ya geçeceğim ve böylece badireli Uganda seyahati sona erecek. 22 Şubat akşam üstü Kisoro'da kalacağım Virunga Hotel'e terleştim. Ve kötü haberi de aldım. Ertesi günü, yani 23 Şubata Perşembe günü, yani seçim günü sınır kapalı. Dolayısıyla Uganda'da kalışım bir gün daha uzadı. Küçük bir kasaba, büyücek bir köy kadar olan Kisoro'da fazla yapacak bir iş yok. Yalnızca kitap okuyorum, yazı yazıyorum ve pinekliyorum. Benim gibi Ruanda'ya geçmeyi bekleyen birkaç turistle, -tahminim- 60 yaş cıvarında Polonyalı bir dağcı var otelde. Adı Jacek. O da ertesi günü Muhavura'ya (4,100m) tırmanacak. "Allah akıl-fikir versin" diyorum. O da bana aynı temennide bulunuyor, tek başıma böyle bir seyahate çıktığım için. Sabah vedalaşıyoruz.
Yine çocuklar...
Seçim günü koca bir askeri kamyondan bozma otoyon ya da kambüsle (otobüsle kamyon arası vasıtanın adıdır) yaklaşık 25 çılgın geliyor. Yaşları 20 ila 80 arasında İsveçli'sinden Avustralyalı'sına kadar dünyanın her yerinden bir sürü seyyah, Uganda-Ruanda-Kongo üçgenini geziyorlar. Tanrım, gürültüden yemekhanede durmak imkansız. Odama kaçıyorum. Birazdan başlayan ve tufan derecesinde yağan yağmurun sac çatıda çıkardığı gürültü onlarınkini bastırıyor da, bir parça rahat ediyorum.
24 Şubat günü sabahı erkenden otelden ayrılıp sınıra doğru yola çıktım. Sorunsuz bir şekilde, kısa sürede ülkeyi terk ediyorum. Artık yolun sağına geçebilirim. Bekle beni Ruanda...
Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.
|
Yazılan Yorumlar... |
Raynor (15 Mayıs 2012)
|
|
Siz geziyi tamamladınız ama ben daha yarısını anca okuyabildim. Yine de sırayla gitmeye çalışıyorum. Bu kadar Türkün bir arada olduğu aklıma gelmezdi açıkçası. Benim için neredeyse imkansız ama pek çokları için verdiğiniz adres ve telefonlar çok faydalı olacaktır. Keyifle okumaya devam...
|
Sibel Sönmez (08 Nisan 2012)
|
|
İlginç bir coğrafya ama keyif kaçıracak ciddi bir olay. Geçmiş olsun ....
|
aykut (06 Nisan 2012)
|
|
gercekten ılgınc bır ulke halen oradamasınız tuklerın fazla oldugunu sanmıyorum yakında Ugandada olacagım cıdden cok merak edıyorum!!
|
Yorum yazmak isterseniz...
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.
|
|