|
Arabamla Afrika - Mozambik : (Tete - Chimoio - Vilanculos - Inhambane - Maputa) (Genel)
|
29 Mart 2006 günü Malavi'nin Mwanza Kasabası (belki hatırlarsınız, Tanzanya'da da bir Mwanza vardı, feribotla geçip iki gece konakladığım) yakınında sınırdan çıkıp, República de Moçambique'in Zóbwe (ya da Zóbue) sınırından içeri girmek üzere gerekli işlemleri yaptırmaktayım. Seyahatimin başlangıcından beri ilk defa aşı karnemi sordu görevli bir kadın. Hiçbir zaman işe yaramayacağını düşünmeye başladığım bu sarı renkteki ufak defterciğin birisi tarafından istenmesi -doğrusu- beni çok sevindirdi. Yanımda olmasaydı bütün o aşıları yapacaklar mıydı, yoksa beni karantinaya mı alacaklardı, bilemiyorum. Hayatımızda ilk defa sınırdışı edildik, bir de karantinaya alınırdık, ne olacak.
Mozambik sınırından girdikten sonra, yol kalitesinde fazla hissedilmeyecek derecede bir azalma varsa da, seyri etkileyecek önemli bir fark yaratmıyor. Asfaltta aniden karşınıza çıkan ufak ve sığ çukurlara biraz dikkat etmek yeterli; düşseniz de, fazla incitici değiller. Bugün çok uzun bir yol yapmak niyetinde değilim. Sabah hareket ettiğim Blantyre'dan sonra 224km'lik bir yolculuğun ardından, meşhur Zambezi Nehri Köprüsü'nü geçip Tete'de konaklayacağım. Her ne kadar Tete için, elimdeki kitap, -artık- fazla ilgi çekici bir özelliğinin kalmadığını söylüyorsa da, sahile kadar olan yolu katedeceğim süreyi -konaklanabilecek nitelikteki yerleşim yerlerini göz önüne alarak- planlarken, Tete zorunlu bir geceleme noktası olarak ortaya çıkıyor.
Tete Yolunda Bir Mozambik Köyü
Yolda rastladığım köylerdeki evlerin durumu; ya Mozambik halkının ekonomik durumunun öncekilere oranla daha da vahim olduğunu, ya da yaşam mekanları için özenmek konusunda kendilerini pek zorlamadıklarını düşündürdü bana. Hangisinin doğru olduğunu çözemedim, işin açıkçası.
Tete
Tete'nin, Zambezi Nehri'nin denize döküldüğü noktadan 650km içeride, ama buna karşılık deniz seviyesinden yalnızca 185m yüksekte olması nedeniyle denize kadar sakin bir ulaşıma olanak sağlayan su yolu üzerinde bulunması, Afrika'nın ticaretinde önemli rol üstlenmesine olanak sağlamış. Zambezi Nehri'nin her iki yakasında kurulmuş olan şehrin esas merkezi, nehrin güney kesiminde yer alıyor. Dolayısıyla, Tete'de konaklamak için otel aramadan önce, köprüyü geçmem gerekiyor. Nehir yatağına oturtulmuş dört beton ayağa asılmış bir asma köprü bu. Ancak -herhalde maliyetini düşük tutabilmek için olsa gerek- aşırı yüke göre tasarlanmamış. Bu nedenle, küçük taşıtlar saatte 30km'nin altında bir hızda seyretmek zorunda. Bunun yanında, kamyonlar için şartlar daha da ağır: Köprü üzerinde aynı anda birden fazla kamyon seyredemiyor ve seyir hızları da mutlaka saatte 10km'nin altında olmak zorunda. Bu yüzden, köprünün her iki başında da kamyonların oluşturduğu kuyruklar var ve bunlar sırayla teker teker geçiriliyorlar. Kamyonların hız limiti 10km olduğu ve köprüde her iki yönde de birer şerit bulunduğu için, hafif araçlar da -mecburen- kamyonların arkasına takılıp, onlarla aynı hızda köprüyü geçmek zorunda kalıyorlar. Şimdilerde ihtiyaca -bu şartlarla- cevap verebilen köprü için, ileride ihtiyacın artmasıyla nasıl bir alternatif bulacaklar, bilemiyorum. Çünkü Mozambik'te, Zambezi Nehri'ni köprüyle geçebilecek başka bir alternatif güzergah şu anda bulunmuyor.
Zambezi Nehri ve Asma Köprüsü
1974'te tamamlanan ve Tete'nin yaklaşık 130km kuzey-batısında yer alan Cahora Bassa Barajı, gölünün kapladığı 2,660km² alanla Afrika'daki en büyük on su kütlesinden biri olma özelliği dışında, 300m genişlik ve 160m yükseklikteki beton baraj duvarı ile de dünyanın beşinci en büyük barajı. Mozambik'in elektrik ihtiyacının on katından fazla olan ve toplam 2,075MW gücündeki beş türbini ile, tasarlandığında Güney Afrika'ya önemli elektrik enerjisi sağlayacağı hesaplanmıştı. Ancak, 1986 yılında Renamo (Mozambik Ulusal Direnişi, Resistência Nacional Moçambicana) gerillaları tarafından düzenlenen saldırılar sonucu nakil hatları kullanılamaz hale gelince, bu amaca ulaşılamadı. 1997 yılından beri süren onarım ve iyileştirme çalışmaları ve mevcut barajın 70km aşağısında yapımına başlanacak yenisiyle Mozambik, ileride -özellikle- Güney Afrika ve diğer çevre ülkelere satacağı elektrik enerjisinden önemli gelir elde etmeyi hedeflemekte.
Tüm Afrika'da olduğu gibi her şey başın üstünde taşınıyor.
İlk olarak 1531 yılında Portekizliler tarafından bir yerleşim yeri olarak kullanılmaya başlanan Tete'de birçok restoran ve pastane göze çarpıyor, sokaklarında gezerken. Hepsi de 1960'ları çağırıştıran binalar terk edilmiş durumda. Zamanında eminim ki canlı bir gündelik yaşam hüküm sürmekte imiş Tete'de. Şimdilerde ise ölü bir kent görünümünde. Kaldığım Hotel Zambeze'nin bile hali bu görüntüye ayak uyduruyor. Bir zamanlar Tete'nin yüzünü ağartacak lüks bir otel olarak yapılmış ama, şimdiki hali bir handan farksız, bakımsızlıktan. Şehirde kısa bir yürüyüşten sonra yapılabilecek en iyi şey, otelin altındaki kafede oturup gelen geçeni seyretmek. Bu sıcakta insanın canı başka birşey de yapmak istemiyor zaten. Yemek için, yine Hotel Zambeze'nin arkasında, köhne beton binaların arasına sıkışmış ufak avludaki Pino's Restaurant'ı gözüme kestirdim.
Mozambik, diğer Afrika ülkelerinden çok farklı. Portekizliler'in çok uzun zaman, 16. yüzyılın başlarından itibaren hüküm sürmüş olan varlığının, bu farklılığı yaratan önemli bir sebep olduğunu düşündürdü bana. Her ne kadar kendisi bir Akdeniz ülkesi olmamakla birlikte, bir Akdeniz "havası"nı Portekiz'e gittiğimde koklamıştım. Az da olsa bu kokuyu burada da aldım. Yemeklerle birlikte masaya getirilen zeytinyağı şişesi bile, bu esintinin etkilerinden olsa gerek. Üstelik artık burada yemeklerle birlikte ekmek servisi de yapılmaya başlandı. Hem de öyle dilimli tost ekmeklerinden değil.
Kafede otururken iki genç Alman kız geldiler. Sohbet etmeye başladık. Cape Town'da satın aldıkları bir station wagon Ford Escort'la başladıkları seyahatleri Namibya, Botsvana, Zambiya ve Malavi'den sonra Mozambik'le sürüyormuş. Yola çıktıklarından beri -Namibya'da "hallerine acıyan" bir ailenin yanında geçirdikleri birkaç gün dışında- sürekli arabada yattıklarını söylediler. Akşam yemeğini, Tete'nin expatlarının çok rağbet ettikleri "Pino's"da birlikte yedik. Mönümüz pizza ve Akdeniz Salatası. İtirazlarına rağmen, Sisam Adası menşeli zeytinyağını boca ediyorum salataya; suyuna ekmeğimi "banmak" için. Sabahın erken saatlerinde otelin derme-çatma bahçesinden arabamı çıkarırken, onlar otelin önüne parketmiş oldukları "çadırları"nda uykularına devam etmektelerdi.
Ruenys Nehri
İkinci günümde 410km'lik bir yolla ulaşacağım Chimoio'da geceleyeceğim. Yolun başlangıcı asfaltsa da, bir süre sonra asfaltaki tek tük çukurların sayısı artmaya ve benim seyir süratimle bunlardan kaçmam olanaksız hale gelmeye başladı. Hızımı düşürüp, "slalom"umu daha rahat bir hızla yapmaya başladım. Bu kadar çok çukuru yamamakla başa çıkamayacağını anlamış olmalı ki, "Mozambik Karayolları" da asfaltı tümüyle kaldırmanın daha uygun olacağını düşünmüş. Yolun son yarısı toprak, ama -çukurlarla dolu asfalta göre- daha rahat bir zemine dönüştü.
Chimoio
Sabah çok erken yola çıkmış olmam nedeniyle, öğleden sonra erken saatlerde Chimoio'ya vardım. Elimdeki iki kitapta da yazılı olan tüm hostel ve otelleri geziyorum. Çoğu kapanmış. Otellerden bir tanesi ise duruyor ama dolu. Başka da otel yok. Şehrin en civcivli yerindeki Elo 4 Café'nin önünden geçerken, Malavi-Mozambik sınırında tanıştığım Amerikalı kızın masalardan birinde oturuyor olduğunu gördüm. Rahat rahat oturduğuna göre kalacak bir yer bulmuş olmalı. Arabayı parkedip yanına gittim. Pink Papaya Guesthose isimli ufak bir yerde kalıyor olduğunu söyledi ve yerini tarif etti. Tarifine göre gittiğim yer, şehrin ("kasabanın" diyeyim, gerçekçi olsun) tek katlı, bahçe içinde villaları ve düzgün sokakları olan bir semti. Pink Papaya Guesthouse'u buldum da, ne bahçede, ne de içeride kimse yok. İlk denemeden sonra biraz daha cesaret toplayıp kapıdan içeri tekrar dalıyorum. Bu sefer seslenmek yerine odalara tek tek girip (zaten tek ve tek, yani toplam iki oda var) kontrol ediyorum; kimse yok. Bahçedeki müştemilatta da kimse saklanmıyor. Mozambik'te adet galiba, "terketmek". Burası da terkedilmiş bir guesthouse (İngilizce isim kullanmaktan hoşlanmadığım için bundan sonra "pansiyon" olarak adlandıracağım, her ne kadar pansiyon olmasa da). Dışarıdan, binanın etrafını son kez tavaf edip kimseyi bulamadıktan sonra, arabaya binip hareket ediyorum. Arkamdan bir ıslık duyuyorum; bir yandan bisiklete binmeye çalışırken, tek eliyle de bana el sallayan birisi... Meğer benim içeriye girmeye çalıştığımı uzaktan gören pansiyon görevlisiymiş. Biraz da utançla yanıma yaklaşıp kalacak yer arayıp aramadığımı soruyor. Takdir edilecek bir zeka doğrusu.
Kırmızı toprak yol öyle tozuyor ki, birazdan arabanın her yeri bu renge bürünecek
İçeride 4 yataklı bir "koğuş" (dormitory olarak adlandırılan) ve çift kişilik yatağı olan bir oda var. Yani dediğim gibi "tek" ve "tek" olmak üzere cem'an iki odadan "müteşekkil" bir pansiyon. Ortak bir banyo-tuvalet ve -yine- ortak bir mutfakla tamamlanıyor "kadro". Koğuşta Amerikalı kızın sırt çantası var sadece. Oda ise boş. Yaşasın! Odayı tutuyorum.
Pansiyoncu (diyeyim), burada görevli iki kişiden birisi. Diğeri de "gece vardiyası"nda çalışıyor; akşam 7, sabah 7 yani. Buzdolabındaki içeceklerden kullandığınız kadarının ve odanın ücretini sabah kapının yanındaki sehpanın üzerine bırakıp çıkıyorsunuz, eğer kimseyi bulamazsanız. Bayılıyorum bu pansiyon ve hostellerdeki "karşılıklı güven" prensibine. Lüks otellerde, bir yandan yüzlerce Dolarınız'ı alırlarken, bir yandan da ayrılırken söylenen "bir dakika beyfendi, mini barınızı da bir kontrol edelim" adeti yok. Otelin bir de ulaşım aracı var, görevlilerin kullandığı: Meşhur Çin bisikleti. Bu arada, hepsinin Phonix marka olmadığını öğreniyorum. Böylece -sizlere daha önce söylediğim- yalanım meydana çıktı. Ama hepsi aynı tezgahtan, belli. Bu bir pazarlama stratejisidir, neye yaradığını bilmesem de. Yani, aynı ürünü farklı markalarla piyasaya sürmek. Bu bisikletlerin ise yüzlerce markası varmış. Fiyatlarının (hesaplamam sonucu) USD46.00 civarında olduğunu öğreniyorum. Bu fiyata kamyonet alınamıyor, değil mi?
Akşam ayaküstü yemeklerimizi atıştırırken, Amerikalı pansiyon arkadaşım Nada'yla muhabbet ediyoruz. Okulunu bitirmiş ve dolaşmaya başlamış. Bu seyahati (Asya'dakinden sonra olanı) Jo'burg'de (Johannesburg'ün "halk dili"ndeki söylenişi) sonlanacakmış. Burada babasıyla buluştuktan sonra, bir yenisine başlamak üzere Şili'ye uçacakmış. Yahu, bizler neler kaçırmışız da, farkında değilmişiz. Neden okulu bitirdiğimizde böyle seyahatler yapmak hiç aklımıza gelmedi ki? Ya da en azından benim aklıma gelmedi.
Mozambik'te de bisikletle taşımacılık yaygın. Burada taşınanlar mangal kömürü, her bisiklete iki çuval
Ertesi sabahın köründe kahvaltımı tamamlayıp, hareket etmek üzere arabaya binerken "vardiya" da değişiyordu. Bugün artık sahile ulaşmalıyım. Neresi olacağını bilemiyorum ama, Inhassoro kayıtlara göre uygun görünüyor. Orası olmazsa, Vilanculos. Bundan sonrası Hint Okyanusu kıyılarında, bembeyaz kumsallarda, palmiyelerin altında uyuyup, denizinde yüzerek ve dillere destan deniz mahsullerinden tadarak geçecek.
Bu yol ve Beira'ya kadar olan devamı, ülkenin iç kesimlerini Hint Okyanusu'na bağlayan koridorun üzerinde bulunması nedeniyle önem taşıyor. Somali ve Güney Afrika'dan sonra kıtada üçüncü en uzun sahil şeridine sahip Mozambik, okyanus ile ilişkisi olmayan Zambiya, Zimbabve, Malavi ve hatta Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkelerin dünya ile bağlantı yolları üzerinde önemli bir işleve sahip. Özellikle Güney Afrika'daki ırkçı rejim zamanında, kendilerine dünyaya açılacak bir kapı arayan bu ülkelerin çıkış yolu, Mozambik. "Beira Koridoru" da denilen bu yol güzergahı da, işte bu "dünyaya açılan kapı"ların en önemlilerinden birisi. Karayolu dışında demiryolu ve boru hattını da içeren Beira Koridoru, 1980'lerin ikinci yarısında Renamo'nun terörist saldırılarının da önemli hedefi haline gelmiş.
Kimdir bu Renamo, ya da uzun adıyla Mozambik Ulusal Direnişi (Resistência Nacional Moçambicana); ülkenin önemli dış gelir kaynaklarına saldırılar düzenleyen bu örgüt? Bunun için ülkenin yakın tarihine bir parça göz atmak gerekiyor. Ancak bu, ulaşabildiğim kaynakların verdiği bilgileri süzebildiğim ölçüde gerçektir. Genellikle ülkelerin siyasi tarihlerinde bu tür faaliyetleri gerçekleştiren örgütlere ilişkin çeşitli kaynaklardan alınan bilgiler, tarafların birine yakın olan kimileri tarafından desteklenirken, diğerleri tarafından da şiddetle eleştirilir. Bu yazıyı okuyacak ve Mozambik yakın tarihi konusunda fikir sahibi kişiler için; burada yazacaklarımın gerçekliğinin, sahip olduğum kaynakların objektifliği ile sınırlı olduğunu hatırlatırım. Bu, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra yazacaklarım için de geçerli.
Efendim! Mozambik'te -şu anda da halâ yönetimde bulunan- bir Frelimo Partisi (Mozambik Özgürlük Cephesi, Frente de Libertação de Moçambique) var, ta kurulduğu 1961 yılından beri. Portekiz'deki reformcu yeni hükümetin Afrika'daki sömürgelerine 1974'te bağımsızlık bahş'etmesinden sonra iktidar olan Frelimo, Sovyet yanlısı ve Marksist bir yönetim biçimini hayata geçirince, bundan hoşlanmayanlar tarafından yıpratılmak üzere çeşitli komplolara maruz bırakılmış. Bu yıpratma senaryolarının en önemlisi de, ülkede anti-Komünist Renamo örgütünün kurulması. Bu örgüt, ilk olarak 1975 yılında Rodezya'daki beyaz azınlık yönetiminin desteğiyle -kendi başlarının "derdi" olan ZANU örgütünün Mozambik tarafından destekleneceği kuşkusuyla- kuruluyor. ZANU da (Zimbave Afrika Ulusal Birliği, Zimbabwe African National Union) halen -1980'den beri- Zimbabve'de devlet başkanı olan Robert Mugabe'nin başkanlığında kurulmuş olan parti. Biraz karışık olduysa, tekrar açıklayayım: O zamanlarda Rodezya adlı ülkenin beyaz azınlık hükümeti, Zimbabve adıyla bağımsız bir ülke olmayı isteyen siyahların kurduğu ZANU partisine yataklık edeceği, üyelerini barındıracağı endişesi ile Mozambik'i zayıflatmaya, yıpratmaya çalışıyor. Bu amaçla da, Mozambik'te karışıklık yaratmak üzere politik bir anti-komünist örgüt oluşturuyor ve adını Renamo koyuyor. Bu örgüt sonraları, gerek Güney Afrika, gerekse Amerika tarafından da desteklenmeye başlıyor. Her nekadar 1984'te imzalanan bir anlaşmayla Güney Afrika Renamo'yu desteklemeyeceğini taahhüt ettiyse de, ırkçı rejim gizliden gizliye parasal ve askeri yardımı sürdüyor; ta ki Birleşmiş Milletler gözetiminde Mozambik Hükümeti ile Renamo arasında 1992'de imzalanan barış anlaşmasına kadar. Renamo şimdi Mozambik'te siyasi bir parti ve -halâ- iktidarda olan Frelimo partisinden sonraki en büyüğü; dolayısıyla da en büyük muhalefet partisi.
İri bir baobab ve siperinde saz damlı kulübeleriyle Mozambik köyü
Dönelim seyahatimize. Chimoio'dan ayrıldıktan yaklaşık 120km sonra yolda inşaat çalışmaları başladı, daha sonra da az çukurlu asfaltımız toprağa dönüştü. Önde ağır ağır seyreden beyaz station wagon Ford Escort'u sollarken (pardon "sağlarken") Almanlar'a el salladım. Önceleri düzgün yüzeyli ve bol tozlu kırmızı toprak yol, hafiften sallayan engebelerle bozulmaya, sonra da yıpratmaya başladı. Artık ben de yavaş gidiyorum. Derken ayağımın altından tok bir ses, "tap!" diye. İlk kasiste köpeğin kafası sallanmaya başladı. Bilin bakalım ne oldu? Evvet, doğru. Amortisör "kırıldı". Ben cebimdeki bütün parayla sol arka amortisör üzerine oynamıştım. Arabayı durdurup indiğimde, bütün paramı kaybettiğimi üzülerek öğrendim. Çünkü, sağ arka amortisördü, yine. Yapacak birşey yok, elimde -kullanılmış da olsa- arka amortisör kalmadı. Mecburen Maputo'ya kadar Impala'yla gideceğiz. Bu arada, Almanlar bana yetişip arkama parkettiler. Onların akşam hedefleri Vilanculos. Baobab Beach Camp hakkında övgüler duymuşlar. Aynı yer benim kitabımda da yazıyor. Fiyatı da ehven görünüyor. Vilanculos'ta buluşmak üzere hareket ediyoruz.
Yaylana yaylana Vilanculos'a doğru yol alıyorum. Hatırıma İzmir'in baharda sayıları artan sünnet konvoyları geliyor. Konvoyun başında mutlaka üstü açık bir Amerikan vardır, sünnet çocuğunu taşıyan. Genellikle de Impala olurlar, hani şu sallanan başlı köpekleri olanlardan.
Vilanculos
Vilanculos'la birlikte Mozambik'in tatil cenneti başlıyor. Buradan itibaren güneye doğru tüm sahil; özellikle Güney Afrikalılar'ın Hint Okyanusu'nun azgın dalgalarında sörf yapmak, göz alabildiğine uzanan bembeyaz kumsallarında güneşlenmek, kıyıdan birkaç mil açıktaki kum adalarının sakin koylarında yüzmek için akın ettikleri tatil cenneti. Ve akın da yakında başlayacak, çünkü Güney Afrika'da okullar tatil oluyor.
Vilanculos'a vardığımda Baobab Beach Camp'i bulmam güç olmadı, GPS'imde yüklü olması nedeniyle. Güney Afrika'ya yaklaştıkça, T4A'in haritası da daha detaylı olmaya başladı. Almanların GPS'i olmaması nedeniyle eskortluğu ben yapıyorum. Vilanculos'un iç yolları, 2000 yılındaki büyük selden sonra bir daha onarılmamış gibi. Kumsalın dibinde bir koruluğun içindeki kamp yerinde saz kulübeler de var.
Arabayı park edip, resepsiyon-bara fiyat sormaya indim. Kulübelerin yenilerinde kırk, eskilerinde ise 35 Dolar'a gecelemek mümkün. Bu rakamları duyunca kulübeler daha bir lüks görünmeye başladı gözüme. Bir hikmeti vardır herhalde. Görelim bakalım. Yenileri hem kumsala yakın, hem de içinde duş ve tuvalet varmış. Eskilerde ise bu "lüks"ler yok. Yeni modellerden boş olmadığı için, eskilerden birini gösteriyorlar. Yaklaşık beş metre çapında yuvarlak bir saz kulübe, damı da sazdan. İçinde iki kişilik bir yatak. Yer kum ve başka birşey yok. İlac için üstünüzden çıkarttığınızı asacak bir çivi bile... Saza çivi nasıl çakılacaksa. "Başka birşey yok" derken yanlış söyledim aslında, kapı var. Yani kapı var, pencere yok. Kapıyı kapatıyorsunuz ve içerisi zifiri karanlık oluyor.
Bu gördüğünüz yerde iki saat önce deniz vardı.
- Lamba?
- Böyle daha otantik oluyor.
- E, nasıl göreceğim etrafı?
- Mum var
- Peki sabah kahvaltısı?
- Kahvaltı mı?
- Yahu kardeşim! Bana söyler misin, neye alıyorsun sen bu 35 Dolar'ı. Özel bir program, hani dansöz, oryantal falan?..
- ?!?
Dayanamayıp okkalı bir küfür savurdum. Türkçe bilmediği için yüzüme tuhaf baktı. Ben turizm soygunu çok gördüm ama, böylesine de rastlamamıştım. Bu müthiş saptamamı ona da söyledim, -daha önce çok mu duymuş, nedir- pek aldırmadı."Yerse hemşehrim" Turistik Tesisleri'nden hışımla çıkıp, yaylana yaylana kendime aklı başında bir yer aramaya başladım. Çoğu yer dolu. Tatile başlamakta acele eden Güney Afrika'lılar, çocuklarının karne almalarını beklemeden akın etmişler anlaşılan. Yer olanlar ise burunlarından kıl aldırmıyorlar. Mozambik'li turizm işletmecileri çıldırmış olmalı. Kararım, arabada yatmak. Son bir gayretle, kum yoldan sahili gösteren "Samara" okunu takip ediyorum, sanki her ok bir konaklama yerini göstermek zorundaymış gibi. Yolun sonu birkaç evin olduğu bir bahçede bitiyor. Bahçenin kumsal kıyısında bir restoran var; Samara Restoran. Buraya kadar arabayla gelip, hiçbirşey sormadan arkamı dönüp gitmek olmaz. Bulduğum en "şef garson" olanına soruyorum; "Burası yalnızca restoran mı?". "Evet!" diyorlar. Kös kös dönerken -sanırım- patron peşimden gelip, kalacak yer arayıp aramadığımı sordu. Bahçedeki evlerden bir tanesi boşmuş, bana teklif etti. Ev dediğime bakmayın. Büyük bir oda ve banyo-tuvaletten oluşuyor. Ama içerisi pırıl pırıl. Yeri de taş üstelik. Pencereleri olduğu gibi, tepeden sarkanı dışında iki kişilik yatağının baş ucunda birer lambası da var. Fiyatı da 35 Dolar, kahvaltı dahil. Eh! Turist soymaya çalışan girişimcilerin cennetinde bundan iyisi, Şam'da kayısı. Bahçedeki dört evden birisi, yerin sahibi olan ailenin, diğer üçü de -anladığım kadarıyla- devre mülk türü kiralayan kişilerin kaldıkları yerler. Benim kalacağım "evcik" bu aralar boş anlaşılan.
Akşam özel Samara Salatası yedim. Üzerindeki karidesler hormonla beslenmişler galiba. Bu kadar iri ve lezzetlisini de yememiştim. Yeteri kadar kolesterol almış mıyımdır acaba?
Ertesi sabah beş buçukta uyandım. Hava aydınlanmış. Deniz çarşaf gibi. Mayomu giyip kumsala gittim. Su soğuk, tam insanı kendine getiren cinsten. Biraz yüzdükten sonra sahilde uzandım. Uyuyakalmışım. Uyandığımda güneş iyice dikilmişti. Vücudumun ön tarafı kıvamını aldığı için, bir de yüzüstü yatıp sırtımı kızartmak üzere uyudum. Saat sekiz buçukta kahvaltım hazır olacaktı. Toparlanıp duşumu almaya gittim. Böyle "lüks" tatil yapmak da pek keyifliymiş.
Bugün Vilanculos'ta kalacağım. Hem biraz dinlenip, denizin tadını çıkarayım, hem de birikmiş yazılarımı yazayım. Kahvaltıdan sonra yeniden deniz kıyısına gitmek için mayomu giydim, havlumu ve kitabımı aldım, kumsala gittim. O da ne? Deniz gitmiş. Biraz önce yüzdüğüm, kıyısında uyukladığım deniz yok. Yaklaşık yüz metre çekilmiş. Bu kadar kısa zamanda çekileceğini beklemiyordum doğrusu. Ben de olmayan denizin kıyısında yatarım, ne yapalım. Tembellikle ve biraz da yazı yazarak geçirdiğim günün ardından akşam kendime güzel bir balık ve şarap ziyafeti çektim. Yarın yeniden yola çıkacağım, başkent Maputo'dan önceki son durağıma doğru.
Ertesi günkü yolum sörf cenneti Inhambane'ye kadar sürecek, yaklaşık 310km. Bundan sonra ihtiyacım olmayacağı için jerry-can'lerimin (çelik bidonlar) içindeki motorini kullanmaya başlıyorum. Neredeyse boş olan yakıt deposu 3 bidon motorinle tümüyle doldu. Su deposundaki suyun da büyük kısmını boşaltıp arabayı hafifletmeye çalışıyorum. Az değil, bidonlardaki yakıt ve depolardaki suyla toplam yüzelli kiloya yakın safrayı boşaltmış oluyorum. Böylece, Maputo'ya kadarki yolda, arkadaki tek amortisöre binen yükü ciddi ölçüde azalttım. Bu yol her ne kadar haritada asfalt gözüküyorsa ve ülkenin en önemli bağlantısı olması nedeniyle öyle olması gerekiyorsa da, şu ana kadarki tecrübeler ışığında asfaltsız bölümlerin olabileceğini, ya da en azından asfaltlı bölümlerde düşmenin kaçınılmaz olacağı çukurlarla karşılaşılabileceğini göz önüne almak lâzım. Son amortisörümü korumalıyım.
Vilanculos: Hindistan cevizleri ve deniz
Yola çıktıktan bir süre sonra gerçekten asfalt bitti. Bundan sonrasında yol, şimdiye kadar olduğundan çok daha kötü. Neyse ki yağış yok. Aksi halde geçilmez hale gelecek. Biraz fazla ıslandığında lastiklerinden arabayı yere mıhlayacak cinsinden yapışkan bir çamur yaratacak, toz kıvamında toprak bir yolda ilerliyorum. Yağan yağmurlarla yolun "coğrafyası" öyle değişmiş ki, sık sık durup manevra yapmayı gerektirecek çukur ve engebelerle karşılaşıyorsunuz. Günlerden Pazar ve karşıdan, araçlarının arkasına taktıkları römorklarına teknelerini, jet skilerini, motorsikletlerini ya da kamp malzemelerini doldurmuş bir sürü Guney Afrika'lı kafileler halinde tatile gidiyorlar.
Mozambik, tarihinde birçok sel felaketi ile karşı karşıya kalmış. Bunun sebebi, orta kısımlardan sonra Hint Okyanusu'na kadar nispeten düz ve fazla yüksek olmayan bir coğrafî yapıya sahip ve başta Zambezi olmak üzere, Save ve Limpopo gibi yüksek debili büyük nehirlerin bu geniş düzlükleri suluyor olması. Mozambik'in yaşadığı sel felaketlerinin özellikle bir tanesi var ki, herhalde karşılaştıklarının en büyüğüydü.
Şubat 2000'de Mozambik'te, yağan aşırı yağmurlardan sonra büyük bir sel baskını yaşanır. Ancak su baskınını büyük bir felakete dönüştüren, 22 Şubat 2000 tarihinde ülkeye ulaşan Eline Kasırgası'dır. Kısa zamanda yağan ağır yağışla oluşan sel baskınında sel suları, akarsu seviyelerinin -yer yer- 8 metre üzerine kadar ulaşır. Sel sonucu 800'den fazla insan ölür. 1.5 milyon kişi evsiz kalır. Ancak asıl felaket ondan sonra başlar ve selden ölenlerden çok daha fazlası, sel sonrası yaşanan açlık, susuzluk ve malarya (sıtma) salgını sonucu hayatını kaybeder. Felaketin boyutlarının bu kadar büyük olmasına rağmen, Birleşmiş Milletler yardım göndermek konusunda gecikmiştir. Bu gecikme nedeniyle, sel sırasında ev çatıları ve ağaçlardan insan kurtarma operasyonuna ancak 7 tane Güney Afrika helikopteri katılır. Sel ve kasırganın verdiği zarar bununla da kalmaz. Ülkenin ana karayollarıyla demir yollarının önemli bir bölümü, köprülerin çoğu kullanılamayacak hale gelir. Ülkenin tarım alanlarının dörtte biri zarar görür, besi hayvanlarının %80'ine yakın kısmı telef olur. Daha sonra alınan dış yardımlarla bu altyapı onarılmaya çalışılmakta. Ancak hala sel felaketinin izleri silinebilmiş değil ve daha uzun bir süre de silinemeyecekmiş gibi görünüyor.
Mozambik'in EN1 karayolu. Birazdan yolun "coğrafyası" daha da değişip, "yağmurda geçilemez" sınıfına terfi ediyor
Yer yer, off-road parkuruna benzer karayolundan Inhambane'ye doğru ilerliyorum. Kuzeyde Inhassoro'dan başlayıp, güneyde başkent Maputo'ya kadar uzanan yaklaşık 750km'lik sahil şeridi Mozambik'in turizm açısından en gelişmiş bölgesi. EN1 karayoluyla katedilen bu sahil şeridi, özellikle Güney Afrikalı tatilcilerin gözdesi. Inhambane çevresindeki plajlar; özellikle Coconut (Hindistancevizi) Koyu, Tofo, Barra, Jangamo, Paindama kumsalları sörf meraklıları ile açık deniz balıkçılığını sevenlerin rağbet ettikleri tatil mekanları. Benim amacım Inhambane'de kalmak; tabii kendime kalacak uygun bir yer bulabilirsem.
Inhambane
EN1 karayolu üzerindeki Maxixe kasabasının yaklaşık 20km güneyinden, sahile saptıktan sonra tatlı virajlarla kıvrıla kıvrıla ilerleyen asfalt bir yol sizi Inhambane'ye götürüyor. Yol ayrımından bir süre sonra, sağa doğru ayrılan toprak yolun başında "Coconut Bay" okunu görüp sapıyorum. Hedefim Jangamo'da Jangamo Beach Resort'u bulmak; elimdeki kitapta anlatılanlara bakılırsa ehven sayılabilecek fiyatlarda konaklamak mümkün. Yol yüzeyi kısa bir süre sonra topraktan kuma dönüşüyor ve zaman zaman arabayı "dansettirecek" derinlikte kum "havuzlar"na dalıp çıkıyorum. Hatta yokuşlarda tekerlekleri "saran" kum, beni orta diferansiyeli devreye sokmaya ve takviyeli 2. vitese zorluyor.
Bu arada çevrenizde göz alabildiğine hindistancevizi ormanları var. Her yer hindistancevizi ağacı. Bu ormanda yürümeyi düşünmek dahi istemiyorum. O yükseklikteki bir ağaçtan insanın kafasına hindistancevizi düştüğünde -herhalde- fazla yaşama şansı yoktur. Korkum arabanın üzerine düşmeleri. Tavan neyse de (portbagaj olduğu için sorun yok), motor kaputunun üzerine düşecek bir hindistan cevizi ciddi bir göçük oluşturabilir.
Jangamo Beach Resort'a geldiğimde otel çoktan yükünü tutmuş gözüküyordu. Arabalarının arkasına takılı treylerlerinden indirdikleri tekne, sörf ya da jet skileri ile çoktan Hint Okyanusu'nun dalgaları ile boğuşmaya başlayan -çoğunluğu- Güney Afrikalı tatilciler, tüm odaları doldurmuşlardı bile. Resepsiyondaki kız, bu davetsiz ve rezervasyonsuz misafire boş odalarının olmadığını söyledikten sonra, oda fiyatlarını da "lütfen" verdi. Hiç de kitapta yazdığı gibi "ehven" değil üstelik.
Jangamu Kumsalı, göz alabildiğine...
Tofo'da da benzer bir hezimetten sonra kum-yola bata çıka Inhambane'ye doğrulttum arabanın burnunu. "Bata çıka" demek sallanmak demek tabii; hele bir de arka amortisörlerinizden birisi kırıksa... Sallanırken yukarıdan takırtı gelmesi ne demekti peki? Okuyanlar bilir. Evet! Bir portbagaj ayağı daha kırıldı. Ben sayısını unuttum. Siz saymış mıydınız, bu kaçıncısı?
Inhambane küçük ve şirin bir Portekiz kasabası. "Portekiz" dememe şaşırmayın; bu yanlışı bilerek yaptım, belki bundan sonra bilmeden yapacağım yanlışlara mazeret olur diye. Çoğu eski ufak ve sevimli binalar, birbirini dik kesen düzenli sokakları ile şirin bir kasaba Inhambane. Mimarisi tipik Portekiz koloni döneminin etkilerini taşıyor. Şehrin "kordon boyu"ndaki ağaçlıklı yol, pek çok zenci ve "renkli" gencin piyasa mekanı. Kitabımda gösterilen topu topu iki otelden birisi artık otel değil. Aslında başka birşey de değil; metruk bir vaziyette duruyor. Diğerinin istediği fiyat ise, otelin ve odanın "havası"yla bağdaşmayacak derecede fahiş. Adının Pachiça Backpackers olmasına, yani bir "sırtçantalı" oteli olmasına rağmen... Yine de fazla seçeneğim kalmadığı için kabul edecektim aslında ama bir sorun var; oda, yandaki barın -neredeyse- "içinde". Akşamın 18:00'inde bile, odada durmanın imkansız olduğu şiddette gelen müzik sesi, uyumaya karar vereceğim zaman nasıl olacaktır, kimbilir. Şehirde gerçekten de başka bir otel, motel, pansiyon ya da benzeri bir konaklama mekanı yok. Mecburen gerisin geriye Maxixe'ye döneceğim. Bari günbatımına yetişebilsem.
Inhambane Koyu ve -arkada- hindistancevizi "ormanları"
Maxixe'de günbatımı, otel odama eşyalarımı koyarken çoktan geçmişti bile. Bir yol üstü lokantası olan Pousada do Maxixe'nin üst katındaki odamdan çıkıp, EN1 karayolunun karşı tarafındaki Stop Snack Restaurant'a akşam yemeğine gittim. Öğleyi geçiştirmenin verdiği açgözlülükle (tabii biraz da Türkiye'den alışkanlıktan, porsiyonların küçük olacağı "korkusuyla") birer porsiyon kalamar, karides ve patates kızartması isteyip buz gibi biramı yudumlamaya başlıyorum. Ancak garson; elindeki tepsiyle siparişlerimi getirirken benim, gelen tabakların tamamı masama konulduğunda da çevredekilerin gözleri faltaşı gibi açılıyor. Üç koca -tepeleme dolu- tabak, çevre masaların "hepsi senin mi?" bakışları altında gözümde gittikçe büyümeye başlıyor, ben ise tersine küçülmeye... Önümde tırmanılması zor ve biran önce ufaltılması gereken üç koca dağ var. Önce kolay olan patates kızartması ve kalamardan başlıyorum; çatalıma beşer-onarlık desteler takarak. Hiç olmazsa, bundan sonra gelen müşterilere rezil olmayayım. Kalan üçüncü "karides dağı"na parmaklarımla girişmiştim ki, restoranın sahibi -bu iştahlı "iri-kıyım delikanlıyı" görmek üzere- masama geldi. Siparişle boyutlarım arasındaki oransızlıktan kaynaklanan hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak, beğenip beğenmediğimi sordu. "Bu bana ne der?" edasıyla yan gözle bakıp, hafif gülümseyerek ve karides dolu ağzımla homurdanarak savdım; palabıyıklı, eski balıkçı olduğu belli restoran sahibini.
Bazı kaynaklar, Mozambik'te Portekizliler'in varlığının, Vasco da Gama'nın 1498'de Ilha do Moçambique'e (Mozambik Adası) çıkmasıyla başladığını söylerler ki, bence de doğrudur. Ilha do Moçambique, Doğu Afrika'ya ilk Avruplı'nın ayak bastığı yerdir. Mozambik'in oldukça kuzeyinde yer alan Mozambik Adası aslında bir mercan adası ve 1992'de Birleşmiş Milletler tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış, "kendiliğinden" korunmuş ve günümüze kadar bozulmadan kalabilmiş tarihi dokusu yüzünden. Şimdi diyeceksiniz ki; "Bu kadar anlatıyorsun da, gittin mi ki?". Hayır, gidemedim. Rotamın çok uzağında, kuzeyde kalıyordu. Ancak bu yazıya girmesinin nedeni Mozambik adının kaynağı olması. Kendi adının da Mozambik Adası olmasının bir öyküsü var. Vasco da Gama adaya ilk ayak bastığı zamanda, adada bulunan Arap şeyhinin adı Moussa Ben Mbiki. Artık, bu isim -hani bizim dilimize pelesenk olmuş deyişle- "halk arasında söylene söylene" Mozambik'e mi dönüştü, yoksa tanışma esnasında şeyh adını söyledi de, Da Gama ve "maiyyet"i onu "Mozambik" diye mi anladı, bilemiyorum. Ama sonuçta Da Gama adaya "Mozambik'in Adası" ya da "Mozambik Adası" anlamında Ilha do Moçambique adını verdi. Ve ülke de ismini bu adadan aldı.
Portekizliler'in Mozambik'e, daha doğrusu Doğu Afrika kıyılarına gelişlerinin nedeni açık; alternatif doğu ticaret yolu oluşturmak. Bunun yanında Afrika'da varlığı keşfedilen altın (ve fildişi) ile daha sonraları dünyada önemli bir pazar haline gelecek esir ticareti de Portekizliler'in Doğu Afrika'da bulunması ve varlıklarını sürdürmesi için önemli nedenlerdir. Doğu ticaretini kıyıdaki limanlar ve garnizonlarını kullanarak yapan Portekizler, altın ve esir ticareti için yerel girişimcilerden yararlanmışlar. Bu nedenle, Mozambik'in iç bölgelerinde uzun süre Portekiz varlığı ve buna bağlı olarak da, etkisi görülmemiş. 2. Dünya Savaşı sonrası başlayan bağımsızlık hareketleri ile Afrika'nın eski kolonileri yavaş yavaş özgür birer ülke olmaya başlarken, Portekiz'in sömürgelerini kendi taşrası olarak ilanı ve dolayısıyla bu ülke vatandaşlarını da Portekiz vatandaşı olarak kabul etmesi, Portekiz'den Mozambik'e büyük bir göçün başlamasına vesile olmuş. O kadar ki, Mozambik'in bağımsızlığını kazandığı 1975 yılında ülkede yaşayan Portekizli sayısı 250,000 cıvarındaymış.
Mozambik'te, diğer Afrika ülkelerinde görmediğim bir durumdan bahsetmek istiyorum: Eski İngiliz (ya da Belçika veya Alman) sömürgesi ülkelerde, birkaç istisna dışında sömürgeci ülke vatandaşı olanlar, kendilerini yerli halktan ayrı tutmaya özen gösterirler. Hatta bu kişilere "Nerelisin hemşerim?" diye sorduğunuzda "İngiliz'im! (ya da Belçikalı'yım/Alman'ım)" diye cevap verir. Ama Mozambik'te yaşayan ve -tabii- renklerinden Portekiz asıllı olduğu belli olanlar Mozambikli olduklarını söylerken "Mozambik'te yaşayan insan başka nereli olabilir ki?" der gibi tuhaf da bakıyorlar insanın yüzüne. Yani bir "Mozambikli" mozayiği oluşmuş; kaynaşmış, bütünleşmiş. Ciddi bir karışma da görüyorsunuz; yani Portekiz asıllı ile Khoisan ya da Bantu kökenli yerli insan evliliği...
Ve şimdi size bir sürpriz: Portekiz'in İngiliz Uluslar Topluluğu (British Commonwealth of Nations) üyesi bir ülke olduğunu biliyor muydunuz? Açıkçası ben Malawi'de Mozambik'e giriş için vize şartlarını sormaya Mozambik Büyükelçiliği'ne gitmeden önce böyle bir şeyi bilmediğim gibi, olabileceğine ihtimal bile vermiyordum. Hatta ondan da önce Stuart'la bir akşam muhabbetimiz sırasında bana Mozambik'in Uluslar Topluluğu üyesi olduğunu laf arasında söylediğinde bunu, onu doğru anlayamamış olduğuma yormuş, üzerinde de fazla durmamıştım. Peki; tarihinde, diplomatik ve -özellikle 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında gelişen- ticari ilişkiler dışında İngiltere ile herhangi bir alış-verişi olmamış bir ülkenin İngiliz Uluslar Topluluğu'nda ne işi var? Daha önce de size bahsetmiştim; şimdiki Zimbabwe, o zamanki adıyla Rodezya'daki ve Güney Afrika'daki ırkçı ve baskıcı beyaz yönetimine karşı olan örgütlere "yataklık" ettiği için, bu ülkeler tarafından desteklenen RENAMO'nun karıştırdığı Mozambik, ülkede yaşanan ve 1980'lerin başından Ekim 1992'de Roma'da imzalanan barış anlaşmasına kadar bir milyon civarında Mozambikli'nin yok olmasına, 1.7 milyonunun komşu ülkelere sığınmasına ve milyonlarcasının ülke içerisinde evlerinden ayrı göçmen hayatı yaşamasına neden olan iç savaşla çok yıpranmıştı. Rodezya ve Güney Afrika'daki bu yönetimlerin devrilmesinden sonra, Mozambik'in komşusu olan ve hepsi İngiliz Uluslar Topluluğu üyesi olan ülkeler, kendi inisiyatifi dışında yıpratılan bu ülkeye "boyun borcu" ödemek için onun İngiliz Uluslar Topluluğu'na kabulünü istediler ve Mozambik, 1995 yılında, ırkçı yönetimden kurtulan Güney Afrika Cumhuriyeti'nin birliğe -yeniden- kabulü ile eşzamanlı olarak İngiliz Uluslar Topluluğu'na alındı. 1997'de Topluluk Hükümet Başkanları'nın (Commonwealth Heads of Government) aldığı bir kararla, Mozambik'in üyeliğe alınmasının özel bir durum olduğu ve bundan sonra herhangi bir başvuruya örnek oluşturamayacağı karara bağlandı.
Maputa
Ertesi gün, yani 3 Nisan Pazartesi günü erken saatte Maxixe'den ayrıldım. Maputo'ya kadar yaklaşık 500km yolum var. Bu sefer yol düzgün asfalt ve bakımlı. Yol çizgileri ve trafik işaretleri yerli yerinde. Tek sorun, köprüler menfezler ancak tek şeritli olarak hizmete verildiğinden buralarda yol -kontrollu olarak- daraltılıyor; dikkat etmek gerekli.
Baixa'da belediye hal binası
Maputo'da iki gece kalmayı planladım. İlk gün ve gecesi şehre "alışma" turlarından sonra ikinci gün şehir turu, arabanın bakımı ve kırık amortisörünün yerine yenisinin bulunup takılması. İkinci gün akşamı ise -elimdeki kitapta bahsedilen- Salsa barlarında danslı bir Maputo akşamı... Felekten bir gece çalacağım yani.
Maputo'ya girişim öğleden sonra saat üçbuçuk civarındaydı. Daha ilk girdiğimde bile, şimdiye kadar gördüğüm Afrika başkentlerinden çok farklı olduğu gözümden kaçmadı, Maputo'nun. Geniş ve ağaçlıklı caddeleri, birbirini dik kesen sokaklarla bağlanıyor. Bu şekilde şehir içinde yer ve yön bulmanız da çok kolaylaşıyor tabii. Geleneksel "oryantasyon turu"mu atarken, bir yandan da önceden listesini yaptığım hostel ve pansiyonları gezdim. Özellikle üzerinde durduğum ve tavsiye de edilen iki hostel; Fatima's ve Base Backpackers'da yer yoktu. Base Backpackers ertesi akşam için koğuşta bir yatak verebiliyordu ama, zaten iki gece kalacağım şehirde bir de kalacak yer değiştirmekle uğraşamam doğrusu. Fiyatlar da öyle pek "sırtçantalı turist"e uygun görünmüyor; USD25-30.00 civarında dolaşıyor. Birkaç otele daha baktıktan sonra, Base Backpackers'ın karşısındaki Hotel Escola Andalucia'da kalmaya karar verdim. Eski sahibi olan bir İspanyol asilzadesinden, yeni Güney Afrikalı sahibine devredildikten sonra biraz bakımsız ve ilgisiz kalmış bir otel burası. Yeni sahibi komutayı henüz devralmamış ama -resepsiyondakilerin söylediğine göre- kısa zamanda hızlı bir renovasyonla lüks bir otel olarak yeniden hizmete girecekmiş. Her ne ise, sonuçta bu geçiş dönemi nedeniyle Maputo'da fiyat/kazanç oranı en iyi olanı bence; USD35.00 kahvaltı dahil. Hem de tertemiz, klimalı ve televizyonlu bir oda, üstelik sürekli sıcak suyu olan banyosu bile var. Bulunduğu yer de, şehrin lüks bir bölgesinde.
Maputo adının uzun bir geçmişi yok aslında. Daha önce, bölgeyi keşfeden Portekizli tüccar Lourenço Marques'in adıyla anılırmış şehir. 1894'te Lourenço Marques ile Pretoria arasında bir tren yolu inşa edilene kadar -arada bir uğrayan fildişi tüccarı Portekiz gemileri dışında- pek ilgi gösteren olmamış. Demiryolunun yapılmasından sonra gelişmeye başlamış. 1898'de Mozambik'in başkentliği ünvanını Ilha do Moçambique'ten (Mozambik Adası) aldıktan sonra, 25 Haziran 1975'te ülke bağımsızlığına kavuşana kadar Lourenço Marques ismiyle anılmaya devam edilmiş. Hatta kısaca LM denilirmiş aslında. Bağımsızlıktan sonra ise başkentin adı Maputo olarak değiştirilmiş.
Hal binası ve civarında taze meyve-sebzeler
Maputo şehrinin kalbi iki bölgede atıyor: Polana ve Baixa. Polana, şehrin modern alış-veriş merkezleri, lüks otel ve restoranlarının bulunduğu yerken; Baixa, Maputo Körfezi'nin güney kıyısında kolonyel binalarıyla şehrin eski merkezi. "Baixa" Portekizce'de (ve sanırım İspanyolca'da da) "aşağı" anlamına geliyor. Lizbon'u görenler varsa hatırlayacaklardır, oradaki Baixa bölgesini de. Bizde telafuzu yüz kızartıcı bir anlama çekilen "aşağı mahalle" demek sonuçta. Maputo'nun da gerçek anlamda "aşağı" mahallesi. Kıyıda yer alması nedeniyle, deniz seviyesinden yaklaşık 75m yüksekte olan şehrin merkezine göre aşağıda kalıyor.
Tarihi tren istasyonu ile, balık hali, belediye çarşısı ve sembolik kalesi ile, barları ve diğer eğlence yerleri ile canlı bir sahil Baixa.
Maputo diğer Afrika başkentlerinden çok farklı demiştim. Şehrin merkezi, özellikle Baixa ve Polana'da ana caddeler üzerinde yer alan restoran ve caféler, kaldırımlara taşan masaları ile gece geç saatlere kadar "yaşıyor". Çoğu hala ayakta duran kolonyel binalar, çinili cephe kaplamaları ile Portekiz'i hatırlattı bana.
Şehre vardığımın ertesi günü öncelikle arabanın bakımını yaptırmam ve kırık amortisörü değiştirmem lazım. Bu arada, son zamanlarda, ön tekerleklerde -yeniden- başgösteren balans sorununa da çözüm bulmalıyım. Bunun için de, özellikle araç üzerinde balans yapabilecek ekipmana sahip bir lastik servisi bulmalıyım.
Maputo'da Portekiz mimarisi
Önceki gün, Merkez Hastanesi'nin biraz ilerisinde gözüme çarpan "Good Year" servisine gitmeyi düşündüm. Oldukça büyük bir servis ama, orada da benim istediğim ekipman yok. Çalışanlardan İngilizce bilenini bulamayınca, sekreterinin utana sıkıla kapısını çaldığı -Hint asıllı olduğunu tahmin ettiğim- patronun yardımına sığındım. Odasına buyur eden patron, derdimi dinledikten sonra çağırdığı elemanlardan birine birkaç yer tarif edip bana yolu göstermesi için yanıma kattı. Birlikte tarif edilen yerleri dolaştık ama, hepsi başarısız. Son gittiğimiz servis bize bir garajın adresini verdi; şehrin sanayi bölgesinde. Güney Afrika asıllı bir sahibi var, -tabii- gayet iyi İngilizce biliyor. Derdime çare olabilecek bir yer. Üstelik yalnızca balansı değil, arabanın bakımını ve hatta amortisör problemini de burada çözebilirim. Kaynak makinesi? O da varmış. Güzel! Tüm mekanik sorunları çözüyoruz burada. Lastik servisinden aldığım elemanı yerine bırakmak üzere geri dönüyorum. Nasıl olsa GPS'im var ve -karmaşık da olsa- garajı yerini tekrar bulmam sorun değil.
Geri döndüğümde garaj sahibi, Türkiye'den beri arabayla geliyor olduğumu öğrenince -ilginç gelmiş olacak ki- benimle bizzat ilgilendi. Bana, şimdilerde otomotiv piyasasından elini eteğini çekip Göcek'e yerleşen bir abimi hatırlattı: Onun da garajı bu kadar karışıktı, onda da -meraklı bir makine mühendisi olarak bile, bazılarının ne işe yaradığını bilemediğim- türlü çeşitli alet ve ekipmanı bulunurdu, onun da "ya bir gün gerekirse" diye ordan-burdan toplanmış ve saklanan enva-i çeşit hurdası vardı ve o da bu kadar titizdi. Ön tekerleklerin balansını kendisi yaptı. O arada, balans makinelerini senede bir nasıl kalibre ettiğini anlattı. Elemanlarından birisini gönderip amortisör aldırdı. Gelen ilk amortisörü beğenmeyip geri gönderdi. Kırılan portbagaj ayağını kaynatması için ustalarından birine verdi, daha işin başında "stilini" beğenmeyip kaynak pensesini elinden aldı. Karşımda huysuz titizliğiyle Okay Abi'yi gördüm sanki. Neyse ki, yağ ve filtre değişim işlerini ustasına bıraktı. Lifte kaldırıldığında, ben de arabanın altını -Türkiye'den önce- son kez gözden geçirdim.
Günün kalan kısmında Maputo'da yürüyerek dolaştım, sokaklarına girip çıktım, cafélerinde serinledim. Ben bu şehri çok sevdim; -giderseniz- siz de seveceksiniz, eminim. Akşam için kitapta yazılı Gypsy's Bar ve Pub-Mundo'yu bulmalıyım; -zaman zaman canlı- Salsa müziği ve dansıyla kapamalıyım Maputo sayfasını. Fakat ne yazık ki, Pub-Mundo'nun yerinde (yani, binasının yerinde) yeller esiyor. Diğeri de kapalı. Mecburen Maputo'daki son gecemi Ciné Afrique'in yanındaki -"entel barı"- Cat's Garden'da geçireceğim. Canlı blues var ve çocuklar iyi çalıyor.
Photo by Henrik Strüve...Maziden... Wadi Halfa/Sudan
Maputo'da internet café sayısı son derece az. Şimdiye kadar bulabildiğim tek internet erişim noktası 24 Haziran Caddesi üzerindeki teknik okul. Oradaki bağlantı da çok yavaş ve fotoğraflarıyla birlikte güncelleme yazımı göndermem herhalde birkaç saat alır. Sağolsun, okuldaki hoca bana hızlı bir internet café tarif etti. Çok uzak değil. Gelen mesajlarımı kontrol ederken, daha önce Asswan (Mısır)-Wadi Halfa (Sudan) arasındaki feribot yolculuğunu birlikte yaptığımız araçlardan olan İsveçli Henrik'ten -önceki gün gönderdiğim mesaja- cevap geldiğini gördüm. Henrik Maputo'da, bir İsveç yardım kuruluşu adına proje yöneticiliği yapıyor. Buraya kadar gelmişken onu da görmek istemiş ve Maputo'da olduğuma dair bir mesaj göndermiştim, bir gün önce. İnternetle işim bittikten sonra, Henrik'i verdiği telefondan aradım. Evini tarif etti ve hemen yakınındaki bir kavşakta buluştuk. Bir kahve ve kısa bir sohbet molasından sonra, aşağıda -Wadi Halfa'ya yaptığımız "çıkarma"da- çektiği fotoğrafı da alıp Maputo'dan ayrılmak üzere yola çıktım.
Bu akşamın hedefi Komatipoort/Güney Afrika Cumhuriyeti. Ressano sınır kapısına 92km yolum var.
Sınırda, sorunsuz bir şekilde Mozambik'i terk ediyorum.
Dedim ya; ben Mozambik'i çok sevdim!
|
Yazılan Yorumlar... |
Henüz Yorum Yazılmamıştır |
Yorum yazmak isterseniz...
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.
|
|