Sabah, Atrau üzerinden Oral'a ulaştım. Burada, kısa bir "es" vermek istiyorum. Kazakistan seyahatimin bundan sonraki kısımlarında, 1992-93 yıllarında Kazakistan'a yaptığım iş gezilerinde, özellikle ülkenin bu uzak kentlerinden anılarıma da yer vereceğim. Yoksa monoton geçen seyahatimi anlatmam ne bana, ne de okuyan sizlere hiç keyif vermeyecek. Anılarımı da işin içine katmamın sizlere ne derece keyif vereceğini bilemem ama, en azından ben kendimi kurtarmış olurum.
Evet, dönelim Oral'a, ya da benim hatırladığım -ve hatırlamak istediğim- adıyla Uralsk'a... Uralsk, Ural Nehri üzerine kurulmuş bir şehir. Lenin'in, Sovyetler Birliği'nin kuruluş döneminde Uralsk'ı, Ruslar'ı Kazakistan'a yerleşmeye özendirmek için bir geçiş noktası olarak düşündüğü söylenir. Bu aslında doğru. Nüfusunun büyük kısmını oluşturan Ruslar, kentin bir Avrupa şehri görünümüne bürünmesini sağlamış.
Uralsk'la ilgili anıma gelelim. Yanılmıyorsam 1993 senesi idi. Perestroika hemen öncesi ya da sonrası.... Çalıştığım firmanın Uralsk'ta Kazakhtelekom'la ortak kurduğu fabrikaya yaptığımız seyahatte gece, Alma Ata'dan gelen uçaktan alınıp, şehrin -şimdi maalesef hatırlayamadığım- bir köşesinde, ama, Ural nehrinin kıyısında, ağaçlar içerisinde bir "daça"ya getirildiğimizi hatırlıyorum. Daça -bu arada, bilmeyenler için- tatil evi demek Rusça'da. Ama, bu daça, herhalde üst düzey yöneticiler için ayrılmış olanlarındandı ki, son derece lükstü. Alt katında koca bir salon, üst katta da yatak odaları, banyo v.s. Her yer parke, salonda koca bir şömine, yanına istiflenmiş odunlar... Tek sorun, sanırım geç haberleri olmuş ki, evi ısıtmayı ya unutmuşlar, ya da ısıtma sistemi çalışmıyor. Belki de yok; hani yazlık ya... Tabii, sıcak su da... Zaten araziden döndüğüm gün yola çıkmışım. Bir de üzerine o yolculuk; bitlenmek üzereyim. Ama, gerek evin ısısı, gerekse suyun sıcaklığı (ya da soğukluğu mu demeliyim?) yıkanma cesaretini öldürüyor insanın. Bizim gruptan en rütbeli kişi İhracat Direktörümüz Faruk Bey. En yaşlımız da, aynı zamanda... İçimizde ilk cesur o çıktı. Evin 10 derecenin hayli altında, suyun da sıfıra yakın sıcaklığına rağmen duşa girdi. Onun haykırmalarıyla ev çınlarken, "vardır bir hikmeti" deyip, ardından ben de sıraya girdim. Hayatımın en kısa, en soğuk ve fakat en verimli duşunu aldıktan sonra, soğuyan vücudumu ısıtmak için şömine başında konyağın sıcak kollarına bıraktım kendimi. Geç saatlere kadar süren keyifli sohbet sonunda, odunlar tükenmedi ama, biz tükenmiştik.
Rus Ortodoks Kilisesi
Es bittiğine göre, şimdiye dönebiliriz. Akşamüzeri, körpe bir saatte Uralsk'a ulaştığımda, ilk iş kutsal kitabın önerdiği otelleri aramaya başladım. Listeden bulabildiğim tek otel olan Sayahat Konak Yuvi ("Konak Evi" demek, yani otel) hem fiyatı (yaklaşık US$95.00), hem yenileme çalışmalarından dolayı inşaat şantiyesi görüntüsü, hem de altındaki diskodan dolayı sarhoş gençlerin can sıkıcı gürültüsünden dolayı hiç de çekici değildi, doğrusu. İşi, içgüdülerime bırakmaya ve uygun bir otel bulmaya karar verdim. Uralsk caddelerini arabayla arşınlamaya başladım; nafile. Bir ara, cadde üzerinde bekleyen birkaç polis gördüm. Kazakistan'da polis gördün mü, kaçacaksın. Ama ben çaresizim ve son derece masum bir gerekçem var, polisten yardım istemek için.
Yanlarına usturuplu bir şekilde yanaşıp, elimde LP kitabı ile araçtan indim. "Bir gastinitza ariyorum" dedim, en kibar ses tonumla. "Dakimınt!" dedi, içlerinden birisi. Yani, evraklarımı soruyor. Bu arda, Rusçada, İngilizcedekileriyle özdeş birçok kelime vardır. Bunlardan birisi de dakimınt; İngilizce'deki document'la özdeş. "Yok" dedim, "yanlış anladınız. Gastinitza arıyorum". Yine aynı sert ifade ile "Dakimınt!". Peki, ne yapalım. Veriyorum "dakimınt"larımı. Bu sırada telsiz sürekli çalışıyor; heyecanlı bir muhabbet sürmekte. Evraklarımı alan polis, telsizine sarılıp bir şeyler söylüyor; içinden "Türk" ve "maşin" (yani, "araba" demek) kelimelerini yakalıyorum.
Çok geçmeden (üç-beş saniye) iki polis arabası bulunduğumuz köşeyi hızla dönüp, 10-15 santim dibimize sert frenlerle duruyorlar. İçinden inen 7-8 polis (bir kısmı üniformalı, bazıları sivil) etrafımızı sarıyor. Herkes bir şeyler soruyor. Paniklememeye çalışarak, Rusça bilmediğimi anlatmaya uğraşıyorum. Bir problem var ama haydi hayırlısı. Birazdan, içlerinden birinin elinde küçük bir fotoğraf fotokopisi beliriyor; ben bu yüzü tanıyorum. İstanbul'da sevgilisinin başı kesik cesedi bir çöp konteynerinde bulunan C.G.'nin resmi bu (hani, katil zanlılarının adı böyle yazılıyor ya). Hay bin kunduz! Yahu, ben bu olabilir miyim? Ben 50, o ise 23 (yanılmıyorsam) yaşındayız. Üstelik insanın deli olması lâzım, tüm dünya bu adamın peşindeyken Türk plakalı ve ve üzerinde Türk Bayrağı çıkartması olan bir arabayla dolaşmak için.
Gelen geçen yavaş yavaş birikmeye başladı. Millet, belli bir emniyet mesafesi bırakarak etrafımızda halka olmuş, bizi seyrediyor. Sirk çadırından sonra, bir de sokak soytarılığını oynamak varmış kaderde, demek ki. Yaklaşık 45 dakika süren bir sorgulama geçiriyorum. Sorulara Türkçe, Rusça, Tarzanca, "el-kol"ca cevap verirken, verdiğim cevaplar sürekli "merkeze" telsizle bildiriliyor. Bu arada, arabaların biri gidiyor, öteki geliyor. Sonunda, benim aradıkları "o şahıs" olmadığıma kanaat getirdiler ve "gidebilirsin" dediler. Eee? Benim gastinitza işim. "E, sen bulursun artık". Sağ olun be birader. Tutuklanmaktan kurtulduğuma sevinsem mi, bu geç saatte hala bir otel bulamamış olmama üzülsem mi, bilemiyorum.
Uzatmayayım, yaklaşık yarım saatlik bir turlamanın ardından, eski Sovyet döneminden kalma klasik bir otel buldum sonunda. Oteli, 60 yaş üzeri bir sürü kadın işletiyor. Tabii, hiç birisi İngilizce -ve, tabii, Türkçe- bilmiyor. Otele, sanırım son zamanlarda gelen tek ciddi müşteri olmam nedeni ile, hepsini bir telaş aldı. Birisi, otelin en iyi odasını gösterirken, ötekilerinden bir diğeri arabamı park edebileceğim, park yerindeki en güvenli köşeyi tespit etmeye çalışıyor, falan. Bir koşuşturmadır gidiyor ki, sormayın. Neyse! Koca bir oda; banyolu falan. Koca bir yatak. Ancak, boyuna eksende yapılan sürekli ve ritmik hareketlerden, eklemleri gevşemiş. Yanal mukavemeti ise iyi görünüyor. Dikkatli olmak lazım. Gecenin ilerleyen saatleri olmuş ve yiyecek bir şeyler bulma olanağım zayıf. Yine de şansımı denemek üzere kendimi sokağa atıyorum. Bu kadar stresin üzerine, soğuk bir birayla, güzel bir yemek iyi gider. Ne mümkün? Küçük bir kafede önceki müşterilerin tabaklarından artmış görüntüsü veren kötü bir tavuk, ama soğuk bir bira eşliğinde, yemeğimi yiyorum.
Otele dönerken izbe bir kuytuda üç polis çeviriyor. "Dakiment!". Hay dakiment kadar başınıza taş düşsün, be birader!
- Dakiment otelde.
- Hangi otel?
- Ne bileyim birader? Kafa mı bıraktınız adamda? Otelin adına bakmadım bile.
- Adres?
- Yahu, adını bilmiyorum. Adresini nereden bileyim? Şurdan şöyle gidiyorsun, 2. sokaktan sağa sapıyorsun, 100 metre ileride solda.
- Silah, bıçak falan var mı üzerinde?
- (Bazoka var) Ne silahı be kardeşim? Ben zavallı bir turistim.
Bu arada, içlerinden birisi, elinde telsiz, sanki "merkeze" bir şeyler soruyormuş gibi yapıyor. Yemezler kardeşim! Telsizle konuşurken "pıh, pıh" diye ses çıkar. Sen bizi ne sandın? Anladım ki, bunların amacı aslında, göz korkutup, çorba parası koparmak. "Dökümanlar otelde. İstiyorsanız, buyurun gelin, göstereyim" diye yürüdüm; bir cesaret. "Hey, hop" falan diye seslendiler ama, kim tutar beni; hızlı adımlarla otele doğru yürümeye başladım. Onlar da benden bir şey koparamayacaklarını anlamış olacaklar ki, peşimi bıraktılar.
Sokakta resim yapan öğrenciler
Ertesi gün, Kazakistan'a girişten sonra, 5 gün içerisinde yapılması gereken registration (kayıt) işlemini yaptırmam lazım. Bunun için de OVIR (İçişleri Bakanlığı'na bağlı Yabancılar Dairesi) ofisini bulmalıyım. Oteldeki yaşlı bayanlardan birisine soruyorum. Yine bir telaş; telefonlar telefonlar. Sonunda elime, üzerinde adres yazılı bir kağıt tutuşturuyorlar. Yer uzakmış. Arabayla bulmam da mümkün değil. Taksi soruyorum; onu da hemen ayarlıyorlar. Gelen taksiciyi bir güzel tembihleyip, ödemem gereken para konusunda da beni özellikle uyarıp gönderiyorlar. Bu yaşlı bayanlar bir harika.
Şehrin varoşlarında bir yere varıyoruz. Taksiden inerken telefonunu istiyorum. Dönüşte telefonla çağırıp, aynı taksiyle dönmek en kolayı. Sevinerek veriyor. Binaya girdiğimde bir sürü kuyrukla karşılaşıyorum. Hiçbir yabancı olmadığı gibi, yabancı dil bilen bir kişi bile yok. Sonunda, çalmadığım tek kapıyı vurup içeri giriyorum. Küçük bir oda ve tek başına genç bir kız oturuyor. Derdimi anlatmaya çalışıyorum. O da, bildiği birkaç kelime İngilizce ile, gelmem gereken yerin burası olmadığını, burasının eski Sovyet ülkeleri vatandaşları ile ilgili Yabancılar Dairesi olduğunu anlatıyor. Eee? Nereye gideceğim ben peki? Kağıda bir şeyler çiziyor. Kutsal kitap da yanımda değil ki, oradan tarif etsin. Sonunda, "Gel" diyor, "beraber gidelim". Nasıl yani? "Ya işin?". "Tamam" diyor, "nasıl olsa öğle tatili başlıyor". Peki bakalım. O önden, ben arkadan, çıkıyoruz. Taksiye doğru yöneldiğimi görünce, "Yok" diyor, "otobüsle önünde ineriz". Hemen oradaki duraktan bindiğimiz otobüs, bizi, uzun süre dolaştıktan sonra, kaldığım otelin önünden geçiriyor. Otelden 2 durak sonra da biz iniyoruz. Otele 300 metre yok yani. Yürüyerek 10 dakika... Yolda, daha önce o bölümde çalıştığını, oradakileri de iyi tanıdığını söylüyor. Şansın bu kadarı olur yani. Binaya giriyoruz. Sırada bekleyenlerin homurtularına aldırmadan, beni kolumdan çekip bir odaya sokuyor. Oradaki rütbeli askere (ya da polise, bunun ayırdına hala varmış değilim burada) bir şeyler söylüyor. O da, ona... Odadan çıkıyoruz. Bana "Çek" diyor. Ne çeki? Para mı, yani? "Yok, çek!" Anlamadığımı görünce, yine kolumdan çekerek dışarı çıkartıyor beni. Otele gidecekmişiz. Peki! Oteldekilere bir araba dolusu söyleniyor; sanırım, beni yanlış yönlendirdikleri için. Yaşlı bayanlar, sus-pus. "Çek"in ne olduğu anlaşıldı; otel faturasıymış. Faturayı alıp çıkıyoruz. "Benim işe dönmem lazım" diyor. "Saat üç buçukta, bununla gidip kaydını yaptır". "Peki, seni bırakayım" talebimi, biraz nazlandıktan sonra kabul ediyor. Yolda, saat üçte onu almamı ve kayıt işlemi için birlikte gitmemizi öneriyor. Canıma minnet.
Saat üç buçukta kayıt işlemim bitmişti. Onu yeniden iş yerine bırakırken, teşekkür için ne yapabileceğimi sordum. "Sana yardım ettim sadece" dedi. Tabii ettin de, hani her gariban turiste böyle yardım edeceksen işin zor. Bari sana bir şeyler ısmarlasaydım! Teşekkür ederek, geri çeviriyor. Allah razı olsun, ne diyeyim?
Ertesi sabah, yani 9 Haziran Salı sabahı, erkenden, Aktöbe üzerinden Aralsk'a doğru yola çıktım. Aktöbe'de yine otel arama krizi, şehrin dış semtlerinden birinde bir otel bularak noktalanıyor. Otel, iyi hoş da, elektrik yok. Yani, karanlıktayız. Arabadan fenerlerimi yanıma alıyorum. Aralsk yolu, Aktöbe-Qostanay yolunun 220'nci kilometresinden ayrılıyor. Bizim Gürcü şoförler, Cemal-Nodar ikilisinden aldığım istihbarata göre, Aralsk'a kadar olan 390 kilometrenin 150 kilometresi bozuk. Ne 150 kilometresi, ne bozuğu? Benim ölçümüme göre o "bozuk" dedikleri yer 260 kilometre ve -benim bildiğim- ona "bozuk" denmez; daha çok "yol yok" denir.
Sonsuzluk, hiçlik, yalnızlık, sessizlik... Qostanay-Aralsk "yolu"
Not: Ali Eriç'in "Arabamla Dünya Turu" gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu - Türkiye (Başlangıç - Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.
|