Arabamla Dünya Turu – Kolombiya (Cartegena - Salento - Cali) (Genel)
Kolombiya ile yepyeni bir kıtaya başlıyorum...Cartagena Havaalanı'nın klimalı ortamından dışarı çıktığımda sıcak ve rutubetli hava vücuduma yapışmaya başladı bile. Taksiyle, daha önceden yer ayırttığım Hotel Bellavista'ya kısa zamanda vardık, şehrin havaalanına yakın ucunda olduğu için. Bu oteli de Mabel önermişti bana. Sanırım, daha önceden aracını Willhelmsen'le naklettiren bir gezginin tavsiyesi ile Mabel de yardımcı olmak üzere müşterilerine öneriyor. İyi ki de önermiş; ben çok memnun kaldım.
Kolombiya, beklentimin aksine, yemek ve konaklama konusunda Kosta Rika ve Panama'da olduğu gibi, kuzeydeki komşularına göre daha pahalı. Kosta Rika ve Panama'yı anlamakta güçlük çekmiyorum ama, Kolombiya için bu durum biraz şaşırtıcı geldi. Bunu belirtmemin nedeni, benim de tavsiye edebileceğim Hotel Bellavista'nın oda fiyatlarının, benimle aynı beklentide olan kişilere yüksek gelmesi ihtimaline karşı önceden fikir vermektir. Orta Amerika'da (Kosta Rika ve Panama'yı bunların dışında tuttuğumu yine belirteyim) aynı fiyatla alacağınız hizmet standardının daha yüksek olacağı kesindir. İlgilenenler için Hotel Bellavista'nın bilgileri de şöyle : Hotel Bellavista (Marbell, Av. Santander No.46-50 Cartagena, Tel : +575 6646411, E-posta : info@htbellavista.com, www.htbellavista.com)
Bellavista'yı methetmemin nedeni, sahibi olan aile ve ailenin 'reisi' Enrique. 65 yaşındaki Enrique, babadan Catalan, anneden Fransız kökenli, cüssesiyle (göbeğiyle) orantılı sevimlilikte. Geniş ailenin tüm fertleri (kardeşler, çocuklar, yeğenler, torunlar dahil) işin ucundan bir şekilde tutuyor. Enrique de fırsat buldukça benimle muhabbete geliyordu. Benim gibi arabasını beklediklerini, sonradan gümrüklü sahada gördüğümde fark ettiğim iki kişi, Enrique'le muhabbeti yakalayamamıştı, nedense. Hatta, onları ortalıkta bile görmedim, diyebilirim.
Cartagena
Cartagena (ya da Cartagena de Indias), şu ana kadar gördüğüm Latin Amerika koloniyel şehirleri içerisinde en keyiflilerinden biri. 'En keyiflisi' demek belki biraz iddialı, daha doğrusu adaletsiz olabilir. Bundan önce gördüklerim içerisinde bir eleme, bir filtreleme yaptığımda, aklımda yer edenlerin her birinin kendine has farklı özellikleri olduğunu düşünüyorum hep. O özellikleri aynı kefede değerlendirip de, 'şu daha güzeldi' demek, bir diğerine haksızlık etmek olacaktır. İlk ağızda aklıma gelen Guanajuato'ya (her ne kadar Lando'nun bana işkence yaşattığı bir yer olsa da) bunu yapamam, en azından. Her neyse; güzellik yarışmasını bir yana bırakalım.
Cartegena Sokaklarından manzaralar...
1533'te (tabii ki) İspanyollar tarafından bir liman kenti olarak kuruluyor, Cartagena. Esasen başta yerlilerden 'tokatlanan' (bu tabiri kullandığım için üzgünüm ama, izlenen yöntem bu tabire uyuyor) altınlar, İspanya'ya gönderilmek üzere burada depolanıyor. Gelen İspanyol gemilerine kadar iyice biriken hâsılatı, onlardan önce davranıp 'zimmetine geçiren' korsanlar da olmuyor değil tabii. Yani, kimi zaman 'haydan gelen, huya gidiyor', anlayacağınız. Bunlardan en önemlisi de, önceleri İngiltere Dünya Donanması'nın komutanlığını yaparken, kaderin ördüğü ağlarla korsanlığa yönelen Sir Francis Drake'in (adam üstelik bir de 'sör') 1568'deki işgali. Şehirden kaçan vali, daha sonrasında Sir Drake'le yaptığı anlaşma sonucu bugünün kıymetiyle yaklaşık 200 milyon ABD Doları ödeyerek şehrini bu zorbadan geri alabilir. Ancak Sir Drake bu arada, inşa edilmekte olan Şehir Sarayı ve yeni bitirilmiş olan Katedral de dahil, şehrin dörtte birini yerle bir etmiştir bile. O kadar 'zorluklarla' toparladıklarını başkalarına kaptıran İspanyollar, sonunda burayı korumak üzere çevresine bir sur çevirmeye karar verir ama, bu iş onlara biraz pahalıya mal olur. 1751-1810 arasında gerçekleşen inşaata, bugünkü karşılığıyla yaklaşık 2 trilyon ABD Doları (bunu sayıyla yazmayacağım) harcanır.
Cartegena Sokaklarından manzaralar-2...
Cartagena'nın güzelliğinden bahsederken, sur-içi kısmını kastediyorum tabii. Onun dışında kalan modern şehir ise, bildiğiniz bir şehir, yoksa. Üniversiteden arkadaşım Zafer, Cartagena'da olduğumu öğrenince, gönderdiği mesajda Cartagena'nın, Gabriel Garcia Marquez'in "Kolera Günlerinde Aşk" kitabı üzerine çevrilen filmdeki gibi güzel bir şehir olup olmadığını benim yazılarımdan öğreneceğini söylemiş. Filmi göremedim; isterdim. Sanırım Türkiye'de vizyona, ben seyahatteyken girdi. Dolayısıyla, oradaki Cartagena'yı bilemiyorum. Benim gördüğüm Cartagena ise tam bir romantik şaheser. Bu arada Gabriel Garcia Marquez'den bahsetmeden geçmek olmaz, tabii. Nobel Edebiyat Ödülü sahibi de olan, Kolombiyalı gazeteci (bu kimliği, yazarlığına göre daha önce başlıyor, kronolojik olarak) ve yazar Marquez'in Cartagena ile olan ilgisi ise okuduğu üniversiteden. Üniversite hayatı çok uzun sürmemiş Marquez'in ve okuduğu Cartagena Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni yarım bırakıp, okul yıllarında başladığı ve çok ilgi duyduğu gazetecilik mesleğine yönelmiş. Bu arada kısa öykülerle başladığı yazarlığı sonraları daha baskın gelmiş.
Cartegena Sokaklarında Lando'yla gezerken
Cartagena'yı görmek isterseniz eğer (ve tabii Kolombiya'yı), Ocak-Şubat gibi gelmenizi, rutubet ve sıcağın en az olduğu zaman olması açısından tavsiye ederim.
Pazartesi akşamüzeri, Wallenius Willhelmsen Shipping'in -bu sefer- Cartagena acentesi olan Naves'ten Maira Alejandro Lora geminin vardığını ve aracın işlemlere hazır olduğunu bildiren mesaj geldi. Ertesi sabah erkenden, yapılacak işlemleri öğrenmek için Naves'e gittim. Prosedüre göre tüm işi tamamlamam akşam saat 19:30'u buldu (gümrük ve liman saat 20:00'ye kadar çalışıyor). Aracı ancak ertesi günü alabilirim. Çarşamba saat 08:00'de limanın kapısındaydım. Yine de bürokrasi ve Lando'ya kavuştuğumda saat 9 buçuktu. Aracını Cartagena'dan Panama'ya gönderecekler için de Naves'in bilgileri şöyle :
Hotel Bellavista'ya dönüp, eşyalarımı yerleştirmem, duş alıp yola çıkmam öğleni buldu. Hedefim Medellin yakınındaki Santafe de Antioquia. Ama, ne mümkün! Kolombiya'da bir süredir devam etmekte olan ve internetteki hava tahmini yapan sayfalardan öğrendiğime göre de daha devam edecek olan şiddetli yağışlar, dünya haberlerinden de öğrendiğiniz gibi, ciddi sel baskınlarına sebep olmuş durumda. Bu baskınların yanı sıra, And Dağları'nın artık iyice kuzey uçlarını oluşturan bölgelerde de yol kıyılarında sürekli heyelanlar olmakta. Bir yandan trafik, bir yandan şiddetli yağış, bir yandan sürekli virajlı yollar ve bir yandan asker ve polis kontrol noktaları... Kontrol noktaları biraz abartılı; neredeyse her 20-30km'de bir. ...ve hemen hepsi, belki güvenlik gerekçesiyle, belki de (bence bu daha etkili bir faktör) meraktan, beni durdurup, evraklarımı istediler, uzun uzun incelediler, arabanın içini dışını aradılar. İşte, tüm bunlardan dolayı Kolombiya'daki yolculuğumun ilk gününde yapabildiğim toplam yol miktarı 230km'den azdı. Bu kadar yolu da ancak 8.5 saatte bitirebildim, üstelik. Akşam ulaşabildiğim Sincelejo şehrine kadar yapabildiğim bu yol, hedefim olan noktaya olan mesafenin 3'te biri bile değildi. O yorgunlukla ve gecenin o saatinde bir de otel aramak... İşte, o tam bir işkence.
Santafe de Antoquita'da şehir meydanı...
21 Nisan sabahı çok erken bir saatte ayrıldım otelden. Şehrin içinde ATM aramak için harcadığım bir saatten sonra (yer yarılıp, dibine girmişti bütün ATM'ler) yola koyulabildim. Bu sefer daha iyi bir performans gösterip, akşam saat 7 sularında Santafe de Antioquia'ya (kısaca Santafe diyeceğim artık) girebildim; toplam 650km. Girdim de, bir işe yaradı mı peki? Ne gezer! Paskalya, malûm. Zaten onun için de acelem, biraz. Bir önceki gün burada, bir sonraki gün de Popayan'da olacağım aklım sıra da, Enrique'in önerdiği üzere, Paskalya nedeniyle düzenlenen bu kentlere özgü görkemli kutlamaları izleyeceğim. Bu şartlarda mümkün değildi ve olamadı da. Akşam Santafe'nin merkezine giden yollar tümüyle kesilmişti, törenler nedeniyle. Dışında bulabildiğim birkaç otel de tıka-basa doluydu. Dışındakiler böyle olduğuna göre, içindekilerin çatılarında falan da yatıyorlardır, herhalde. Şehrin oldukça dışında, ortalıkta çığlık çığlığa koşuşan bir sürü çocuğun olduğu tatil köyü-kamping karışımı bir yerde çadırımı açtım. Ertesi sabah da kös kös, kahve ülkesinin kahve bölgesine doğru yola çıktım.
Kolombiya Yollarına devam ediyoruz
Yukarıdaki videoda da görebileceğiniz gibi, kuzeydeki dağ köylerinin hemen çoğu, zamanında Afrika'dan zorla çalıştırılmak üzere taşınanların soylarından. Bu köylerden geçerken, kendimi Afrika'da zannettim, çoğunlukla.
Meksika'nın yazılarından birinde, ülkedeki paralı otoyolların ne kadar 'paralı' ve pahalı olduğundan bahsetmiş, bir süre sonra onların 'parasız' olan alternatiflerine yönelmeyi tercih ettiğimi söylemiştim. Kolombiya'daki paralı yollar, Meksika'dakilere rahmet okutacak cinsten. Kolombiya'da araba kullandığım 6 gün içerisinde ödediğim otoyol geçiş ücretlerinin toplamı 171,800.- Kolombiya Pesosu; yani yaklaşık US$96.40. Santafe'ye giderken ve dönerken ödediğim tünel geçiş ücretleri buna dahil değildir. Onları da katınca bu miktar 196,600.- Kolombiya Pesosu'na, yani yaklaşık US$110.45'na yükselir. Bu kadar günde yakıta harcadığım parayı soracak olursanız, 329,412.- Kolombiya Pesosu; yani, yaklaşık US$185.10. Yakıta harcadığım miktarın neredeyse 3'te ikisi kadarını da paralı yollar için harcamışım. Üstelik, Kolombiya'da alternatif ücretsiz yol da yok. Motosikletler çok şanslı tabii. Onlar, paralı yolları parasız olarak kullanıyorlar. O nedenle de, yollarda arabaların birkaç misli (5-6 misli) sayıda motosiklet görüyorsunuz. Hem de, motosiklete binen insan sayısı ortalaması 2'nin üzerindedir, herhalde. 3 ya da daha fazla sayıda insanı aynı motosikletin üzerinde görmek hiç de şaşırtıcı değil, Kolombiya'da.
Kolombiya'nın başının derdi iki konu : FARC ve kokain
Kolombiya, 1717'de İspanya İmparatorluğu'na bağlı olarak kurulmuş olan Nueva Granada Bölgesel Yönetimi'nin bir parçası idi. Aynı kaderi paylaşan Panama, Ekvador ve Venezulla'yla birlikte, bu koloniyel yönetimden, Venezula'lı efsanevi devrimci Simon Bolivar'ın başlattığı özgürlük hareketiyle, 1819'da kurtuldu. Kurulan yeni Gran Colombia devleti, kısa süre sonra üç devlete ayrıldı. Ardından da iç karışıklıklar, savaşlar, 1899'da başlayan '100 Gün Savaşı' ve Panama'nın Amerika Birleşik Devletleri tarafından ayartılması... 1948'de yeniden başlayan La Violencia ('şiddet') dönemi ardından askeri diktatörlükler ve buna karşı başlayan çeteleşme dönemi... FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri - Halk Ordusu) bunların içinde en çabuk güçlenen ve kendine yandaş edinen ve uzun ömürlü olanı. 1980'lere kadar kontrol altında tuttuğu bölgelerde topladığı vergiler ve tarım üretiminden elde ettiği gelirle ayakta duran FARC, sonraları ilgi alanını genişletip uyuşturucu üretimi ve sevkiyatı işine de karışmaya başlamış. 1990 sonlarından itibaren devlet güçlerinin yoğun baskısı, son zamanlarda eski destekçileri Hugo Chavez'in (Venezuela Devlet Başkanı) artık silahlı gerilla hareketini desteklemediğine ilişkin verdiği bir dizi demeç ve 2010'a kadar çeşitli askeri operasyonlar sonucu lider kadrosunun büyük kısmını yitirmesi, FARC'ın gücünü oldukça düşürmüş. Yine de araştırmalar, 2010 itibariyle bile FARC'ın 9,000 civarı eğitimli ve silahlı gücünün, bir o kadar da silahsız istihbarat ve lojistik elemanının varlığına işaret ediyor.
Salento'dan gece manzaraları...
Gelelim Beyaz Altın'a! Kolombiya kokain üretim ve ticaretinin cazibesiyle 1970'lerin başında tanışmaya başlamış. Bu yıllarda uyuşturucu mafyaları türemeye, kendi koka bitkisi plantasyonlarını, kokain üretim tesislerini ve dağıtım ağlarını oluşturmaya başlamışlar. 1980'lerde bu iş iyice çığırından çıkmaya başlamış. Medellin şehri, tarihin gördüğü en varlıklı 'kara para' zenginini yaratmış, bu 'beyaz altın' sayesinde. ...ve fakirin, neredeyse tüm Medellin halkının Robin Hood'unu, bir efsaneyi... Pablo Escobar'ı!
Onunla ilgili anlatılan hikâyeler o kadar çok ki, anlatmaya zaman ve sayfa yetmez. Yaptıklarının görmezden gelinmesi ve hasıraltı edilmesi için rüşvet vermediği, tehdit etmediği kimse kalmamış. Bazı kaynaklar, onun insani(!) tarafından bahsederken "karşısındakini öldürmek yerine, parayla iknâ etmeyi tercih ederdi" diyorlar. İkna etmek istediği kişiye tercih yapması için, şöyle yerleşmiş bir deyişi tekrarlarmış : 'plata o plomo' (gümüş ya da kurşun; 'gümüş' para anlamında, 'kurşun' ise, malûm). Bir keresinde, tek bir sevkiyatla 23 ton kokaini Amerika Birleşik Devletleri'ne gönderilmek üzere Panama'ya taşıyarak tarihe geçmiş. Başta, zaman zaman kendisinin de kullandığı uçakla bu işleri yaparken, sonraları sahip olduğu hava filosu 15 uçak ve 6 helikoptere ulaşmış. Emektar uçağını da, çiftliğinin girişine asmış.
Pablo Escobar 1982 yılında, Liberal Parti temsilcisi yardımcısı olarak Kolombiya Kongresi Temsilciler Meclisi'ne de girer. Ülkenin çeşitli yerlerinde okul, hastane ve toplu konutlar yaptıran Escobar, fakirin gözünde hayırsever bir kahramandır. Devletin gözünde de bir kahramana dönüşebilmek için, ülkenin dış borçlarını ödemeyi önerir; nedense, kabul edilmez. Kazandığı paranın haddi ve hesabı o kadar yoktur ki, eski muhasebecisinin bir ifadesinde söyledikleri, bu hesapsızlığı bir nebze olsun açıklıyor. Şöyle demiş : "-kara- Paraları desteleyebilmek için aylık paket lastiği v.s. harcamamız US$2,500.00 civarındaydı. Depolarda sakladığımız paraların her yıl yaklaşık %10'luk bir kısmını, fareler yediği için, fire olarak ayırmak zorunda kalıyorduk". İşte bu adam, 1987'de tahmini US$25 milyar tutarında tahmini servetiyle Forbes dergisi tarafından dünyanın en varlıklı 7. adamı seçilir.
Durumun bu kadar önüne geçilmez hal alması ABD'nin de iyice canını sıkmıştır ve Amerikan Delta Force ve Kolombiya Centra Spike güçlerinin ortak hareketiyle 1993'te Pablo Escobar bulunur ve öldürülür. Bundan sonraki bir dizi operasyon, Escobar'ın 'sahibi' olduğu Medellin uyuşturucu kartelini temizler. Bu temizlikten sonra, yerini Cali karteli alır ve uyuşturucu ticareti kaldığı yerden, ve hatta daha da hızlanarak sürüp gider.
Son zamanlarda başlatılan Plan Colombia ile, Kolombiya'daki koka plantasyonları havadan ilaçlamayla yok edilmeye çalışılıyor. Üreticiler buna karşılık plantasyonları doğal koruma bölgelerine kaydırmaya başladılar, ilaçlama yapılamasın diye. Devlet de buna karşılık elle ilaçlama yoluna başvurdu. Bütün bunların sonucunda gelinen nokta şöyle :
Kahve Vadisinden kareler...
- Kolombiya'da nüfusun büyük kısmını oluşturan fakir halk, ellerindeki tek geçim kaynağı olan koka yaprağı üretimi yavaş yavaş yok oluyor ve yoksulluk giderek artıyor.
- Zaten kalitesi düşük olduğu için tercih edilmeyen Kolombiya kokası yerine artık, Ekvador ve Peru'da kokasının üretimi artıyor.
Son veriler, bu çalışmalar sonucu ABD'de kokain fiyatlarının 'düşmeye' başladığını gösteriyor. Evet, yanlış duymadınız; düşmeye başlamış. Ticaretin kaçınılmaz 'arz-talep' dengesini düşünecek olursak, gösterilen tüm bu gayretler sonucu, 'sıfıra sıfır, elde var sıfır'. Bunda durum hatta 'eksi'ye düşmüş görünüyor.
Kahve ülkesi Kolombiya'nın kahve bölgesi
Kolombiya, malûm, bir kahve ülkesi. Dünyada Brezilya ve Vietnam'dan sonra (evet, ben de 'Vietnam' adını 2. sırada duyunca çok şaşırmıştım) en büyük kahve üreticisi. Kolombiyalılar'a ve tanıdığım birkaç kahve tiryakisi arkadaşıma göre, dünyanın en güzel kahvesi, Kolombiya kahvesi. Kolombiya kahvesinin en önemli merkezlerinden Pereira, Manizales ve Armenia'nın (bu şehre neden 'Armenia' denilmiş olduğunu anlatmayacağım, sinir bozucu çünkü) bulunduğu bölgeyi rotama yerleştiren de, Cartagena'lı Enrique. Kolombiya kahvesinin sırlarını araştırmaya, Salento'ya gideceğim. Kalacağım yer de bir kahve plantasyonu. Adı da zaten "The Plantation House". İngiliz Tim ve Kolombiyalı eşi Cristina'nın kurduğu kasabanın hemen dışındaki ufak çaplı kahve üretim çiftliği ve hemen biraz dışındaki hostel, hem kahve yetiştirilmesi hakkında bilgi almak, hem de konaklamak için uygun görünüyor. Cartagena'dan ayrıldığımdan beri yağan ve hala aralıklarla devam eden yağmur müsaade ederse, kahve çiftliğini gezebileceğim.
Soldaki foto çimlendirilen kahve tohumları. Sağdaki ise dikilmeye hazır fideler...
Tim'den, ertesi gün kahve çiftliğine gitmeden önce kahve ve üretimi ile ilgili 'brifing' sözü aldım. Akşam Salento'nun meydanında, bir kafeye oturup, insanları seyrederek geçirdim, zamanımın çoğunu.
Kahve nereden gelir?
Kahvenin hiç de Yemen'den gelmiyor olduğunu ta Etiyopya'da öğrenmiştiniz, sanırım. Kahvenin doğduğu yer Orta Afrika; özellikle de Etiyopya'nın orta ve güney-batısı, Sudan'ın güney-doğusu ve Kenya'nın kuzeyi. İlk olarak Yemen'deki Sufî dergâhlarında keyfi keşfedilen kahveyi, ilk olarak Yemenli tacirler İstanbul'a gönderdikleri için de, 'kahve Yemen'den gelir' olmuş. Aynı tacirler Sudanlı, Etiyopyalı köleleri de Yemen'den gönderirlermiş ama hiç de, 'Arap Bacı Yemen'den gelir' olmamış, nedense. Neyse, konumuz kahvenin İstanbul'a nereden geldiği değil. Ama Güney Amerika'ya getirenler İspanyollar ve tabii Afrika'dan getirmişler.
Soldaki meyve öncesi kahve çiçeği ve sağdaki de toplanmaya hazır kahve meyvesi...
- Ana grup olarak iki kahve türü olduğunu (Arabica ve Robusta),
- Bunlardan Arabica'nın, özellikle lezzeti nedeniyle kahve tiryakileri tarafından daha çok tercih edildiğini,
- Bunların da daha alt türlerinin olduğunu, Arabica'nın en çok tercih edilen alt türlerinin ise Bourbon ve Typica olduğunu,
- Bunlardan Bourbon'un, bir Fransız adası olan ve şu anda Avrupa Topluluğu'nun en uzak toprak parçası olan, Madagaskar yakınlarındaki Reunion Adası'nda 18. yüzyılda üretilip, daha sonra anakara Afrika'ya taşındığını,
- Kahve meyvesinin, Afrika'da gördüğüm gibi, ağacı üzerinde kurumaya bırakılmasının, kahvedeki kafein miktarını arttırdığı ve tadını bozduğu için kaliteyi düşürdüğünü, bunun yerine, yaş meyve olarak elle tek tek toplandıktan sonra güneşte kurumaya bırakılmasının daha iyi sonuç verdiğini,
Kâhya Julio kahve meyvesinin nasıl toplanması gerektiğini anlatıyor, İspanyolca. Ben de 'çatır çatır' anlıyorum, tabii...
Çiftlikte yetiştirilen ürünlerden birisi de ananas. Ben bunları ağaçta yetişir zannederdim. Meğer böyle bodur bitki meyvesiymiş...
ve daha birçok şeyi Tim'in yaklaşık yarım saatlik brifinginde öğrendim. Sonra da lastik çizmelerimi giyip, çiftlikte beni bekleyen kâhya Julio'nun yanına gittim. Lastik çizmesiz gitmek mümkün değil; çiftliğe giden yaklaşık 100m'lik yol tümüyle çamur ve yer yer neredeyse çizme boyu batıyorsunuz. Öyle yerlerde, batan bacağınızı çamurun içinden söküp almaya çalışırken, çizmenizin ayağınızdan sıyrılıp orada kalmaması için de ciddi bir çaba harcamak zorundasınız. Çiftliğe vardığımda Julio da beni bekliyordu.
Cali, Popayan ve Kolombiya'dan çıkış
Salento'dan sonraki durağım Cali. 'Salsa dansının başkenti' diye anılan Cali, Kolombiya'nın üçüncü büyük kenti. Aslen Küba doğumlu olan salsa dansı, dünyada en çok Cali'de yapılırmış. Salsa'nın Cali Stili diye bir türü bile var, bu yüzden. Her yer salsa kulübü ve salsa dans barı dolu. ...ve tabii dans etmek için bekleyen dillere destan Cali kadınları... Üzerimdeki kıyafet (seyahat pantolonu ve ayağımdaki trekking ayakkabıları) çok sevdiğim ve ucundan-kıyısından öğrenip, becerebildiğim salsa dansına saygısızlık ve ayrıca komik olacağı için, barlardan birinde dans edenleri yalnızca seyretmekle yetindim. ...ve tabii muhteşem Calili hanımları da...
Custodia Köprüsü...
Kolombiya'daki son durağım, aslında Paskalya törenlerinde bulunmayı planladığım (daha doğrusu Enrique'in önerisiyle yapmaya çalıştığım) ama beceremediğim Popayan'dı. Her koloniyel Orta ve Güney Amerika kentinde görmeye alıştığım, hatta artık kanıksadığım yapıdan tek farkı, burada tüm binaların beyaz kireçle boyanmış olması. Zaten kanıksadığım ve bana artık, gördüğüm onlarca koloniyel kentten sonra artık 'basmakalıp' gelen bu şehir planını bir de bembeyaz boyanmış görmek, bende bir değişiklik hissi yaratmadığı gibi, -açıkçası- antipatik de geldi. Şehrin tek ilginç yapısı, -bence- Molino Nehri üzerinden geçen, 1713 tarihli Custodia Köprüsü idi.
Gece şehir daha sevimli görünüyor. Katedral ...
26 Nisan Salı günü ülkeyi Ekvador'a doğru terk ediyorum. Sınıra gelip de, gümrük görevlisine Lando'nun geçici ithalât belgesini uzattığımda, belgeyi aldı ve "Tamam!" dedi. Nasıl yani? Hani damga, imza, kaputu açmak falan yok mu? Yokmuş. Bu kadar. Pasaport ondan daha uzun sürdü, ilk olarak; 1 dakika kadar. Hayatımda arabayla bir ülkeden bu kadar kısa sürede ayrılmamıştım. Yok, attım! İlk kez ABD'den Meksika'ya geçişimde formaliteler "0" (yazıyla, sıfır) zaman birimi sürmüştü.