Sabah yine erkenden uyandık. Sabahın 5 buçuğu ve hava yeni yeni aydınlanmaya başlamış. Nedim'den gelen, normalde ondan alışık olmadığımız hafif telaş kokan bir mesaj, hızlı uyanmamı sağladı. "Yola çıkmadan haber verir misiniz? Ya da, uyanıksanız arayabilir miyim?". Hemen Nedim'i aradım. Telaşı sesinde gizli. "Hocam," diye başladı, "sana Belçikalılar'ın sayfasından çıkarttığım özeti okumak istiyorum. Vaktin var mı?" Bahsettiği Belçikalılar, bizimle aynı rotayı, yani Lubumbashi-Kinşasa arasını, 2008 yılının Ekim ayında Toyota Land Cruiser arabaları ile yapan genç bir çift. Yaptıkları ayı özellikle söylüyorum; Ekim KDC'nin özellikle bu bölgesinin en kuru olduğu zamana denk geliyor. Bizim geçmekte olduğumuz Aralık ayı ise, yağışların başladığı (bunu deneyerek yaşamaktayız, zaten) zamana... Yani, biz onlara göre daha dezavantajlı durumdayız.
"Abi, özetini hızlıca aktarıver, bir zahmet". ...ve Nedim olabildiğince hızlı anlatmaya başladı. Sonunda da "Yine karar sizin ama, bana kalırsa yol yakınken dönüp, ülkeyi bir an önce terk etmeniz daha hayırlı olur". "Bu saatten sonra dönemeyiz". Bunu neyime güvenerek söylüyordum, ben de bilmiyorum. Üstelik bunu söylerken nasıl tek başıma karar veriyordum? Neden Buket'e hiç danışma gereği duymuyordum? Üç gündür çektiği eziyeti görüyordum, hiç sesi çıkmıyordu. Tüm bu eziyete rağmen, bana destek olabilmek için çırpınıyordu. Sırf benim hırsım ve inadım yüzünden bunlara katlanıyordu. Aslında, iyi ki vardı; olmasaydı tek başıma nasıl dayanırdım, bilemiyorum. İkimiz, özellikle moral açısından birbirimize destek olmaya çalışıyorduk ve -bence- bunu iyi de idare ediyorduk.
Durumdan ben de hiç hoşnut değildim, aslında. Şartların (yalnızca yol şartlarından bahsetmiyorum, tacizleri kastediyorum, daha çok) bu kadar ağır olduğunu bilseydim, kesinlikle rotayı değiştirir ve kalan tek alternatif olan Angola'yı daha çok zorlamayı denerdim; yani, ilk başta planladığım şekli (Angola'dan vazgeçmem ve rotayı KDC'ne çevirmemin nedeni, Angola vizesi almanın imkânsıza yakın derecede zor olduğunu öğrenmem yüzündendir).
Ama, öte yandan da, iki gündür yaşadığımız koşulları, aynı yolu bir kez daha geçerek yaşamak düşüncesi beni boğuyordu. Biliyordum, bundan sonrasında çok daha zorlarını yaşayacaktık ama, hep bir 'yeni' olacaktı. Yine de bir an kendimi kapana kısılmış hissettim. İşte o an, 52 yaşın bu heyecanları yaşamak için -en azından benim için- fazlasıyla geç olduğu aklıma geldi. Ya Buket'e ya da bana bir şey olursa? Ya o yorgunluk ve gerginlikle bir kalp krizi geçirirsem? Ya Buket, daha önce Şili'de başımıza gelen gibi bir rahatsızlık geçirirse? Ya... ya... Bütün bunlar bir anda, birkaç saniye içinde şimşek gibi çaktı kafamda; Nedim'le görüşmemiz bittikten hemen sonra. Buket'e döndüm ve "Dönüyoruz yavrum" dedim. "Tamam!" dedi, fazla yorum yapmadan. Hemen Nedim'i tekrar aradım; "Dönüyoruz Hoca!". İlgisine, titizliğine, bizim için yaptıklarına ve can dostluğuna bir kere daha çok teşekkür ettim. Ama, daha çok o bana, bize teşekkür etti; kararımızdan dolayı. Bu kararımız onu rahatlatmıştı. Kaç gündür doğru dürüst uyku uyumadığının farkındaydık; sürekli internette araştırma yapmaktan ve sürekli bize mesaj göndermekten, almaktan dolayı... Daha önemlisi ve bütün bunları yapmasına neden olan, bizim hakkımızda ciddi olarak endişe duyuyor olmasından dolayı...
Neydi Belçikalı çift konusunda Nedim'i bu kadar telâşlandıran ve bizim de bu radikal kararı vermemize sebep olan nedenler? Öncelikle, bizim de tamamlamış olduğumuz ve toplam yolun belki de 10'da 1'ini kapsayan kısımda yaşadıklarımız hemen tümüyle birbirinin aynısı; tüm yol koşulları, yolda durdurulup yapılan detaylı 'fennî muayeneler', Likasi'de yaşananlar v.s. Bu da, onların geçtiği 2008 Ekimi'nden beri ülkede kayda değer hiçbir gelişmenin olmadığının ispatı. Yani, Lonely Planet'ın yazdığı "eskiden karayolları cangılın içerisinde kayboluyordu ama, artık her şey değişmeye ve gelişmeye başladı" açıklaması gerçeği yansıtmıyor. Halâ yollar cangılın içerisinde kaybolmakta.
Josephine ve Frederic, bizden daha da ileriye gitmişler tabii; ta Kinşasa'ya kadar. 39 günde tamamlayabilmişler bu 2,400 küsur kilometrelik güzergâhı. Çok daha zor yollar geçmişler. Bazılarını geçememişler; arabaları kırılmış, bir sürü arıza çıkarmış. Bir ara yolu tümüyle kaybetmişler; çünkü, yokmuş. Polislerin, askerlerin ve hatta sivil halkın (maşatelerle üzerlerine yürüyüp, kovalamışlar) daha agresif olduğu yerlerden geçmişler v.s. Ama, onların bize göre birkaç avantajı varmış. Bunlardan bir tanesini daha önce söylemiştim; onlar kuru mevsimde bu yolu yapmışlar. Biz ise yağışların başladığı zamanda geçmeye uğraşıyoruz. İkinci ve en önemli avantajları Belçikalı olmaları. KDC bildiğiniz gibi eski bir Belçika sömürgesi ve o nedenle bizde de 'Belçika Kongosu' diye anılırdı, bir zamanlar (diğeri de 'Fransız Kongosu'...). Belçikalı olmalarından doğan en önemli avantajları, -örneğin- Lubumbashi'de de konsolosluklarının bulunması. "Ne olmuş, bizim de Kinşasa'da elçiliğimiz var!" demeyin. KDC'ne girmeden 1 hafta önce elçiliğe bir bilgilendirme mesajı göndermiş, seyahatimizi, amacımızı, rotamızı, ülkeye tahmini giriş zamanımızı, ülkeyi ne kadar sürede geçmeyi planladığımızı v.b. bilgileri vermiştim. Cevaben "Bilgilendirme için teşekkürler. Aman akşamları sokağa çıkmayın!" özetli bir mesaj aldım, o kadar. Meselâ, "yardımcı olmamızı istediğiniz bir şey var mı?", ya da "o dediğiniz güzergâhta yol yok ki, nasıl geçeceksiniz", ya da "bizi lütfen her hareketinizden haberdar edin", ya da "başınıza bir şey geldiğinde bizi gündüz ..., gece de ... numaralardan mutlaka arayın" gibisinden 'arkamızda kapı gibi elçilik var'ı bize hissettirecek bir şeyler olabilirdi, mesajlarında. Yani, bir Belçikalı için Belçika Konsolosluğu ya da Elçiliği ile, bir Türk için Türk Konsolosluğu ya da Elçiliği aynı şeyler değil; onu demek istiyorum. Klasik lâf olan 'elmayla armut'u biraz daha değiştirip 'elmayla üzüm' şeklinde bir benzetme yapabiliriz. Yine de Kinşasa'daki elçiliğin günahını almayalım. Seyahatin Afrika kısmı başladığından beri gittiğim tüm ülkelerdeki ya da o ülkeleri de sorumluluk alanı içine almış başka ülkelerdeki dış temsilciliklerimize benzer bilgilendirme mesajları göndermiştim. Bir tek Kinşasa'daki elçilik cevap verme lütfunda bulundu. O da, bu kadar bir lütuf. Bu aklı da bana Osman (Atasoy, Uzaklar II'nin kaptanı) vermişti.
Belçikalı olmalarının sağladığı avantajlardan bir başkası da, ülkede Belçika sömürge döneminden beridir hizmet vermekte olan misyonların ve -halâ- yaşayan bazı Belçikalılar'ın bulunması ve bunlara ulaşma yollarını bilmeleri (çoğu, konsolosluk sayesinde, tabii). Son olarak da, yine Belçikalı ama Valon olmalarından dolayı Fransızca'nın anadilleri olması...Tüm bunların dışında bir önemli avantajları daha var ki, o da yabana atılmaz; çok genç olmaları. Yaşlarına ilişkin bir kayıt bulamadım ama, fotoğraflara bakarak '25-30' arası diyebileceğim yaşlardalar. Yani bizlerden 20-25 yaş daha gençler. Gerek fiziksel, gerekse ruhsal olarak daha dayanıklılar, demektir bu.
Neyse! Yukarıda anlattıklarım, Josephine ve Frederic çiftinin yaşadıkları, bize göre avantajları ve diğer tüm etkenler göz önüne alındığında, doğru kararı verdiğimizi düşünüyorum. Ama, bu kararı vermemizi sağlayan, gözümüzü açan, beni içinde bulunduğum hayal ve macera dünyasından çekip çıkaran tabii ki Nedim'dir. O olmasaydı biz bütün bunlardan bihaber, dipsiz bir kuyuya doğru dalıyor olacaktık; sonunu bilmeden. Hakkını ödeyemeyiz!
Hemen toparlandık, kısa bir kahvaltı yaptık ve yola çıktık. Su sorunumuz var. Bir gece önce Luena'da şişe suyu bulamamıştım. Yanımızda sadece 1 litreye yakın içme suyu var. Depodaki kullanma suyu da bitmek üzere. Nitekim, yoldaki kahve molamızda o da bitti. Kalan son kullanma suyunu iyice kaynatıp, termosa koyduk. İçme suyumuz bittiğinde onu kullanacağız. İçecek olarak buzdolabında iki kutu Coca Cola Light ve bir de 750cc'lik bira var; pet şişede Kongo birası, Primus. Yolda susadıkça elimizdeki son içme suyundan ağzımıza bir parça alıp, iyice çalkalıyor ve yavaşça, yudumlayarak yutuyoruz. Böylece susuzluğumuzu biraz bastırmış oluyoruz. Likasi'ye kadar, belki iki gün boyunca başka su bulamayabiliriz.
Önce Mukulakulu'ya vardık. Kasabanın girişinde çocuklar bize sevgi gösterisinde bulunuyorlar. Biz de biraz dinlenmek için arabadan iniyoruz. Daha önce hayal kırıklığıyla çıktığımız Lubudi kasabası bu sefer bir umut oluyor. Kasabanın terk edilmiş meydanından aşağıya doğru indiğimizde hayat belirtisi başlıyor. Ufak tefek dükkânlar da var. Birkaç tanesine su soruyorum, yokmuş. Aslında girişteki bir tanesinde pencereden bakınca, şişe suları görmüştüm ama, o da kapalıydı. Tam merkezdeki bir dükkânda olduğunu söylüyorlar, o da kapalı. Dükkân sahibine haber salınıyor; "Muzungular su alacakmış!". Yaklaşık yarım saat boyunca ne gelen var, ne giden. Daha fazla beklemenin anlamsız olduğuna karar veriyor ve oradan ayrılıyoruz. Kasabanın çıkışına giden yola döndüğümüzde karşıdan kan-ter içinde koşarak gelen bir adamı görüyoruz. Dükkânın sahibi o mu acaba? Oymuş! Dönüp, dükkânını açmasını bekliyoruz ve 6 şişe su alıyoruz. Susuzluğu atlattık.
Yağmur çiselemeye başladığında, bir düzlüğe gelmiştik. Buralarda düzlük demek, su birikmesi demek. O da batak demek. Nitekim yolun bir yerinde 'kamyonyutan' cinsinden bir çukur var ve içi su dolu. Aynı noktayı iki gün önce, uzun ve çetin bir yan yoldan, Buket'in co-pilotluğunda geçmiştik. Geçerken de yolun öbür tarafında bisikletlilerin rahatça geçtiği bir başka yan yol olduğunu fark etmiş, oradan geçmediğimize hayıflanmıştık. Kısmet bu sefereymiş. Yağmur hafiften artmış durumda. Yine Buket arabadan inip bana yol göstermek için öne düştü ama, burası çok dar ve Lando'nun zorlukla sığabileceği genişlikte bir tümseğin üzerinden geçiyoruz. Buket önden, ben arkadan yavaşça ilerlerken birden sol ön tekerlek boşluğa çıktı ve ben sol öne yattım. Buket arkası bana dönük olduğu için durumu fark etmeyip, devam ediyor. Bir ara arkasına döndüğünde, beni çaresizce direksiyon simidine sarılmış halde buldu. Gelen geçen yok. Ben indim, Hi-Lift krikoyu hazırladım ve yağmur şiddetlendi. Murphy'ye böyle kuralları icat ettiği için sövüp sayıyorum, içimden. Sol ön tekerleğin altındaki toprak arabanın ağırlığına dayanamayıp çökmüş ve arabanın göğsü toprağa gömülmüştü. Solda 1m derinliğinde balçık bir kanal var, oraya inemem. Mecburen o dar tümseğin üzerine arabayı yeniden yerleştirmem lâzım. Hi-Lift'le ön tarafı iyice kaldırıp, sağa yatırmaya çalışıyorum. İki kere kaldırıp sağa iyice yanaştırıyorum, üçüncüsünde kaldırınca krikonun dibi çamura gömülüyor ve araba sola tekrar düşüyor. Hi-Lift'le kaldırıp, alttan hidrolik krikoyla besleyip, sağ tekerleğin altını kürekle temizliyorum.
Artık neredeyse tamam olmak üzereydi ama, direksiyonun iyice sağa kırılması gerekiyordu; Buket'e söyledim. Buket de direksiyona iyi hâkim olabilmek için benim koltuğa geçmeye yeltenmiş. Keşke yeltenmeseymiş. Ağırlık sola kayınca kriko yattı ve araba yine sola düştü. Yine başa döndük! Bu minval üzre tam 3 saat 15 dakika sonunda arabayı olduğu yerden kurtarabildim. Pestil gibi olmamın dışında, iliklerime kadar da ıslanmış vaziyetteyim. Yağmurdan değil, yanlış anlamayın. Üzerimdeki yağmurluğun içinde öyle bir terledim ki, yağmurluk olmasaydı da ancak bu kadar ıslanabilirdim, zaten.
O akşam, nispeten düz bir yerde arabayı cangılın kenarına çekip, uyuduk.
Günün bilânçosu, 11.5 saatte 106km. Saatte ortalama 9km'den biraz fazla.
Yine dar bir geçişte tamponu ağaca vurdum. Tamponun ucu, lastiğe değiyor. Mecburen düzeltmek zorundayım.
5. gün
Yolumuza devam ediyoruz... İki gün önce kaldığımız Mbebe Köyü'nden önce yer alan derelerden ilkini geçiyoruz. İkincisine geldiğimizde batmış bir kamyon ve onu bekleyen iki tanesi daha var. Ancak, bizim daha önce geçtiğimiz taraf serbest. Serbest derken, batan kimse yok. Fakat, iki gün önce biz geçelim diye dizilen kütükler yine kaldırılmış. Üç kamyonun yolcuları (burada kamyonların hepsi, yük taşımanın dışında, yolcu da taşıyorlar) dizilmişler ve bizim nasıl geçeceğimizi merakla seyrediyorlar. Ben geçişin balçık kısmını oradaki kütükler ve dallarla doldurmaya başladım. Çok batak olan bir kısmını da benim kum paletlerinin ikisini yan yana koyarak kapadım. Bir delikanlı gruptan kopup yanıma geldi ve bana yardım etti, bu arada. Sonra bir tanesi daha... Lando, çevredekilerin hayret dolu bakışları ve sevinç gözyaşları arasında dereyi geçti.
Mbebe Köyü'nden -yeniden- geçişimiz de büyük tezahüratlarla oldu. Sonrasında yine aynı zorluklar, yine bataklar, yine yarılmış ve yok olmuş yollar...Üç gün önce, ilk olarak battığımız noktada alternatif bir yol bulduk. Yine bir bisiklet yolu ve yine dar bir tümseğin üzerinden geçiyor. ...ve ben yine, ama bu sefer sağ ön tekerleği boşluğa düşürdüm. Buket "Nasıl düşürdün?" diye sordu. Bilsem!.. Neyse ki etraf kalabalık. Kısa bir debelenme ve kriko operasyonu ardından, tek tekerlek kriko üzerindeyken, toprağı kazıyarak kurtuluyorum.
Lubumbashi'ye girdiğimizde hava alacakaranlıktı, artık. O gece, Lubumbashi'nin -herhalde- en pahalı oteline, Hotel Grand Karavia'ya çektim, direkt. Lubumbashi'ye hafifçe yukarıdan bakan bir konumdaki Lac Kipopo (Kipopo Gölü) kenarına kurulmuş olan Grand Karavia'ya okkalı bir meblağı peşinen ödeyip, odaya çıktık. Çıkarken, asansörün etiketine gözüm takıldı, gayrı ihtiyarî; Türk malı. Odaya girdik, tüm elektrik armatürleri Vi-Ko, klima kontrol ünitesi Alarko. Belli ki inşaatı (ya da, otel eskiyse, renovasyonu) bir Türk firması yapmış. Kim bilir ne kadar zorlanmışlardır, diye geçirdim içimden.
İkimiz de duş aldık. Sonrasında banyonun içi kıpkırmızı çamur olmuştu. Üzerimizdekilerin ne kadarı aktı, bilemiyorum. Restorana inip günlerdir ilk defa masada ve adam gibi bir yemek yedik. Resepsiyondaki görevliye, sabah kahvaltımızı 5 buçukta istediğimizi söyledik; nazik bir şekilde kabul etti. Halbuki, normal kahvaltı başlangıcı 6 buçuk.
Günün bilançosu; 11 saatte 323km. Yani, saatte ortalama 29km'den fazla. Bu bir rekor!
Cangılda kamp sabahı...
6. gün
Sabah kahvaltı salonuna indiğimizde ikimiz için hazırlanmış alaminüt bir kahvaltı beklerken, neredeyse kuş sütüne kadar çeşidi olan bir açık büfe hazırdı. Paranın gücü, diye düşündüm. Buket geceyi uykusuz geçirmiş; sınır geçişinin tedirgin bekleyişinden. Kahvaltıdan sonra sınıra doğru yola çıktık. Yolda muzungu aracını farkedip durdurmaya yeltenen polislere kafamızı çevirerek, önlerinden transit geçtik. Hele, sınıra 200m kala durdurmak için adeta yolun ortasına atlayan kadın polisi neredeyse sıyırıp geçtim; düdüğünü öttürürken, yanakları patlayacak gibi oluyordu.
Sonunda sınır bölgesinin ücretli park yerine daldık. Dalarken, görevliye terslendim diye Buket çok kızdı ve onun da pili orada bitti. Hakkıdır; o kadar stresten, uykusuzluktan ve yorgunluktan sonra... Onu sakinleşmesi için arabada bırakıp, pasaport ve gümrük işlemleri için binaya yöneldim. Sabahın 7'sinde daha uyanamamış olacaklar ki, peşimden seyirten sayısı çok az. Onları da hiç konuşmadan, yalnızca durup, arkama dönüp sert bir ifadeyle bakarak püskürtebildim. Dedim ya, uyku mahmurlukları sürüyor daha. Memurlar da aynı durumda olsa gerek, fazla taciz yok. Suratlarına sert ve kararlı bakıyorum. Pasaport memuru bir şeyler soruyor, suratına sertçe bakıp, anlamadığımı belirtir işaretler yapıyorum. İngilizce tekrarlıyor, şiveme ağır bir Amerikan aksanı vermeye çalışarak, yine anlamadığımı söylüyorum. Sözüm ona, taviz vermez Amerikalı vaziyeti, yani. Sonunda pes edip, damgayı basıyor. Bir bahşiş? "O ne demek. Ben yok anlamak, sen ne diyoğsun?". Gümrük görevlisinde takılıyorum, ama. Triptik belgesini bir türlü damgalamıyor. Sözüm ona, kaşe dolapta kilitliymiş, anahtarın olduğu görevli de henüz gelmemiş. Ben aslında dolabın 'anahtarı'nın ne olduğunu biliyorum ama, inat da bir murattır. Birimizden birisi pes edecek, nasıl olsa. Bu sefer rüşvet yok!
Karne onda, ben bankonun önünde 1 saat bekliyorum. Aslında bu karne bitmek üzere olduğu için (KDC damgasının olduğu sayfanın dışında tek boş sayfası kalmıştı), Türkiye'den yeni karne istemiştim daha önce. Şaftla birlikte Lusaka'ya göndermişlerdi bizimkiler (aslında, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu yeni triptik belgesini verirken, ilk seyahatimde çıkardığı problemin aynısını bu sefer de çıkardı, buna -unutmazsam- daha sonra özellikle değineceğim). Karneyi damgalatamazsam, Zambiya'da yeni gelen boş karneyi gösteririm, önceki ülkeden çıkış damgası olmadığını kimse anlamaz. Bütün mesele, buradan damgalanmamış karneyle başka bir incelemeye yakalanmadan kaçabilmek.
Adama, arabada beklemeye devam edeceğimi, karneyi bana vermesini söyledim; verdi. Adımlarımı 'koşar'a çevirmemeye dikkat ederek, arabaya gittim. Park ücretini ödemiştim, zaten. Umarım başka kontrol ve karneye bakmak isteyen olmaz, diyerek direkt parkın çıkış bariyerine yöneldim, adama ödeme fişimi gösterdim ve kapıyı açtı. Artık özgürüz; elveda KDC!
Meraklı seyirciler...
Kongo Demokratik Cumhuriyeti'ne ne oldu böyle?
Biz KDC'den resmen ve fiilen çıktık ama, yazıyı bitirmeden önce biraz yakın geçmişten, biraz şu andaki politik sıkıntıların zemininden, biraz da 'ne olacak bu memleketin hali'nden bahsedelim.
Çok eskiye değil ama, bölgenin ilk olarak Avrupalı beyazlar tarafından keşfine kadar dönmek istiyorum. Bir Sir Henry Morton Stanley vardı; ilk Afrika seyahatimi izleyenler belki hatırlarlar. Afrika'da Emin Paşa'yı (kendisi aslen 'çakma' bir paşadır, hikâyesini Uganda yazılarımda anlatmıştım, adı halâ Kampala'da anılır) kaybolduğu derinliklerden çıkarmasını anlatmıştım. Ama, dünya onu, çok daha önce, kaybolduğu sanılan, hatta ölmüş olabileceği düşünülen David Livingstone'u Tanganyika Gölü kıyısında bulmasıyla tanımıştır. Galli bu gözüpek gazeteci ve kaşif, Livingstone'u bulmasının ardından, batı dünyası için gizemli Kongo Nehri'nin keşfine gönderilir; New York Herald ve İngiliz Daily Telegraph gazetelerinin ortak sponsorluğuyla. Livingstone'un aksine o yüzlerce kişiden oluşan muazzam ekiplerle yapmıştır, bu ekspedisyonlarını. Her ikisinde de büyük zayiat vermiştir, ekipleri; gerek malaryadan, gerek çe-çe sineği sokması sonucu uyku hastalığından ve diğer hastalıklardan. Ama, onun geçtiği yerlerde yaşayan halk da bayağı zayiat vermiştir, bu arada. Onlar da Henry Morton Stanley ekspedisyonlarının 'sokması'ndan... "Maymun öldürür gibi, zencileri öldürüyordu" der, grubundaki yardımcılarından birisi, anılarında. Neyse, konu bu değil, tabii!
İşte bu Henry Morton Stanley ('Sir' ünvanını daha sonra, Birleşik Krallık'a Afrika'da verdiği hizmetlerden dolayı, 1899'da alacaktır), Belçika Kralı II. Leopold'un Kongo üzerindeki emellerini gerçekleştirmesi için en bulunmaz kişidir. Kral, hükümetini Afrika'da bir sömürge kurmak konusunda ikna edemeyince, bilimsel ve yardım amaçlı bir organizasyon kurar; Uluslararası Afrika Derneği. Görünüşte bir yardım ve bilimsel araştırma kuruluşudur. Amaç, Orta Afrika'nın keşfedilmemiş bölgelerinde araştırmalar yapmak ve oralardaki 'ilkel' insanları 'medenîleştirmek'tir. Bu kutsal amaç paravanı arkasında Stanley, II. Leopold'un nam-ı hesabına 1879-1884 yılları arasında Kongo civarında kabile reisleriyle görüşüp, ufak-tefek hediyeler karşılığında toprakları 'kapatmaya' başlar. Aynı sıralarda Fransız deniz subayı Pierre Savorgnan de Brazza da batı Kongo'da benzer faaliyetler sürdürmektedir ve 1881 yılında ilk Fransız bayrağını diker. Diktiği yere de kendi adına ithafen Brazzaville adını verir (ne tevazu, ama); bugünkü Kongo Cumhuriyeti'nin başkenti olan Brazzaville, yani. Nitekim, o sıralar da tam Afrika'nın Paylaşılması (Scramble for Africa) ya da 'yağmalanması' dönemidir; her Avrupa ülkesi Afrika'nın bir kısmını 'lüpletmek'tedir.
Sonuçta, II. Leopold'un gerçek emelleri, Serbest Kongo Devleti'nin ilânı ile ortaya çıkar. Bu devlet, Kral Leopold'ün özel malıdır ve bu durum 1885'teki Berlin Konferansı'nda da tescil olunur. Leopold kendine ait Kongo Serbest Devleti sınırları içinde yatırımlara girişir. İlk işi, Leopoldville (şimdiki Kinşasa) ile Okyanus kıyısı arasında bir demiryolu inşa etmek olur. Bunun sebebi bellidir ve böyle büyük bir yatırımı boşuna yapmamıştır. O sıralarda dünyada yeni 'moda' olmaya başlayan otomobillerin lastikleri için kauçuk üretimi başlar. Dünyadaki talep patlamasını karşılayabilmek için halk daha çok kauçuk üretmeye 'teşvik edilir'. Bu teşvik yöntemlerinden birisi de kota uygulamasıdır. Kişi başına belirlenen kota giderek arttırılır. Kotayı sağlayamayanlar, çeşitli uzuvları kesilerek cezalandırılmaya başlanır. Hatta, erkekleri daha çok çalışmaya 'teşvik edebilmek' için aileleri (karısı ve çocukları) rehin alınmaya... Bu düzeni sağlamak için özel bir birlik kurulur; Force Publique ('Halk Gücü' ya da 'Halk Kuvveti'). FP en yaygın olduğu dönemde 420 beyaz subay tarafından komuta edilen ve 16,000 Kongo'lu askerden oluşan büyük bir güce dönüşür. Bu baskılar o kadar artar, eziyet o kadar şiddetlenir ki, gerek eziyetten, gerekse zorla çalıştırılmaktan dolayı artan uyku hastalığı ve çiçek salgınları sonucu, ülkede yaşayan nüfusun yarısı telef olur.
Ancak bu baskıcı düzene karşı dünya kamuoyunda ciddi tepkiler oluşmaya, bu tepkiler Kongo'yu ziyaret eden gazeteci ve yazarların makale ve kitaplarıyla giderek şiddetlenmeye başlar. Nihayetinde, Belçika hükümeti, özellikle İngiltere'nin de şiddetli tepkilerinin etkisiyle 1908'de Kongo Serbest Devleti'ni Kral II. Leopold'ün elinden alır ve bir koloni haline getirir. Yeni koloni hükümeti birçok düzenlemeler yapar, şartları iyileştirir. Ancak, Kongo halkı beyazların yanında yine ikinci derece vatandaş muamelesine maruzdur.
Ülkenin bu Belçika Kongo'su durumu 1960'a kadar devam eder. Bu sıralarda, Afrika'nın birçok ülkesinde bağımsızlık hareketleri başlamıştır ve milliyetçilik bilinci giderek güçlenmektedir. Belçika Kongosu'nda da durum aynıdır ve 1960'ta yapılan seçimleri Patrice Lumumba'nın yönetimindeki Kongo Ulusal Hareketi Partisi çoğunluğu elde eder. Parlamento, Lumumba'yı başbakan olarak atar, o da bir koalisyon hükümeti kurar. Ülkenin adı Kongo Cumhuriyeti olur. Diğer Kongo da aynı adı almıştır. O nedenle karıştırmamak için birisine (şimdi KDC olanına) Kongo-Leopoldville, diğerine (şimdi Kongo Cumhuriyeti olanına) Kongo-Brazzaville denilir.
Lumumba, Belçika'daki yıllarından arkadaşı Mobutu'yu (Sese Seko) da Genelkurmay Başkanlığı'na getirir. ...ve hayatının da en büyük hatasını yapmış olur, böylece. Halbuki, Mobutu, Belçika'daki dostlukları süresince de, birçok kişi tarafından Belçika istihbaratına muhbirliğiyle bilinen birisidir. Mobutu, göreve getirildikten bir süre sonra orduda Belçikalı subaylara karşı başlayan kalkışmayı ikna yeteneğiyle çözerek başarı kazanır ancak, güney-doğuda (Katanga Bölgesi) başlayan ayrılıkçı harekete müdahalede yetersiz kalır. Duruma müdahale eden BM Barış Gücü askerlerinin misyonları ise isyancıları bastırmak yerine, bölgedeki ABD ve Belçika maden şirketlerini korumakla kısıtlı kalınca, Lumumba çareyi Sovyetler Birliği'ne yanaşmakta bulur. Ayağına gelen bu kısmeti, cömertçe gönderdiği askeri yardımlar ve yüzlerce uzman personel desteğiyle değerlendiren Sovyetler'in Afrika'daki bu varlığı, Belçika ve ABD'nin hoşuna gitmez tabii. Derhal duruma müdahale ederler, Mobutu'ya 'örtülü ödenekten' gönderilen milyonlarca Dolar, Mobutu tarafından ordu içerisinde subaylar ve askerlere dağıtılmaya başlanır.
İşte tam burada duralım. Ne dedik, Belçika ve ABD tarafından gönderilen milyonlarca Dolar... Demek ki, muzungu para veriyormuş. Kime? Askerlere, el altından... İşte, bence KDC'nin yakın tarihinde filmin koptuğu nokta budur. Yani, rüşvetin resmi bir araç olarak kullanılmaya başladığı, yolsuzluk 'müesesesi'nin devlet organlarına girip, yerleştiği an... Kışkırtıcısı ABD ve Belçika!
Ondan sonra, Mobutu'nun CIA destekli darbesi; Lumumba'nın önce evinde göz hapsine alınması, arkasından Stanleyville'e (şimdik Kisangani) kaçıp, kendi hükümetini kurması; sonra da ABD'nin sponsorluğu, Belçikalı paraşütçü komandoların desteği ile Kongo Ulusal Ordusu askerlerince 1961 Ocak ayında yakalanıp, öldürülmesi. Yeni bir hükümet ve 1965'te Mobutu'nun yönetime 'politikacıların yolsuzluklarına dur demek için' yeniden el koyması. Halkoylamasıyla ülkenin adının Zaire olarak değiştirilmesi.
...ve Mobutu'nun, ülkenin 'Lumumba'dan sonraki ikinci kahraman'ı olarak ilân edilmesi. Ne büyük bir ironi, değil mi? Asıl daha büyük ironi; başlarda baskı, zulüm, yıldırma taktikleri ile sindirdiği muhaliflerini, 1970'lerin sonlarına doğru şiddetten vazgeçip, RÜŞVET vererek kontrol altında tutmaya başlamasıdır. RÜŞVET!
1965'den 1997'de ülkeyi terk etmeye zorlanmasına kadar geçen 32 yıllık dönemde 5 milyar Dolarlık bir 'hortum'a imza attığı, bunun dışında tüm ülke varlıklarını kendi akraba ve kabile üyeleri arasında cömertçe paylaştırdığı, devlet malını özel hayatı için fütursuzca kullandığı söylenir. Bir zamanlar başta ABD ve diğer batılı ülkelerin el üstünde tuttuğu, üç ABD başkanı tarafından Beyaz Ev'de büyük sevgi gösterileriyle ağırlanan Mobutu, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte 1993 yılında ABD'ye giriş vizesi alamaz. Mobutu'nun sonunu getiren ise, Ruanda'daki soykırımın ardından ülkeden kaçan Hutular'a kucak açması ve -o zaman adı Zaire olan- ülkesindeki Tutsiler'i ülkeyi terk etmeye zorlaması olur. Uganda ve Ruanda'nın desteklediği muhalif lider Laurent-Désiré Kabila (şimdiki başkan Joseph Kabila'nın merhum babası), yabancı ordu birliklerinin (Uganda ve Ruanda'dan) de desteği ile Mobutu'yu devirir ve sürgüne gönderir. Sonrası da Kabila hanedanı dönemi. Ülkenin adının şimdiki halini alması; yani Kongo Demokratik Cumhuriyeti olması. Sonra, 1998'de başlayan ve 5 yıl süren iç savaş (2. Kongo Savaşı olarak bilinen; birincisi ise, Mobutu'nun devrilmesiyle sonlanan ve dış müdahaleyle gerçekleşen savaştı) ve ölen 5.4 milyon insan.
Biliyorum, çok uzattım. Ama, KDC'nin şu andaki durumunu bir parça da olsa objektif değerlendirebilmek için, bu kısa özgeçmişi bilmek lâzım. Bu insanların muzungu'ya karşı olan antipatisi ve yer yer düşmanlığı nereden geliyor, bu asker ve polisin gücü ve pervasızlığının temeli nedir, her köşesine yayılmış bu rüşvet alışkanlığı ve kokuşmuşluk neyin ve kimin eseri?.. Yukarıdakileri okuyunca, bu soruların cevapları az-çok netleşiyor. Tabii, yukarıda yazdıklarım yalnızca benim okuduklarımın kısa bir özeti. Okuduklarım da, gerçekte olanların özetleriydi, zaten. Daha kapsamlı bir araştırma, dünyanın yer altı zenginliği bakımından en varlıklı ülkelerinden biri olan Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin durduğu bu 'aykırı' pozisyonu daha net açıklayacaktır.
Biz gelelim seyahatimize! KDC geçilemiyor. Angola'dan vize almak imkânsız. Doğuyu zaten düşünmüyorum. Bir de son günlerde Nijerya'da radikal İslamcı Boko Haram örgütünün tam Noel günü düzenlediği bombalı saldırıda 40'tan fazla kişinin ölmesi, bundan bir süre sonra bir Müslüman okuluna misilleme amaçlı bomba atılması, Nijerya'da ortamın giderek ısınması durumu var. Tek çare, Afrika'ya başladığımız noktaya, yani Cape Town'a geri dönüp, Lando'yu Dakar'a (Senegal) ya da Accra'ya (Gana) göndermek üzere gemiye yüklemek. Son karar bu ve bundan sonraki hareket bu 'B' (yoksa, 'C' mi, 'D' olmasın) plânına uygun olacak. Ticarette tövbekâr olunmaz, diye bir düsturum vardır. Böyle seyahatler için de geçerliymiş, meğer. Baksanıza, Lando'yu yine gemiye yükleyeceğim.
Görüşmek üzere, kalın sağlıcakla.