Sıcak! Tiran'a geldiğimde terden ıslak, sıcaktan bunalmış haldeydim. Lonely Planet'ta pansiyon olarak gösterilen yere vardığımda, adının artık 'Hotel' olduğunu gördüm. Fiyatı da öyle olmuştur herhalde. Yok, ikisinin ortası bir şey olmuş; kahvaltı hariç 20 Avro. Kadın kahvaltı için 5 Avro daha istiyor ama, eminim ertesi sabah, yakında bir pastanede -en fazla- 50 Lek'e (ki, yaklaşık 50 ABD Cent'i eder) Arnavut böreği+ayran bulabilirim. Bayılıyorum o mönüye (Arnavut böreği+ayran). Ucuzluğundan mıdır, nedir? Bazen, paraya kıyıp(!) iki porsiyon yediğim bile oluyor : ) "Kahvaltısız!" dedim, kadına. Duş aldıktan sonra kısa bir 'mahallemizi tanıyalım' turu, ardından yemek ve 'çay bahçesi'nde dondurma.
Ertesi sabah öğleye kadar Tiran'ı dolaştım, yürüyerek. Şimdi, burada bir ara verip, Arnavutluk'un efsanevi -sabık- lideri Enver Hoca'dan (Enver Hoxha) ve ülkenin yakın geçmişinden bahsedeyim, biraz. Enver Hoca , Bektaşî bir babadan olma. Fransa'da Monpellier Üniversitesi'nde 1930'da başlayan üniversite hayatından, Fransız Komünist Partisi'nin düzenlediği toplantılara katılmasından çok önce gerçekleşmiş, komünizmle tanışması. Daha lise çağlarında, şehrin öğrenci birliğinde genel sekreterlik görevini üstlenir; o zamanki monarşist yönetime karşıdırlar. Aynı yıllarda, Marx ve Engels'in kaleme aldığı Komünist Manifesto'yu 'hatmeder' ve çok etkilenir. Monpellier'de biyoloji okumaktan sıkılınca Paris'e gider, Sorbonne'da felsefe eğitimi alır. 1936'da ülkesine döner. İtalyan faşist birlikleri tarafından 1939'da Arnavutluk'un işgali ardından kurulan gizli Arnavutluk Komünist Partisi'ne delege seçilir. Sonrası II. Dünya Savaşı yıllarının mücadeleleri, arkasından Stalin yönetimine yakın duran Enver Hoca'nın yönetiminde reform yılları falan. Kruşçef'le başlayan Sovyetler'den kopuş, Mao'cu görüşe yaklaşma ve arkasından, sonradan 'Hocaizm' adıyla da anılacak olan anti-revizyonist ve yeni 'nev-î şahsına münhasır' bir Komünizm akımının ortaya çıkması...
Enver Hoca'nın sığınaklarından... (Wikipedia'dan araktır)
Enver Hoca yurtsever bir insandır. Ülkenin kalkınması ve halkın refahı için önemli çalışmalar başlatır. Bunların çoğunu, 40 yıllık liderlik döneminin ilk yıllarına sığdırır. Ülke, eğitim ve sağlık alanlarında kısa sürede, çok hızlı gelişme gösterir. Medeniyetin nimetlerinden halkın tamamının yararlanması için kapsamlı çalışmalar başlatır. İddialar, Arnavutluk halkının tamamının, diğer hiçbir Avrupa ülkesi daha bunu başaramamışken, elektrikle tanıştığını söyler. Tüm bu olumlu katkılarına karşın Hoca, diğer bütün Komünist ülkelerde olduğu gibi, histeriye dönüşen Kapitalizm paranoyasından muzdarip 'tek adam' liderliğini oynamaktadır. ...ve yine diğerlerinde olduğu gibi bu liderlik, bir süre sonra diktatörlüğe dönüşecek, Arnavutluk halkı giderek şiddetlenen baskı rejiminden iyice yılacaktır. Hoca, sağlık durumu nedeniyle liderliği 1983'te bırakmasından 2 yıl sonra ölür. Halefi Ramiz Alia, niyeti Hoca'nın çizgisini devam ettirmek iken; Avrupa'daki Demirperde gerisi ülkelerde başlayan kıpırdanmalar, daha sonra dünyanın Gorbaçev'le öğrendiği glasnost ve perestroyka, Romanya'da yönetimin devrilip, Çavuşesku'nun öldürülmesi ardından, -inat ettiği taktirde- sıranın kendine de geleceği endişesiyle açılım ve çoğulculuğa geçiş ıslahatına başlar. Ne var ki, vakit çok geçtir. Sonunda, 1991 yılında Arnavutluk'ta Komünizm çöker ve ömrü boyunca sırça köşkünden dışarıya çıkmamış bu toy Avrupa ülkesi, vahşi Kapitalizm'in kucağına düşer. Sonrasını sizler de biliyorsunuz; diz boyu yolsuzluk, insan boyu sefalet, çeteler, hortumlar v.s.
Ulusal Tarih Müzesi...
1991'de ve sonrasında ne olduysa, öncesinden, Hoca zamanından hemen hiçbir şey kalmamış artık. Kalan birkaç işareti de sizler için görüntüledim, hiçbir masraftan kaçınmayarak. Görüntülemek istediğim bir şey daha vardı ki, 5 gece-6 günlük Arnavutluk seyahatimde hiçbir yerde rastlayamadım. Halbuki, bu kadar sürede ve bu kadar yol yapan birisinin bunlardan görememesi mümkün değil. Nedir 'bunlar'? Bunkeri! Yani bunkerler, ya da sığınaklar. Komünizm'in yıkıldığı 1991'e kadar Yunanistan'la süren 'savaş hali' ve Yugoslavya'nın işgal edeceği korkusu, Enver Hoca'nın aklına çok parlak bir fikir getirmiş; ülkede yaşayan her 4 kişi için bir tane sığınak yaptırmak. 1950'li yıllarda başlayan hummalı bir çalışmayla, Hoca'nın ölümüne kadar ülkenin her tarafında yaklaşık 750,000 tane sığınak yapıldığı iddia olunuyor. Prefabrike beton olarak imal edilen ve kurulacağı yere taşınıp vinçle yerleştirilen bu sığınakların değişik boyutlarda olanları var(mış). Dedim ya, ben bu 750,000 sığınaktan bir tane bile göremedim. 'Sığınak' deyip geçmeyin; bu kadar iş, onca yıl ülke kasasından önemli bir kısmı silip süpürmüş, tabii.
Sheshi Skanderbej ve İskender Bey'in heykeli.
Neyse! Bir dönem kapanmış, kapatılmış artık. Enver Hoca olmadığı gibi, ondan kalan fazla bir şey de göremiyorsunuz. Benim görebildiğim tek şey, Ulusal Tarih Müzesinin girişini süsleyen dev mozaik; Komünizm döneminden kalan... 1981 yılında inşaatı tamamlanan bu görkemli müze binasının en üst katı post-Komünizm dönemde -yeniden- düzenlenmiş; adı "Komünist Soykırım". Ne ironi, ama!
Müzenin karşısındaki geniş alan Sheshi Skanderbej; Türkçesi'yle, 'İskender Bey Meydanı'. Devşirme olarak Osmanlı Ordusu'na katılan bir asker, George Kastrioti Skanderbej. Daha sonra Dibra Sancakbeyliği'ne kadar yükseliyor. Pek rahat durmayan ve Osmanlı'ya karşı sürekli başkaldıran İskender Bey Arnavutluk'un kahramanı. Heykeli de, ülke başkentinin en önemli meydanında bulunuyor. Daha Enver Hoca zamanında Stalin'inki yıkılıp da, yerine heykeli dikildiğine göre, ne denli önemli olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bu heykelin yanında bir de Enver Hoca heykeli varmış, bir zamanlar.
Et'hem Bey Camii ve iç süslemeleri... Dışarıda da benzer süslemeler dikkat çekiyor.
Meydanın hemen yanında Et'hem Bey Camii var. 1789-1823 yılları arasında inşa edilen cami, İslam geleneğinde alışılmadık duvar süslemeleri ile bezenmiş. Et'hem Bey, caminin inşaatını babası Molla Bey'in ölümünden sonra devralır. Dedesi Süleyman Paşa da (ki, oda bir devşirme Yeniçeri'dir) 1614'te Tiran şehrinin kuran kişidir. Enver Hoca döneminde kapalı olan cami, 1991yılında 10,000 kişilik bir grup tarafından işgal edilerek ibadete açılır. Arnavutluk tarihinde bir dönüm noktası olan bu 'sivil itaatsizlik' hareketi, dinî yasakların kaldırılmasının da önünü açar.
Enver Hoca Piramidi...
Her ne kadar Enver Hoca'nın dönemini yansıtmıyor olsa da, onun adına kızı ve damadı tarafından yaptırılan Piramit var; onun hatırasını ölümsüzleştirmek için müze olarak inşa edilmiş olan... Şimdilerde -iddiaya göre- konferans ve eğlence merkezi olarak kullanılıyormuş. Ben nasıl bir konferans ve eğlence merkezi olduğunu pek anlayamadım. Daha çok terkedilmiş bir berhaneye dönüşmüş gibi.
Tiran'dan son olarak Tabakhane Köprüsü'nü de anlatıp, çıkayım. 18. yüzyılda yapılan köprü, adını aldığı yolu Lanë Irmağı'nın üzerinden aşırtır. 1930'da şehrin doğu girişi değişince, köprünün de hükmü ortadan kalkar. 1990'da restore edilip, 'görülmesi gerekenler' listesinde yerini alır.
Tabakhane Köprüsü...
Berat
Öğleyin hareket ettim, Tiran'dan. Arnavutluk'ta son durağım Berat kenti olacak. 'Bin pencere şehri' diye anlatılıyor, Berat; rehber kitaplarda, turistik broşürlerde... Bunun anlamını ancak Berat'a gidince tam olarak anlayabiliyor, insan.
Hotel Mangalemi...
Öğleden sonra vardığım Berat'ta bunun sebebini ben de anladım. Şehrin ortasından akan Osum Nehri'nin her iki tarafına kümelenmiş evler bana hiç de yabancı değil; kendimi Avanos'ta ya da Amasya'da hissediyorum. Onlarca eski ev, köşk ya da konak, hepsi Osmanlı mimarîsinde, bol pencereleri ile şehre gelenleri selamlıyor. Şehrin en eski yerleşimi, kaleden sonra, Osum Nehri'nin kuzey-batı kıyısında yer alan Mangalem. İki gece kalacağım Hotel Mangalemi de, bu bölgenin göbeğinde, kaleye çıkan yolun başında. Otelin önüne yanaşıp, resepsiyona girdim. Burası da eski bir Osmanlı konağından devşirilerek otel haline getirilmiş. Turist gruplarından fırsat kalmadığı için önceden rezervasyon yaptırılması salık veriliyor. Benim ise böyle bir şansım olamadı. Neyse ki, ellerinde bir tane oda kalmış, en üst katta (çatı arası); tutuyorum. Fiyatı, otelin kalitesine göre oldukça ucuz. Klimalı, tertemiz ve lüks odaları var. Hele teras restoranı pek keyifli. Berat'a yolunuz düşerse, tavsiye ederim.
Bin pencere şehri' Berat'tan... Osum Nehri'nin her iki kıyısına sıralanmış evlerin hepsi Osmanlı mimarî tarzında. Nehrin güneyindeki Gorica mahallesi.
Burası da Mangalem'de, eski çarşının üstü.
Osum Nehri'nin iki yakasını birleştiren Gorica Köprüsü... İlk yapıldığı 1790'da ahşap olan köprü 1920'de taş olarak yeniden inşa edilmiş.
M.Ö. 3. yüzyıla kadar dayanıyor, şehrin tarihi. Zamanın büyük İllirya Krallığı'nın Antipatrea Kalesi'ymiş. Sonra, Bizans'ın, Bulgarlar'ın ve Sırplar'ın eline geçmiş, sırasıyla. 1417'de de Osmanlılar'ın... Tahta oymacılığının merkeziymiş, 18. ve 19. yüzyıllarda. 1944'de bir süre, Geçici Demokratik Arnavutluk Hükümeti'ne ev sahipliği de yapmış.
Berat, 18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'daki önemli beyliklerinden biriymiş. Beyliğin kurucusu olan Ahmet Kurt Paşa'ya ve ölümünden sonra Berat Beyliği'ni yöneten İbrahim Paşa'ya mekân olmuş saraydan fazla bir şey kalmamış, artık. Kaldığım otelin bitişiğindeki kemerli ana giriş kapısı ve sarayın harem binasından birkaç taş duvar dışında...
Sarayın kemerli ana girişi...
Haremden arta kalanlar (ön sağdaki taş yıkıntı).
İlk gecenin ardından, otelin terasında yazı yazarak geçirdim, günün büyük kısmını. Gündüzün sıcağında ve güneşin altında yürümek hiç cazip değil, ayrıca. Akşamüzeri, Mangalem bölgesinde ('mahallesinde' diyelim) gezintiye çıktım. Kentteki en eski yapı, 15. yüzyılda II. Bayezid adına inşa edilen Sultan Camii. Camiyle aynı bahçeyi paylaşan Helvetî Tekkesi ve dervişler için yapılan misafirhane de yine aynı dönemden. Ancak, 18. yüzyılda Ahmet Kurt Paşa tarafından restore ettirilmiş (tekke, sanki daha çok 'yeniden yapılmış' gibi duruyor, ama). Akşamüzeri o saatte caminin ve tekkenin içine girebileceğimi hiç zannetmiyordum. Ama, ben bahçede dolanırken, nereden çıktığını bilemediğim bekçi elinde anahtarla onu takip etmemi işaret etti. Peşinden önce caminin, arkasından da tekkenin içine girebildim, böylece.
Akşam öncesindeki son ziyaretim de, Esnaf Camii'nin arkasındaki sırtta bulunan St. Michael Kilisesi'ne oldu. Onun bekçisi yoktu, ama.
Helveti Tekkesi...
Tekkenin misafirhanesi...
Sabah otelden ayrılıp, kaleye -Lando'yla- tırmandım. Kale girişinde parkettikten sonra, içeriyi yürüyerek dolaştım. 13. yüzyıldaki Bizans dönemine dayanan tarihinde, Hıristiyan nüfusun yanında, Osmanlı garnizonunu da barındırmış. Dik, genellikle 'Arnavut kaldırımı', ama yer yer toprak sokaklarından tırmanıp, tepede Osmanlı garnizonu olarak kullanılan noktaya ulaşmak için bayağı ter döktüm.
St. Michael Kilisesi 13. yüzyıl Bizans kilisesi. Bu sevimli kilisenin bir benzeri ama daha büyüğünü de ertesi gün kale içinde göreceğim.
Berat'ın merkezindeki Kurşunlu Cami. Adını, kubbesinin kaplamasını oluşturan kurşun plâkalardan alıyor. 16. yüzyılın başlarında, Kanunî Sultan Süleyman zamanında inşa edilen caminin yapıldığı yıllardaki külliyesinden şimdilerde eser kalmamış. Ancak, Arnavutluk'ta günümüze kalan Osmanlı eserlerinin en önemlilerinden sayılıyor.
Sanmayın bu da tarihî bir binadır. İnşaatı ancak bitmiş Berat Üniversitesi. Ülkenin kişi başına düşen gayr-ı safî millî gelirine bakınca, bu şaşaa biraz 'kel başa şimşir tarak' gibi olmuş ama...
Berat'tan öğleyin ayrıldım. İki seçeneğim var; ya güneye doğru gidip Yunanistan'a gireceğim, ya da doğuya doğru Makedonya'ya. Makedonya'yı tercih ettim. Yok, Makedonya'yı da göreyim diye bir derdim yok. Yalnızca, fazla oyalanmak niyetinde olmadığım Yunanistan'da yolu fazla uzatmak istemiyorum. Eve doğru olan yolun en kısası Makedonya'dan geçiyor. Doğuya derken, önce kuzeye, Elbasan'a kadar geldiğim yolu geri gitmem lâzım.
Berat Kalesi...
Kutsal Üçlü (Holy Trinity) Kilisesi.
Saat 13:30'da Arnavutluk'taki gümrükten çıktım. Artık Türkiye'den önceki son ülkem olan Yunanistan'a giriyorum...Oldukça kısa bir Yunanistan olacak...
Hoşçakalın...