Gezi Alemi

e-Posta:    Şifre:     Kaydol | Şifremi Unuttum
 
Gezi Alemi ::::: Makedonya ::::: Makedonya Genel ::::: Balkanlarda Barışla Yürümek : 3-son (Makedonya ve Kosova)        
Ülke Şehir Ekleme Düzenleme Gezi Tarihleri Okunma Yorum Yazan 
Makedonya Makedonya Genel 04 Eylül 2013 14 Mayıs 2012
17 Mayıs 2012
6793 0 Şükran Şahin 

 Balkanlarda Barışla Yürümek : 3-son (Makedonya ve Kosova)
 (Genel)

Osmanlının izini sürmeye devam ediyorum Balkanlarda! Yeni Balkanların ruhunu keşfetmeye çalışarak...Arnavutluk sınırından yarım saatlik bir işlemden sonra Makedonya sınırlarına geçiyoruz. Rehberimiz bu coğrafyada doğup büyüdüğü için defalarca pasaport işlemleri, giriş çıkışlar, v.b. işlemleri o coğrafyanın dillerini iyi bildiği için pek sorun yaşamadan halledebiliyor ve böylece vakit kazanabiliyoruz. Havanın bol güneşli aydınlık yüzü içimizi açıyor. 

Makedonya
Makedonya Cumhuriyetinin Ohri gölünün kıyısındaki turistik şehri Struga'dayız. . Strugadaki Kara Drin Nehrinin çekiciliğine kapılmış, gölden çıkışını belgeliyorum fotoğraf makinemle. Rehberimiz kısa bir zaman dilimi verdiği için öncelikle Struga'da "Şairler Bahçesi"nde hızlıca turluyorum. Ünlü şairlerin bronzdan portreleri sıranmış görücüye çıkar gibi. "Türkçe'm benim ses bayrağım!" diyen ünlü şairimiz  Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın büstüne de rastlıyorum. 1962'den bu yana her Ağustos sonunda gerçekleştirilen Uluslararası Struga Şiir Akşamları'nda 1972 yılının onur konuğuymuş Dağlarca. Onur konuğu olanlar adına ağaç dikilmesi geleneği gereğince Fazıl Hüsnü adına da bir ağaç dikilmiş parka. Sevgi ve hayranlıkla duruyorum karşısında usta şairimizin. 

   
Şairler Bahçesi...

Yine barışla gezmenin huzuru, savaşın izlerini sürmenin hüznüyle yol alıyorum bu topraklarda. % 64 ü Makedon, % 25 Arnavut, % 4 Türk, % 3 Renes... % 66 sı Makedonca, % 25 i Arnavutça, % 4 ü Türkçe konuşuyormuş. Kimya sanayi ve dokumacılığın  olduğunu, okuma yazma düzeyinin yüzde 96'ları bulduğunu öğreniyoruz.  İlk durağımız Gostivar. Makedonya'nın kuzeybatısında bulunan Şar dağlarından sınırı geçen oldukça büyük yerleşim yeri. Üsküp'ten sonra en çok Türk nüfusun yaşadığı yer.
 Şehrin simgesi olan saat kulesi 1566 yılında Osmanlı yönetimi tarafından yapılmış. 19. yüzyılda ticaret merkezi iken bugün daha çok Avrupa'nın diğer şehirlerinde  çalışan işçilerin bıraktıkları dövizlerle  önem kazanan bir yer haline gelmiş. Kalkandelene doğru yolumuza devam ediyoruz. Şar Dağının eteklerine yaslanmış, suyu bol yemyeşil bir şehir Kalkandere (Tetova). Gördüğüm en özgün ve en güzel kalem işi süslemelerine sahip Alaca Cami. Bu camiyi görmek için bile Kalkandelen'e gidilebilir. Binbir motifli, renkli, bezemeli bu caminin dünyada eşi benzeri yok. Barok rokoko mimari tarzı. 1833 yılında Abdurrahman paşa'nın çocukları tarafından Kalkandelen'de yaptırılmış. Rivayete göre üçyüzbin yumurta kullanılarak harcı karılan, dış cephesi dâhil, resimle süslenmemiş tek bir noktası bulunmayan eşsiz bir cami. İçeride alışkın olduğumuzun aksine bilinen tüm peygamber isimleri yer almakta.

Balkanların en büyük Bektaşi dergâhı olan Harabati Dede Baba Dergâhına çıkıyoruz. Dergâhta sallanan Amerikan bayrağını görünce nedenini sormadan edemiyorum. Amerika bu dergâhı destekliyormuş. Denize düşen yılana sarılır misali! Çaresizlik çözümlere gebe! Bu dergâha saldırılar olduğunu ve kaldırılmak istediğini anlatıyor satır aralarında görevli. Tekkenin kurucusu olan Server Ali Baba daha önce devlet kademesinde beylerbeyi rütbesine kadar yükselmiş bir devlet adamıdır. Bu tekkenin adının "Sersem Ali Paşa lakabını alışı ile ilgili rivayet şöyle: Server Ali Baba gördüğü bir rüya üzerine devlet işlerini bırakıp Hacı Bektaş Veli dergâhında dinî hayata geçmek için padişahtan izin istemişti. Bu kararına şaşıran Sultan Süleyman "Sen sersem mi oldun? Vezîrlik bırakılır da orada Dervîşlik mi yapılır" deyince "Kabulümdür Sultânım, varsın bana Sersem Alî desinler. Fakir müsaadenizi ricâ ederim", diye cevap vermiş ve padişah da izin vermiştir. Bazılarınca;  Mahidevran Sultan'ın Hürrem Sultan'ın entrikaları ile saraydan sürülmesinden sonra ağabeyi Sersem Ali Baba'nın Hacı Bektaş Veli dergâhından uzaklaştırıldığı ve Kalkandelen'e geldiği de düşünülüyormuş.


 
Kalkandelen Alaca Camii...

Dergah şimdi adını Sersem Ali Baba'nın ölümünden sonra yerine geçen dedelerden birisi olan Harabati Baba'dan alıyor. 16. yüzyılda Malatya'dan Kalkandelen'e gelen Harabati Baba tekkeyi dergâh haline sokmuş. Yüzyıllar boyu dergâhın geniş bahçesinde tarım ve hayvancılık yapılmış. 2003 yılında dergâhın kullanımı konusu Sünni Birliği ve Bektaşi Birliği arasında dava konusu olmuş. Bugün tekkenin liderliğini Edmond Brahmaj, dervişliğini ise Abdulmuttalip Bakıri yapıyormuş. Dergâhın içinde Hz. Âlinin ve Hacı Bektaşi Velinin çok sayıda resimleri, etnografik objeler, buraya gelen ünlü insanların fotoğrafları ve çok sayıda kitaplar var. İslam Birliği  Vakfı,  tekkenin yanı başındaki Meydan evi, Mihman evi, Kiler ve Aşevi'ni kendi üzerlerine almışlar. Tekke'nin önceki sahipleri Bektaşi Baba ve dervişleri türbe alanında ufak bir binaya sığınmışlar. Cesaretle direnerek 500 yıldan bu yana içinde yaşadıkları dergâhlarını bugüne kadar terk etmeden hukuk içinde haklarını aramışlar.  Alevi bilge dede; sevgiden, dostluktan, birlikten, haktan, dürüstlükten ve kardeşlikten yana veciz sözleriyle gönlümüzü fethetti. Tur gurubundan bazıları buradaki yaşayan alevi dedesiyle sohbetimizi ve fotoğraf çektirmemiz den pek hoşnut olmadıklarını hissediyoruz. Dostluk, sevgi, kardeşlik, barış, hoşgörü gibi  insani değerler varken ayırımcılık niye?  Makedon devletinin burayı kapatıp bir dönem olduğu gibi casino, vb. yapmak istediğini belirtti bir görevli. 

 
Manastır Müzesinden görüntüler...

11 bin nüfusu olan Resnedeyiz. Makedon halkının yanı sıra Türklerde yaşıyor burada. Halkın çoğu Müslüman. Manastır  ile Ohri arasında yer alan bir kasaba ve belediye merkezi. Ülkenin güneybatı kesiminde yer alan Resne, elma üretimi ile oldukça meşhur. 1908'de 2.Meşrutiyetin ilan edilmesine yol açan ayaklanmanın lideri Resneli Niyazi Beyin memleketi burası. 1906'da Selanik'te kurulan "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti" önemli bir hareket. Gizli bir hareket olarak hücre esasına göre örgütlenen cemiyet kısa sürede Manastır kolunu oluşturan Resne, Ohri, Üsküp, Serez, Edirne ve Drama şubelerini açmış. Hızla büyüyen "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti" 1907 yılında Avrupa koluyla birleşerek "Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti" adını almış ve hızla örgütlenmeye devam etmiş. 1908 inkılâbından önce ilk isyanı düzenleyen ve 1897 Yunan Muharebesi'ndeki cesaretiyle tanınan Resneli Niyazi Bey'in İttihat Terakki'nin oluşumu sırasında Enver Paşa tarafından cemiyete kaydı yapılmış. Cemiyet Resne'de sevilmesi ve etkili olacağı düşüncesiyle onu desteklemiş ve kendisinin Resne Kumandanlığına tayini çıkartılmış (Kaynak: Wikipedi).

 
Bir tarafta eşsiz bir özdeyiş öte tarafta Eleni'nin balkonu...

Jön Türk Resneli Niyazi'nin Avrupa mimarisine göre yapılmış (Fransa´daki Versay sarayının daha ufak bir benzeri) sarayı seramik kompleksi olarak kullanılıyor şimdilerde. Etnografik objeler kap kacaklar, özelliksiz olarak yerleştirilmiş. Yakında Niyazi'nin anı odası yapılacakmış. Çağdaş Türk seramik sanatçılarının eserleri sergisi vardı. Sarayın içinde tanıştığımız muhalefette olan partinin belediye meclis üyesiyle sohbet ediyoruz. Sohbetimizde Sarayın bakımsızlığından ve Niyazi'nin bir anı odasının bile olmayışından, Türkiye'den de yardım istediklerini belirtiyor. Ve ekliyor. "Eğer burası cami olsaydı yardım çoktan gelmişti. Jön Türk'e etmez bu hükümet" diye  devam ediyor sohbetine. Ara sıra Niyazi, Atatürk'le görüşürmüş burada. Memleket meselelerini tartışırlarmış. Niyazi burada çok sevilen bir askermiş.

Manastır, önemli bir eğitim, ticaret, kültür merkezi. Manastır şehrine Konsolosluklar şehri de diyorlar. Diğer adı Bitola. Bu şehirde Manastır Askerî İdadisini görmeden olmaz. 1984 yılında Süleyman Demirel tarafından açılmış. Genelkurmay başkanlığı da yardımcı olmuş. 1920 yılına kadar İdadi ve Harbiye Harp Okulu olarak kullanılmış. Şimdi, Manastır Müzesi olarak kullanılıyor. Atatürk'e;  bu okulun en başarılı öğrencisi olduğu için mükemmellik anlamı olan Kemal adını veriyor Matematik öğretmeni. Böyle bir liderin ev sahipliğini yapmaktan gurur duyduğunu belirtiyor  Müzenin Makedon görevlisi. Atatürk'ün bronz heykeli, fotoğrafları var müzede. Rutkay Azizin seslendirdiği belgeseli tüm gurup gözlerimiz dolarak izliyor, genç Mustafa Kemal'in yurtsever ve cesur kişiliğinin, umutlu sesinin yankılarını hissediyoruz bu mekânda. Gezi turumuzda özellikle bu müzeyi gezmeyi reddedip bahçede bekleyenler oldu !!!

 
Manastır'da Makedonya meydanı...Bektaşi dergahındaki mezarlar...

Genç Mustafa Eleniye aşık olmuş bu şehirde. Eleni de ona. Kız Ortodoks. Atatürk kaçırıyor Eleniyi. Dayısının evinde kalıyorlar birlikte. Kızın ailesi bu evliliğe karşı. Evlenemiyorlar. Eleni'nin mektubunu okuyoruz müzede. Eleni ailesinin onu eve kapattığını, evlendirmek istedikleri adama hayır dediğini, ben sadece ilk aşkımı seviyorum dediğini anlatıyor ve "Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, senin Eleni Karinte. Tüm ömür bir gün içerisinde!" diye bitiriyor mektubunu.

Manastır caddesindeyiz. Gençtürk hareketi burada başlamış. 1912 yılında Sırplara bırakılınca Osmanlılar tarafından bu cadde ismi değişiyor. Bulgarlar geliyor cadde ismi değişiyor, sonra Tito Caddesi oluyor. Halk arasında geniş sokak (Slavcada: şirok) diyorlar. Tüm dinlerin ibadetlerine uygun yerler yapılmış. Katolik, Ortodoks, İslam dinine ait yerler var. Araç trafiğine kapalı. Ülkelere ait konsolosluk binaları, restoranlar, lüks dükkânlar, barlar ve kafeteryalar bulunmakta. En iyi zamanı 19 yy da Osmanlılar zamanında yaşamış. 30 bin asker burada konuşlanmış. Bunları tesadüfen yolda tanıştığımız kitapları da olan Prof. Dr Alekstdir Steyovsk adında bir tarihçi anlattı. Abdülkerim Paşa zamanında burası çok ilerlemiş. Otel tiyatro ve büyük duvar yaptırıyor toprak kayması olmasın diye. Manastırın Makedonya meydanındayız. Büyük İskender'in babası Filip'in heykeli var at üzerinde. Cami, kilise, kanatlı heykel, saat kulesi meydana ayrı bir anlam katmış. Melek kanatlı erkek heykeli,  Arnavut ve Hırvatların savaşında ölen gençlerin anısına yapılmış. 

 
Elveda Rumeli dizisinden tanıdığımız Terzi Hasan'ın dükkanı ve leziz tatlar...

Elveda Rumelinin çekildiği caddede, Kasap Cabbar ve Terzi Hasanın dükkânlarını gösteriyor rehberimiz. "Manastırın ortasındaki çeşmeden su içerek; Manastırın ortasında var bir çeşme" türküsünü söylüyoruz birlikte. Çok hoş bir an!  

Manastırın İshak Bey tarafından yaptırılan Bedestenindeyiz. 1905de yapılmış saat kulesi var. Osmanlının yaptığı kulenin üstüne hac takmışlar! Osmanlı izlerini yok etmek için mi diye düşünmeden edemiyorum. Bu bakış açısına zaten birçok yerde rastlıyoruz Balkanlarda!

Ohrid şehrindeyiz! Bol üzüm bağlı çardaklı evler insanı hemen sarıyor. Tertemiz, o kadar bizden ki. "Tanrının cenneti yaratırken bir damlasının buraya düştüğüne inanılır" diye okumuştum. Eski Bartın evlerini de görüyorum bu kentte. Çocukluğum düşüyor aklıma. Üç katlı eski evimiz. Bu yaşanası eski evlerin içleri dışından da güzel olur. Tırabzanlardan korkusuzca kaydığımızı, evcilik oyunlarımızı, evimizin girişindeki hayat, gulluk bölümündeki oyunlarımızı, ağaç kakma tavanlarının, duvarlarının süslemelerini, süslü ocakları, ahşap merdivenleri, her güne sihir katan o güzelim ahşap pencereleri...  Birbirinin güneşini engellemeyen manzarasını kapatmayan saygılı, göz nuru ve el emeğinin, doğallığın her köşesine sindiği, güzelim eski evlerimiz aklımdan düşmüyor buralarda. Memleketimin şimdilerde o eski tarihi evlerinin yerini almış, birbirine yaslanmış, devasa betonarme evler düşüyor gözlerimin önüne. İçim daralıyor. Bartın da evlerimizin çoğu yıkıldıktan sonra, tarihi ev kapsamında bu güzel evlerin yıkımı yasaklandığında  iş işten geçmişti. Balkanlardaki savaşa rağmen bu evler nasıl hala ayakta! Bartın'a her gittiğimde; beton binaların arasında sıkışmış günümüze gelebilmiş, tarihi evler zamana inat, gururla gülümsüyor gelip geçenlere. Buruk ve kırgın bir gülümsemeyle! Dedim ya gezilerimde karşılaştırmalar yapmak geliyor içimden, yine öyle oldu. 

 
Ohrid'den kareler...

Ohrid Slavlar için önemli. Kiril alfabesinin doğduğu yer (Slav dillerinin yazımında kullanılan alfabe).  Ohrid şehri ve Ohri gölü UNESCO tarafından doğal ve kültürel dünya miras alanları içinde yer alıyor. Dünyada hem doğal hem de kültürel olarak dünya mirasında yer alan sadece 28 alan bulunuyor. Makedonya'nın bir taç olduğunu düşünsek, tacın ortasındaki en büyük parlayan pırlanta Ohri Gölü olurdu bence.

Yürüyerek yaptığımız panoramik şehir turumuzda; Bizans döneminin Ohrid de ki en önemli kilisesi St.Panteleymon, günümüzde hala konserler için kullanılan Ayasofya Kilisesi, Roma döneminden kalma anfi tiyatro, Car Samuel Kalesi, Kuloğlu ve Emin Mahmut camileri, Çınar meydanı, Ohrid Halveti Tekkesini geziyoruz. Buralara daha önceden gelmişim hissine yine kapılıyorum. Sanki Safranbolu da dolaşıyorum Ohrid'i gezerken. Dar sokakları, tarihi ve eski evleri, kiliseleri ve manastırları, yemyeşil doğası ve sihirli ışıklar saçan Ohri gölüyle fazlasıyla Balkanlardaki popülerliğini hak etmiş bence. 

 
Yeni yapılaşan Ohrid ve anfi tiyatro...

Sveti Jovan Kaneo Kilisesi'ne rotamız. Merak ediyorum doğrusu burayı. Üç kez izlediğim, unutamadığım filmlerden birisi olan "Yağmurdan Önce" filmine ev sahipliği yapmış olan bu yerde, filmdeki sahneleri hatırlıyorum. Balkanların hüznü, acısı, bölünmüşlüğü, aşkları örgüsünde insanı etkileyen bir filmdi. Tepeye inşa edilmiş olan bu kilisenin eşsiz bir görüntüsü var. Zaten bu kiliseye çıkan yollardaki görüntüler de doyumsuz bir rota. Kilisenin bahçesinden ise tüm Ohrid'i karşıdan izleyebilmek mümkün. Ermeni mimarisinin etkin olduğu kilise küçük olmasına karşın konumu nedeniyle görkemli geliyor insana.

Keşfimiz bitti ve geri dönme vakti geldi. Rehberimizin bize jest yaparak, papazın sandalını kiralayarak, yaya olarak dönmek yerine, Eşsiz Ohrid görüntüsünü bir de su üzerinden seyrederek Ohri gölünde süzülüyoruz adeta. Sandalın kaptanı üniforması, kocaman kolyeleriyle, uzun saçlarıyla, sevimli köpeğiyle romandan düşmüş bir kahraman gibi bu gezimize ayrı bir renk katıyor.

Ohrid çarşısındayız. Sağlı sollu el sanatları, yöreye has dükkânlar ve özellikle kuyumcular ve kuyumculardaki sıra sıra dizilmiş İngiltere kraliçesinin tercihi olduğunu duyduğumuz buraya has Ohrid incileri. 1920'li yıllardan beri korunuyormuş bu inciler. Ohri gölüne has, benekli alabalıkların pulları, kadınların en önemli güzellik tutkuları arasında yer alan takılara da ham madde olmuş. Kurutulup toz haline getirilen balığın pullarının plastik boncuklara ya da değerli taşlara kaplanmasıyla yapılan inci görünümlü kolyeler, küpeler, bileklikler ve tespihler. Sadece 2 aile tarafından orijinal haliyle geleneksel olarak yapılan takıların işlenişi sır olarak saklanan Ohrid'de, ustalık sadece erkek çocuklara öğretiliyormuş. Taklitleride yapılıyormuş. Özenle seçtiklerimizden alıyoruz. Alışverişte dil sorun olmuyor. Mutlaka Türkçe bilen birisi oluyor. 

 
Solda Üsküp Makedonya Meydanı ve Büyük İskender, sağda ise Türk Çarşısından yemeniler...

Ohriden ayrılıyoruz. 853 metre yükseklik ile Balkanlar'daki en yüksek tektonik göllerden (iç kuvvetlere bağlı olarak oluşan çukurluklarda su birikmesiyle oluşan göl) biri olan Prespa gölünüde görüyoruz. Kırçova kasabasından geçiyoruz. Verimli topraklarından demir cevheri çıkıyormuş. Termik santralı var. Dubrovnik'te taş işçiliği ne kadar üstünse,  bu bölge insanı da minareciymiş. Çok düzgün minareler inşa ederlermiş. Türk mimarisinden biraz değişik yapılmış evler. Zaten onlarda "biz Türk değiliz. Müslüman Arnavut'uz,  mimarimiz de bize özgü olmalı" diyorlarmış. Kırcovaya bağlı Müslüman köylerden geçiyoruz. Güzel camilere rastlıyoruz. Minareciler burada. Dünyanın dört bir yanına minare yapmaya gidiyorlarmış buralı ustalar.

Adını anımsayamadığım bir yerde mola veriyoruz. Pişi lokma yemeden geçilmezmiş. Orta yaşlı hanımların çoğunlukta olduğu bakımlı bayanlar, erkekler hafta sonu pişi yemeye gelmişler. Yediğim en güzel pişi lokmaydı. Yemek tabağı büyüklüğünde incecik, bolca kabarmış pişiyi afiyetle yedik, ikincisini de isteyerek. Türk mutfak kültüründe de önemli bir yeri olan pişinin bu kadar güzelini yememiştim. Türkiye'deki meşhur "Beyaz Fırın" bu bölgedenmiş. Makedon'muş.

 
Üsküp'te Türk çarşısından seramik kaplar ve bitmeyen Balkan lezzetleri...

Otobüsümüzde;
"Maya dağdan kalkan kazlar
Al topuklu beyaz kızlar
Yarimin yüreği sızlar
Eğlenemem aldanamam
Ben bu yerlerde duramam
Vardar ovası Vardar ovası
Kazanamadım sıla parası" 
türküsü çalıyor ve biz Makedonya'nın en uzun nehrini seyrederek yol alıyoruz. Ve işte Vardar Ovası! Türküyü daha bir coşkuyla söylüyoruz.
Ve nihayet Üsküp! Panoramik şehir turu... Vardar Nehri'nin iki yakasına kurulmuş. Vardar'ın akış yönüne göre sol taraf eski Üsküp, sağ taraf ise yeni Üsküp. Ünlü şairlerimizden Yahya Kemal Beyatlı'nın doğum yeriymiş Üsküp. Yahya Paşa Cami, Saat Kulesi, Türk Çarşısı, İsa Bey Cami, Mustafa Paşa Cami, Murat Paşa cami, Kapan hanı, Sulu Han, Davut Paşa Hamamı...1550 tarihli kurşunlu Han şimdilerde Güzel Sanatlar Akademisi olarak kullanıldığını öğreniyoruz. Türk çarşısında alışveriş ediyoruz. Onların söyleyişiyle "bürek" yiyoruz. Şehri saran ve şehre özgün bir görüntü veren elma ağaçları! İhraç ediliyormuş elmalar. 80 küsur yaşlarındaki karşı komşumuz Mahber teyze Balkanlar gezime çıkmadan önce, gözleri dolarak, bazen göz yaşı dökerek kendine has Üsküp şivesiyle anlattığı çocukluğu ve gençliğinin geçtiği şehri ve Türkiye ye göç etmek zorunda kalışları aklıma düşüyor. Üsküp tanıdığım, bildiğim bir şehir gibi. Mahber teyze o kadar ayrıntılı her köşesini anlatmıştı ki buraya daha önceden gelmişim hissini duyumsuyorum.  Makedonyalı rehberimiz Mithat Bey, otobüste çocukluğundaki annesiyle geçen diyaloğunu anlatıyor: Annesi demiş ki: "Uglum denize gidersen bugulursan üldürürüm seni". Böylesi samimi, naif bir azar hepimizi güldürüyor. 

Üsküp'te Seğmenler Heykeli...

500 yıllarında deprem oluyor. 19 yüzyılda da şehir canlanıyor. 1944 de bağımsızlığını ilan ediyor. 1945 de Makedonya'nın merkezi oluyor. 1963 de tekrar deprem yaşamış. Yüzde 80'i yerle bir olmuş. Deniz ve kara bağlantıları var. Osmanlı dönemi eserlerinden Üsküp'ün en önde gelen tarihî eserlerinden birisi meşhur taş köprüsünden yeni Üsküpe geçiyoruz. Vardar nehrinin kıyısından ve nehrin öteki tarafında bulunan Türk ve Yahudi mahallelerini seyrederek yürüyoruz. Her yer heykel, ismi bile yok bazılarının. Nedir, kimdir belli değil. Aziz Klement Makedon Ortodoks kilisesi güzel. Kalesi, aslan heykeli heykeller, bedesten. Mustafa Pasa Cami. Üsküp'te Suluhan simdi Güzel Sanatlar Müzesi. Pelivan bürekcide, ıspanakli kıymalı peynirli burek yedik. Boza içtik. Kapanan han çok güzel. Safranbolu'daki Cinci hanı gibi. Çifte Hamamın yanı sıra  erkekler ve kadınlar için  yapılmış Davut Pasa Hamamı, 1950 den sonra sanat galerisi olarak kullanılıyor.

Ramstore Alışveriş Merkezindeyiz. Her şeyi bulabilirsiniz burada. Markete giriyoruz. Ervin isimli Türkçe konuşan Arnavut genç bize yardım ediyor. Acili ezilmiş biber ezmesi, Erik rakısı, Üzüm Rakısı, Mastika içkisi, biberli, domatesli sarımsaklı ezmesi (Mama's), tavsiye ediyor. Alışverişimiz bitirip, yeniden otobüsümüze biniyoruz.

Aksam cümbüş, darbuka, akordion ve kanun eşliğinde bir Makedon gecesi. Erik rakısı bizim yeni rakımıza benzemese de denemeye değer. Buget restoranda "elveda meyhaneciden çile bülbülüm çile" ye kadar bildik müziklerimiz eşliğinde oyunlar oynanıyor. Çorbalar geliyor, yine çok sulu.(Balkanlarda bizim çorbalarımız gibi lezzetli çorbalar içemedim. Saraybosnada içtiğim tavuk suyu çorbasını da beğenmemiştim).

 
Yeni Üsküp'te binalar ve çakma heykeller...

Üsküp'te Müslüman ve Hıristiyan bölümleri siyah beyaz kadar ayrılmışlar! Türklerin yaşadığı bölgeyi görmemezliğe gelen bir zihniyet dikkatimizi çekiyor. Hristiyan bölümünü Türk bölgesinden devasa, kich ve görgüsüz post modern mimari yapılarla,  yüzlerce anlamsız, geçmişsiz kocaman heykellerle  ayırmışlar. Bu yapılanma Belediye Meclis kararıyla alınmış! Bencil ve kibirli   bir bakış açısını abartılı biçimde heykele ve binaya nakşetmişler, demeden edemiyorum. Hristiyan Makedonlar yeni düzen Çin Seddi oluşturmuşlar sanki. Burada savaşın rüzgarları dinmiş gibi görünse de, ancak gönüllerdeki ayırımcı rüzgar esiyor hala! Ben yinede halkların büyük bir çoğunluğun birbirleriyle olan olumlu iletişimini, yönetenlerin, menfaat çevrelerinin olumsuz yönde körüklediğine inanıyorum. Balkanlardaki savaşla ilgili onlarca anı dinledim, okudum. Savaşın gereksizliğine inanıp, savaşı istemeyen, birlikte bu coğrafyada barış içinde yaşamak isteyenlerin olduğunu biliyorum. Belgrat'ta yaşayan arkadaşımdan bunu destekleyen anılar dinledim. 1973 ve 1973 arası doğanlar Balkanlar coğrafyasında silinmiş sanki. Bu tarihte doğanlar yönetenlerin hırsları yüzünden hepsi isteyerek ya da zorla savaşa gönderilmiş ya da  savaşmak zorunda bırakılmış.  Komşularını, akrabalarını, sevgililerini öldürmek istemeyenlerin, savaş sırasında  bir şekilde saklanmayı başarabildiklerini  dair öykülerde  dinlemiştim. Savaş sonrası kendi ailesi ve  komşuları, sevdikleri arasında seçim yapmak zorunda bırakılanlar, savaş sonrası travmalar...

Yine de Balkanlar gezimde beni en etkileyen duygumun; yaşamanın en doğal bir içgüdü olduğu ve bunca acılara, yaralara karşın dostluğun, affetmenin, sevginin, umudun yeşerdiğine tanık olmanın sevinci! Savaş ruhunun barış rununa doğru evrildiğine tanık olmak bile bu coğrafyayı görmeye değer kılıyor. 

 
Solda Sultan 1. Murat Türbesi, sağda ise Prizren...

Kosova
Makedonya'dan Kosova ya geçiyoruz. Önce çıkış yapılıyor, sonra giriş. Pasaportlar yine gösteriliyor sınır girişinde. Çimento fabrikası karşılıyor kiri, pası ve kasvetli görüntüsüyle. Nüfusu 2 milyon 200. Arnavutluk sınırı boyunca Müslüman olduğunu, cumhuriyet rejimi ile yönetildiğini, dünyanın en son en genç bağımsızlığını ilan etmiş bir devlet olduğunu anlatıyor rehberimiz. Başkent Priştine.  Amerika burada etkin. Bosna'da yapamadıklarını burada yaparak üst kurmuşlar. Ülkeye yapılan Amerikan yardımının karşılığı üst olarak yerini bulmuş. Bilindik projeler! Önceden Sırbistan'a bağlı özerk devletmiş. Rusya tanımamış Kosova'yı. 1980'li yıllarda yapılan Fatih cami en görkemli camisi. TİKA restore etmiş. Balkanlarda TİKA tarafından yenilenmiş epeyce dini yapıya rastladık. Balkanlar olağanüstü mimariye sahip camilerle dolu. Çoğunu gördük, inceledik ve dualar ettik. Bu gezi yazımda gördüğüm camilerin en aklımda kalanlarını yazabiliyorum. Yoksa sayfalar almaz. Şehrin kültür merkezi ve kütüphanesi modern mimari olarak yapılmış. Trafik ışığında kırmızı yerinde protostega yazısı gözüme çarpıyor. İnşaat sektörünün patladığı hemen anlaşılıyor. Priştine şehri karmaşık bir görüntü veriyor. İnşaatlar şehri gibi. Her bir köşede rastlıyorsunuz inşaata.  Bu inşaatlar bitince belki daha güzelliği ortaya çıkabilecek.  

 
Prizren bizden bir yer gibi...

Prizren kentine giriyoruz. Çiçeklerle bezenmiş şehitlikleri Balkanların her köşesinde görmek mümkün. Burada da görüyoruz. Savaşın göstergeleri  içimizi burkuyor.  Osmanlı döneminde Prizren, Kosovaya bağlı sancakmış . Şehrin her tarafında gördüğümüz güzel Osmanlı eserleri altın çağın simgeleri gibi ışıldıyorlar. Fatih Sultan Mehmet zamanında fethedilen Prizren, Osmanlı için çok büyük öneme sahipmiş. Hem Arnavutluk'a hem de Makedonya'ya sınır olan bu masalımsı şehir, aynı zamanda birçok inancı ve toplumu da bünyesinde taşıyor. Çoğunluğu Arnavut olmak üzere Boşnak, Türk, Sırp, Roman ve Makedonlardan oluşuyor. Ancak savaştan sonra Sırpların ve Hırvatların çoğu şehri terk etmiş. Prizren'in en kalabalık azınlıklarından biri de Türkler. Prizren'in resmi dillerinden biri olan Türkçeyi konuşanlara sokaklarda rastlamak mümkün. Arnavutlarla anlaştıklarını öğreniyoruz. İlk bakışta Saraybosnayı anımsatıyor, Amasyayı, Safranboluyu, eski Bartını,  Beypazarını, Anadolunun betonlaşmamış kentlerini.... Bozulmamış güler yüzlü bir Osmanlı kenti. Yüzde 95 i Müslüman olmasına rağmen çok dilliler.

Tüm şehre hâkim Sinan pasa Camiyi görüyoruz tüm görkemiyle. Şar dağı bize tüm görkemi ve karlı tepesiyle selam duruyor. Şehre yukarıdan baktığınızda tüm dinlere ait ibadethaneleri bir arada görebiliyorsunuz. Bu yönüyle de Saraybosna'yı anımsatıyor. Sultan Murat Hüdavendigar Türbesini görmeden olmaz. Osmanlı padişahı Murat Hüdavendigârın savaş (1389) sonunda, savaş meydanını gezerken, Sırp Kralı Lazar'ın damadı tarafından hançerlenerek şehit olmuş (başka rivayetlerde var). 1. Murat'ın iç organları Hüdavendigar türbesine gömülür, kemikleri ise Bursada Çekirge semtindeki buradaki türbenin aynısı olan Hüdavendigar türbesine. 

Elveda Rumeli...

Yakılmış evlerden oluşan gavur mahallesi tamir ediliyor.  Sadece Sırpların yaşadıkları Arnavutlar tarafından yakılmış Sırp mahallesinin terk edilmiş evlerden oluşan görüntüsü ibretlik olsun diye olduğu gibi bırakılmış! Tepeden görüntüsü acı ve korku veriyor insana. İnsanın egosuna yenildiği zaman çıkan savaşlara lanet okuyarak bu masal şehre nasıl kıydıklarını anlayamıyorum. Savaşın yaralarını sarmaya çalışan bu masalımsı şehir epeyce genç nüfusa sahip. Güneşli havanın pırıltısı insanların yüzüne yansımış. Sanki savaşı yaşamamışlar gibi tüm sokaklar, kafeler, kahveler, parklar gülen yüzlü, umutlu, neşeli insanlarla dolu.

Bu güzel şehrin yorgunluğunu, ilginç mimarisi olan bir restoranda alıyoruz. Türkçe konuşan Ardian adlı garsonun yardımıyla börek (bürek) ve karışık ızgara sipariş ediyoruz. Yerel bira Peja'dan tadarak. Sıcacık, kısacık, ancak hüzünle saran Balkanlar turumu tamamlamamın karmaşık duygularıyla kendimi oturduğum koltuğun rehavetine bırakıyorum. Bunca yaşananlara karşın Balkanlarda barışın göverdiğine tanıklık etmek, içimi ferahlatıyor. Dinlendikten sonra yine yollara düşüyoruz keşif için. Bistriça (Akdere) nehrinin üzerinde kurulmuş, Prizrenin Mostarı diyebileceğimiz ünlü taş köprüsünde bu güzel şehir için, BALKANLAR için, dünyadaki savaş olan yerler için  sonsuza dek yeniden yeniden barışı dileyerek yürüyorum. Karşıdaki Şar dağlarına selam duruyorum. Güzel köşelerinde, güzel köprülerinde; farklı inançta, farklı düşüncede olsalar dahi, birlikte yürüsün insanlar, dostça selamlaşsınlar umuduyla,  bu coğrafyadan ayrılıyorum. 


Yeni coğrafyalarda yeni gezi yazılarımla buluşmak üzere; sanatla, barışla, geziyle kalın 














 Yazılan Yorumlar...
  Henüz Yorum Yazılmamıştır
 Yorum yazmak isterseniz...
 
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.