Nişabur'da Ömer
Hayyam'ın kabrini ziyaret ediyoruz.Hayyam, şairliği yanı sıra matematikçi ve bilim adamı olarak da son derece
ünlü. Astronomi ile ilgili yazdığı kitaplar Avrupa üniversitelerinde
okutulurmuş bir zamanlar.
Şöyle diyor Hayyam:
Varlığın sırları saklı, benden;
Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben.
Bizimki perde arkasında dedi-kodu:
Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben.
Nişabur'un firuze taşı Avrupa yolunda "Türk Mavisi"ne dönüşüyor
İran'da, iki turkuaz madeni bulunuyor. Biri, Tahran'a 250 kilometre
uzaklıkta, diğeri de en iyi turkuazların elde edildiği Nişabur. Madencilerin
yaşadığı, adı da Maden olan köyün
içinden geçiyoruz.
Firuze taşı, çıkarıldığı İran'dan Fransa'ya, Türkiye üzerinden ulaştığı
için, "Türk mavisi" anlamında, turkuaz olarak adlandırılmış. Turkuazın
diğer bir adı da "saadet taşı".
Hidratlı alümin fosfatı ile az miktarda bakır ve demirden oluştuğunu söylüyor,
madendeki mühendis. İyi cins turkuazda, bakırın çok, demirin az olması gerekiyor.
Gök mavisi, süt mavisi, dağ yeşili,
benekli gibi değişik renkleri var turkuaz taşının. Turkuaz taşının rengi,
terden de etkilenebiliyor.
Sasaniler zamanında ve hatta daha da önceleri, Nişabur'daki madenlerden
yarı kıymetli turkuaz taşı çıkarılırmış. Rivayete bakılırsa, İran hükümdarları,
boyun ve ellerine bu taşlardan takarlarmış, çünkü bu taş, ölüm tehlikesini
önceden haber verirmiş. Hediye olarak verilen turkuaz taşındaki renk
değişiminin de, hediyeyi verenin dostluğundaki artış ya da azalışı ifade
ettiğine inanılıyor.
Turkuaz madeninin kapısından içeri giriyoruz. Hava hayli serin. Yetmiş
metre derinlikteki kuyulardan, en iyi kalite turkuazın çıkarıldığını
öğreniyoruz. İranlı madenciler, Nişabur'daki
madenin Selçuklular zamanından kaldığını, dünyanın en eski turkuaz madeninin
Türkiye'de olduğunu ve Turkuaz
isminin de oradan geldiğini anlatıyor bize.
Madendeki uzmanlardan, iki değişik turkuaz taşı olduğunu öğreniyoruz.
Biri "şeceri" denilen ve Arapça
"ağaç" anlamına gelen damarlı turkuaz.
Diğeri de "ecemi" denilen ve en
kalitelisi olan gök mavisi turkuaz.
Seksen kişinin çalıştığı madenden senede on dört ton turkuaz çıkarıldığını, her
birimde dört madencinin çalıştığını, turkuaz bulduklarında da ödül aldıklarını
anlatıyor madenciler.
Devlet çıkarttığı yarı değerli turkuaz taşını, maliyet fiyatının üçte
birine, küçük dükkânlara satıyor. Madendeki yöneticiye, "Bize de biraz satar mısınız?" diye sorduk. "Turkuaz mı? Kaç ton istersiniz?" dedi. "Ton değil canım, birkaç yüz gram yeter bize!" dedik. Öyle ufak miktarlarla
uğraşmıyorlarmış.
Üzerinde turkuaz damarlar bulunan kaya parçaları, sandıklara konup
dükkâncılara satılıyor. Dükkâncılar, içinde ne olduğunu bilmeden alıyorlar
sandıkları. Sandığın içinden ne kadar turkuaz çıkarsa bahtlarınaymış artık. Bir
kiloluk kaya parçasından, ya on, ya yirmi, nadiren de yüz gram kadar turkuaz elde
ediliyor. Dükkâncılar, bu işten pek para kazanamadıklarından söz ediyorlar. Hacca
giden İranlılar, yanlarında turkuaz taşı götürüp, orada satıyorlar.Yemyeşil buğday tarlalarının arasından geçip Razavi Horasan Eyaleti'nin
Goçan kentine geliyoruz. Sıcak bunaltıyor. Karpuz
alıyoruz yoldan. Kocaman karpuzlar müthiş lezzetli doğrusu.
Kısa bir moladan sonra, tekrar yola koyuluyoruz.
Güneş batıyor. Ama ne batmak. Arkasında kaybolabileceği bir dağ yok, güneş de
ne yapsın, boşlukta asılı altın bir tepsi gibi karşımızda duruyor. Hemen yol
kenarında ise koyun sürüleri... Her şey şiir gibi...
Geçtiğimiz, irili ufaklı kentlerin bir ortak özeliği var. Hemen
hepsinde, iki tarafı ağaçlıklı geniş caddeler ve pek çok dükkân bulunuyor.
İran'ın en ünlü ormanı olan Gülistan
Ormanı'ndan geçiyoruz. Kaplanlarla, ayılarla dolu bir orman bu. Belli
bölgeler dışında durulmaması gerektiğini gösteren uyarı yazıları görüyoruz
sürekli. Yanımızdan, üzerinde "Sırf senin
için geri döneceğim" yazılı bir otobüs geçiyor...
Günbed-i Kavus'a ulaşıyoruz.Eski adı Gorgan. Gülistan Eyaleti'ndeyiz.
Türkmenistan sınırına yakınız. İran Türkmenlerinin en büyük kentindeyiz. İran'ın
en eski kentlerinden biri. 1006 yılına tarihlenen 86 metre yüksekliğindeki
Kabus Anıtı bu kentte. Bu anıt dünyanın en yüksek tuğla yapıları arasında kabul
ediliyor.
Türkmen bölgesine geldiğimiz, erkeklerin başındaki siyah kalpaklardan
da hemen belli oluyor. Hazar Denizi'nin batı kıyılarında rastladığımız
Azerilerden farklı olarak, Hazar'ın batı kıyısındaki Türkmenler genellikle
Sünni.
Türkmen misiniz?" dedim yakınımızdaki
amcaya. "Elhamdülillah!" dedi
gülümseyerek. Türkmen Türkçesini Azericeden daha kolay anlıyoruz.
-Halın nicedir?
-Sağ ol yahşidir!
-Nirden geliyon, nire gidiyon?
...gibi sıcak bir diyalog başlıyor hemen. Barış Manço, İbrahim
Tatlıses, Zeki Müren ve Emel Sayın'ı soruyorlar. Biri "mavi mavi masmavi" şarkısını mırıldanmaya başlıyor. Belli ki, bir
İbo hayranı.
Bir Türkmen geldi; bana, elindeki tek salatalığı uzattı, sevimli
sevimli bakarak. Başka biri geldi, bizim arabayı gösterip "Siz buna 'araba' dersiniz, biz 'maşin' deriz!" dedi. Sonra da
ekledi "Biz 'araba' diye el arabasına deriz".
Türkmen halıları sanat eseri
Bir Türkmen, evine davet ediyor bizi. Salondaki tezgâhta, yarısı
dokunmuş, nefis bir Türkmen halısı duruyor. Yerde de, bir başka halı var,
germek amacıyla olsa gerek, dört köşesi, boydan boya minik çivilerle yere
çakılmış.
Evin sahibi Niyazi Amca, Türkmen halılarının farkını "Bizimkiler ince tokunur" diye anlatmaya
başladı:
"Türkmen halısı, tarihiyle
bağlantılı. Nasıl Hindistan'da inek mukaddesse, Türkmenlerde de deve mukaddes.
Öyle ki bizde develere 'evliya' denir. İslâm'la birlikte hayvan şekli
yasaklandığından, halıya desen olarak, devenin tabanını koymuşuz.
Şurada gördüğünüz kuş desenleri
de özgürlüğü ifade ediyor. Analarımız, göğe bakmış, yıldız görmüş, onu da
koymuş halıya. Ayrıca, koyunların boynuzlarını koymuşlar. İslâm'dan önce, domuz
yetiştiriyormuş bizimkiler! Onun için de, domuzun burnunu koymuşlar halıya
desen olarak..." diyor ve ekliyor "Bizde,
halı dokunmayan ev, yok gibidir!"
Türkmen kadınları, tüm İran'da hemen tüm bayanların giydiği siyah
çarşafları giymiyor. Onların, kendilerine özgü, "çargat" dedikleri rengârenk şalları var. Bir Türkmen, "Kimse değiştiremez kadınlarımızın
kıyafetini!" diyor bize.
Niyazi Amcayla vedalaşıyoruz. "Hoş
geldiniz, hoş gittiniz!" diyorlar. Arabalara bindik, yerel rehberimiz, "Kabakta köprü var" diyor. Meğer
ilerdeki köprüyü söylermiş. Son derece sıcak insanlar Türkmenler...
İran'da bize karşı gösterilen yakınlık, sadece Türkmenler ya da
Azerilerle sınırlı değil. Kişisel ilişkilerde, İranlıların nazik insanlar
olduğunu fark ediyoruz. Birbirlerine çiçek vermekten hoşlanıyorlar. Yol sormadan
önce ya da yanlış telefon numarası çevirdiklerinde, konuşmaya, önce bir hal
hatır sorarak başlıyorlar.
"At çapıyan yere geldik!" diyor Türkmen
rehberimiz. Hipodromun kapısından içeri giriyoruz. Üşümesinler diye atların
üzerine battaniyeler sarılmış.
Şah dönemini anlatan bir İran filmi çekiliyor hipodromda. Oyuncuların
bulunduğu masaya, 'Baby beer'
dedikleri alkolsüz bira koymuşlar. Birayı köpürtmek için, bardağa tuz
koyuyorlar. Sinek gelmesin diye de sinek ilacı sıkıyorlar oyuncuların
çevresine.
Her yerde, herkes, Fahrettin adında meşhur bir Türk sinema oyuncusunu
soruyor sürekli. Kimdir, çıkaramadık bir türlü. Sonunda öğrendik ki, Azeriler,
Cüneyt Arkın'ı, gerçek ismiyle, Fahrettin Cüreklibatur diye tanıyorlar.
Gün batmadan, Türkmen müziği ve danslarını izleyeceğiz. Yerel rehberimize "Müzisyenlerin giysileri nasıl?" diye soruyorum. "Kırmızı donları (giysileri) ve kelpekleri (kalpakları)
var" diye yanıtlıyor.
Günbed-i Kavus'un, "kırmızı donlu ve kelpekli" müzik ve
dans grubu, Türkmenlerin, bundan iki yüz sene önce ölen şairi Mahdum Guli'nin adını taşıyor. Bahşi dedikleri müzisyenler, arkalarında
atlarla, nefis bir tablo oluşturuyor. Tamdıra
ve kıcak ya da kemençe dedikleri sazları kucaklarına alıp başlıyorlar çalmaya...
Kükreyerek yapılan Aslan Dansı
yanı sıra Hançer Dansı da var
Türkmenlerin. Zekeriya Peygamber'i konu alan çok etkileyici dramatik dansın
kutsal metinlere göre öyküsü şöyle:
"Zekeriya Peygamber, peygamberler
içinde yüreğinin temizliği ve cömertliği ile tanınmıştı. Yahudiye Kralı
Hirodes'in zulmünden öylesine yıldı ki, bir gün, kaçıp bir ağacın kabuğu içine
gizlendi. Kuşlar içinde en nankörü olan kargalar, onu görüp hükümdara haber
verdiler. Ve Hirodes de muhafızlarına emir verdi. Ellerinde bir testereyle
ağaca yanaşan muhafızlar, o ulu ağacı kesmeye başladılar. Tanrısı uğruna her
çileye katlanan Zekeriya Peygamber, ağaçla birlikte kesilmeyi göze aldı... Onun
inleyişleri, bugün bile rüzgârlı havalarda ağaçlardan yankılanır..."
Türkmenlerin ticari merkezi Gorgan'a doğru yola koyuluyoruz. Gorgan ardından Bender-e Türkemen diye
anılan Türkmen Limanı'na doğru yola
çıkıyoruz. Uzun bir yolculuktan sonra nihayet Hazar Denizi kıyılarındayız. Dünyaca
ünlü İran havyarının çıkarıldığı uzunburun balığı bu sularda avlanıyor...
İran havyarının yarısının Türkmen Limanı'ndan çıkarıldığını anlatıyor bize
bir balıkçı. Motorla, havyar üretilen Aşuradeh
Adası'na yaklaşıyoruz. Nihayet, dizi dizi uzunburun balıklarının konduğu
iskeledeyiz. Uzunburunun iç organlarını, rendeleyerek havyardan ayıklıyorlar.
Bir süre sonra balıkçı eleği kaldırıyor ve dünyanın en ünlüsü olan İran havyarı
tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyor. Havyarı tuzluyorlar, özel bir biber koyup
konserve kutularına dolduruyorlar. Balıkçılar, İran havyarının Rus havyarından
daha lezzetli oluşunu Hazar Denizi'nin bu kıyılarında havanın daha sıcak
olmasına bağlıyor.
Bu arada, İran'da, ailenin tek erkek çocuğunun askerlik yapmaktan muaf
olduğunu, savaşta ölen gencin, kardeşinin de askere alınmadığını ancak buna
rağmen gönüllü olarak askerlik yapmak isterse maaş bağlandığını öğreniyoruz.
Öğleden sonra, İranlı Türkolog Javad Heyet'i ziyaret ediyoruz.
İstanbul'da tıp tahsili yapmış olan Türkolog, İran'da açık kalp cerrahisini
kurmuş birkaç kişiden biri. İki ayda bir, Türkçe ve Farsça yayımlanan Varlık
dergisini çıkaran Heyet, "Türklerin
asırlar boyu göçebe hayatı yaşadığını, at üstünde gezip, beğendiği yere
yerleştiğini" anlattı ve ekledi, "Türkler
hem milattan hem de İslâm'dan önce ve sonra sürekli göç etmişler. Hun Türkleri
dördüncü asırdan başlayarak Hazar Denizi'nin şimalinden Orta Avrupa'ya kadar
göçmüşler."
Javad Heyet, göçlerin kuzeyden güneye, doğudan batıya, nadiren de batıdan
doğuya olduğunu söylüyor ve ekliyor:
"Horasan, Şiraz, İsfahan,
Tahran... İran'ın neresine giderseniz gidin Türkçe konuşan insanlara
rastlarsınız.
Yaşar Kemal'in kitaplarını Farsçaya çeviren Rıza Seyit'le konuşuyoruz.
Son yıllarda, İran romanında bir patlama olduğunu anlatıyor Rıza Seyit. Oysa yıllar
önce İranlı bir yazar roman yazacak olmuş da romanını bastıracak bir yayınevi
bulamamış bir türlü. Yazar da bakmış, olacak gibi değil, romanındaki tüm Farsça
yer ve şahıs isimlerini, yabancı isimlerle değiştirmiş ve "Kendi Kaleminden Stefan Zweig'in Aşkı" adıyla kitabını
bastırabilmiş.
İran'da, en çok Yaşar Kemal
çevirisi yapıldığını öğreniyoruz. Aziz
Nesin de çok tanınırmış. Nazım Hikmet'in
de birçok kitabı Farsçaya çevrilmiş.
İran'da bir yayın patlaması olduğunu anlatıyor Rıza Seyit. Gençlerde,
büyük bir okuma merakı başlamış. Ancak, kitaplar hayli pahalıymış. Son
zamanlarda, çok güzel kitaplar yazılıyor, hemen baskısı bitiyor ve karaborsaya
düşüyormuş. Fitzgerald'ın çevirisinin Ömer Hayyam'ı dünyaya tanıttığını
söylüyor Rıza Seyit.