Hindistan'ın Agra kentinde, Tac Mahal'in
karşısındayız. Dünyanın en çok fotoğrafı çekilen anıtlarından biri bu. "İnsanlar, Tac Mahal'i görenler ve
görmeyenler olarak ikiye ayrılır!" buyuran şair Edward Lear'in kulakları çınlasın...
TAC MAHAL: Şah Cihan hayatının son yıllarını, doğum sırasında ölen sevgili
karısı için yaptırdığı Tac Mahal'i, oğlu tarafından hapsedildiği Agra Kalesi'nden seyrederek geçirmiş. Bu muazzam aşk anıtı, 21 senelik bir çalışma sonucu 1653'te tamamlanabilmiş.
Tac Mahal, Hint-Türk imparatoru Şah
Cihan'ın büyük aşkının sembolü. On yedi yıldır evli olduğu karısı Mümtaz Mahal, imparatora tam on dört
çocuk doğurduktan sonra, doğum sırasında ölür. Şah Cihan, üzüntüsünden iki yıl
boyunca müzikten, eğlenceden elini ayağını çeker. Sonunda da devlet işlerini
oğullarına devredip kendini mimariye verir ve karısı için bir anıt yaptırmaya
başlar.
Avrupa'dan getirilenlerle birlikte, toplam yirmi bin işçi çalışır Tac
Mahal için. Bu denli yoğun çalışmaya karşın, ancak yirmi bir senede tamamlanabilmiş bu aşk anıtı. Kimi kaynaklar, Tac
Mahal'in mimarının İran'ın Şiraz kentinden getirilen İsa Han olduğunu
belirtiyor. Kimi kaynaklar da Koca Sinan'ın yetiştirmesi Mimar Yusuf'un oğlunu,
anıtın mimarı olarak gösteriyor. Mimar her kim ise ellerine sağlık!..
Avrupalı, ve özellikle Venedikli süslemecilerin de çok emeği geçmiş Tac
Mahal'e. Mermerden bir taraçanın ortasına oturtulmuş olan bu aşk anıtının, hem
içi, hem de dışı yine bembeyaz mermerden. Ak mermere oyulmuş çiçekler, Mümtaz
Mahal'in mezarının çevresinde yetişen
çiçekleri sembolize edermiş.
Beyaz mermerlerin içine, yarı kıymetli taşlar yerleştirilmiş
olduğundan, gün doğarken, batarken ya da ay ışığında, Tac Mahal, tamamen
değişik görüntüler veriyor. Açık leylak renginden kreme, pembeden sarıya kadar
renkten renge bürünüyor bu anıt. Dolayısıyla herkes, bu aşk anıtına yapılacak
tek bir ziyaretin kesinlikle yeterli olmayacağı konusunda hemfikir. Muhteşem
görüntüsünden ötürü, dolunay sırasında, dört gün boyunca, gece yarısına kadar
açık kalıyor Tac Mahal.
Söylenenlere bakılırsa, Şah Cihan, beyaz mermerden yapılan Tac Mahal'in
siyah mermerlisini de Yamuna nehrinin öte kıyısında kendisi için yaptırmak
istemiş. Ancak, mimariye olan düşkünlüğü hayli pahalıya mal olmuş Şah Cihan'a.
Oğlu Evrengzib, mimari eser peşinde,
paraları har vurup harman savurmasından usandığı babasını, Agra Kalesi'ne kapatıvermiş. Simetrik mimari hayranı Şah Cihan da
hayatının geri kalan kısmını, sevgili karısı için yaptırdığı aşk anıtını,
hapsedildiği kaleden seyrederek
geçirmiş.
Tac Mahal'in ön yüzünü gördükten sonra bir de, bu haşmetin arkasına
dolanalım dedik. En güzel açıyı yakalamaya çalışırken, tam Tac Mahal'in
karşısında, keçileriyle, öküzleriyle iç içe yaşayan minicik bir köyle
karşılaştık. Henüz turistlerin ulaşamadığı, fotoğrafı çekilen çocukların "fotorupi, fotorupi" diye bağrışmadığı
bir köydü bu.
TAC MAHAL
İlginçtir, dünyanın dört bir yanında yaşayan insanlar, belki de
yıllarca para biriktirerek, bu aşk anıtını görebilmeyi hayal ediyorlar. Bu
yoksul insanlarınsa uyanır uyanmaz ilk gördükleri şey Tac Mahal!
Tac Mahal'in hemen yakınındaki Agra
Kalesi'ne gidiyoruz. Üç büyük Hint-Türk imparatoru yaşamış burada. Bu kale
ve çevresinde geçen öylesine hikâyeler anlatılıyor ki, inanası gelmiyor
insanın!.. Rivayete göre, Timur'un beşinci göbekten torunu olan Babür, bir golf
topu büyüklüğündeki "Işık Dağı"
anlamına gelen "Koh-i Nur" elmasını
1526'da ele geçiriyor. Ve öyle bir elmas ki Koh-i Nur, Hint-Türk
İmparatorluğu'nun kurucusu Babür'ün, bu elmasın, "bütün dünyanın iki buçuk günlük yiyeceği" değerinde olduğunu
söylediği rivayet ediliyor. "Işık Dağı" elması tarihin labirentlerinde dönmüş
dolaşmış, en sonunda da Lahor hazinesinden çıkarılıp savaş tazminatı olarak
İngilizlere teslim edilmiş.
Babür'ün "Babürname" adı
verilen günlüğü de hayli enteresan doğrusu! Babür, savaşlarını, eğlence
törenlerini, kuşları, hayvanları, çiçekleri, meyveleri bile aktarmış
günlüğüne... Üstelik bu gelenek, kendinden sonraki Hint-Türk imparatorlarına da
yansımış. İşte bu sayededir ki, aradan asırlar geçmiş olmasına karşın, o
dönemin saray yaşamı hakkında son derece detaylı bilgilerin bulunduğunu
söylüyor tarihçiler.
Babür ve Ekber Şah'ın Afgan krallarını yok edip Hint-Türk İmparatorluğu'nu kurmasının ardından Hindistan
İslâmiyet'le tanışıyor. Kimi kaynaklar kurulan bu imparatorluktan Moğol İmparatorluğu olarak da söz
ediyor. Türklerle birlikte, Hint sanatı, özellikle minyatürde altın çağını
yaşamaya başlıyor. Altı büyük imparator,
Babür, Hümayun, Ekber, Cihangir, Şah
Cihan ve Evrengzib 1527-1707
arasında yaklaşık yüz seksen yıl boyunca Afganistan, Pakistan ve Hindistan'da
hüküm sürüyor.
Bu imparatorların en büyüğü olan Ekber
Şah, son derece önemli bir kültür adamı. Tahta geçtiğinde on dört yaşında
olmasına karşın yarım asır iktidarı elinde tutmayı başarıyor. Kendisine
Hindulardan danışman, general ve yönetici yapmaktan çekinmiyor. Üstelik bundan
da olağanüstü yarar görüyor.
Dinlere de pek meraklıymış Ekber Şah. Hinduizm, İslâmiyet, Sihizm ve
Hıristiyanlığın sentezini yapıp Din-i hak
ya da Din-i ilahi adıyla yeni bir din
yaratmış. Bu kararından sonra, tutmuş bir de para bastırmış. Paranın üzerine de
"Allahu akbar" diye yazdırmış. Bu,
hem "Allah büyüktür" anlamına
geliyormuş hem de "Akbar Allah'tır"
anlamında yorumlanıyormuş!..
Rivayete bakılırsa Ekber Şah, Kraliçe Elisabeth'den bile zenginmiş.
Yamuna nehrinin kıyısına Agra Kalesi'ni
yaptıran da yine o. Böylece, kuşatma durumunda çok uzun bir süre, hiç susuzluk
çekmeden dayanabilmeyi hedefliyormuş imparator. Hindistan'ın nehir kenarında
yapılmış en büyük kalelerinden biri Agra Kalesi. Ekber Şah, kaledeki sekizgen kulenin tepesine
çıkar, pek sevdiği fil dövüşlerini oradan seyredermiş.
Agra'dan otuz yedi kilometre açılıyoruz. Bu kez de, "Zafer kenti" anlamına gelen Fatehpur Sikri'deyiz. Dünyanın en
mükemmel "hayalet kent"lerinden biri
bu! Türk, İranlı, Hintli sanatçıların göz nuru mermerlere ve fildişi oymalara
akmış. Yapı malzemesi ise tıpkı Kutup Minar gibi kırmızı kum taşı ve ak mermer.
Fatehpur Sikri, dünyanın en mükemmel
"hayalet kent"lerinden biri. Su kaynakları kuruyunca, kent Kerbelâ'ya dönmüş...
Bunun üzerine, terk edilen Fatehpur Sikri de hayalet gibi ortada kalıvermiş.
Fatehpur Sikri'nin çok ilginç de bir hikâyesi var. Ekber Şah, on iki
yıldır tahttadır, imparatorluk büyümektedir, her şey yolundadır. Tek bir şey
hariç. Ekber Şah'ın, üç yüz eşi vardır, hareminde de beş bin cariyesi
bulunmaktadır ama, bir türlü çocuğu olmamaktadır.
Bir zaferden sonra Ekber Şah, Sikri'de bir evliyayı ziyaret eder.
Evliya bir kehanette bulunur ve Ekber Şah'ın yakında üç çocuğu olacağını
söyler. Ve hemen ertesi yıl, yıllardır çocuğu olmayan imparatorun Sikri'de bir
oğlu doğar. Ne hikmetse birincinin hemen ardından iki oğlu daha olur Ekber
Şah'ın! Bu inanılmaz mucizenin üzerine imparator, evliyanın dergâhının
yakınında Fatehpur Sikri adında bir kent yapılmasını emreder.
Dört yüz küsur yıllık Fatehpur Sikri'de, Ekber Şah'ın, paçisi adlı oyunu oynamaktan çok zevk
aldığı rivayet ediliyor. Kimi kaynaklar, imparatorun, yere çizilmiş dev sahanın
ortasına oturup, oyun taşı olarak da fahişeleri kullandığını yazıyor. Biz de
gelip geçenleri toplayıp paçisi oyununu görüntülüyoruz. İmparator Ekber Şah
yerine de ortaya, birini oturtuyoruz... Ekber Şah'ın paçisi dışındaki
zevklerinden biri de kadınlarıyla birlikte körebe oynamakmış. Paçisiler,
körebeler falan derken, bir gün, bir de bakmışlar ki Fatehpur Sikri'nin su
kaynakları kurumuş, kent Kerbelâ'ya dönmüş... Bunun üzerine terk edilen
Fatehpur Sikri de hayalet kent gibi ortada kalıvermiş!.. Buna karşın, Ekber
Şah'a, üç oğlu olacağı kehanetinde bulunan sufi evliyanın mezarı bugün bile
çocuk isteyen Hindu ve Müslüman ailelerle dolup taşıyor.
Ekber
Şah'ın mezarı
Ekber'in birçok eşi olmuş ama içlerinden birisi, hem de Hindu olanı
onu çok etkilemiş. Öyle ki, karısının ısrarı üzerine hem soğan hem de sarımsak
yemekten vazgeçmiş. Karısının isteği üzerine
sakalını bile kesmiş koca imparator. Yine Hindu karısının isteği üzerine, kendisi Müslüman olduğu halde
inek eti yemekten bile vazgeçmiş.
Hindistan'da yılan
ve maymunlarla her an, her yerde karşılaşmak mümkün
Agra'nın sekiz kilometre kuzeyindeki Sikandra'da Ekber Şah'ın Mezarı'ndayız. Maymunlar ve geyiklerle dolu, mezarın
bulunduğu bahçe. Bahçenin bir köşesinde, firavun faresi ile kobra yılanının amansız mücadelesini izliyoruz. Keskin dişli
firavun faresi kısa sürede kobrayı perişan ediyor.
Firavun faresi ile kobra yılanının amansız mücadelesi. Keskin dişli firavun faresi, kısa sürede kobrayı perişan ediyor.
Fillere son derece meraklı olan Ekber Şah, kendisinden sonra tahta
geçecek olanı da bir fil dövüşüyle tayin etmiş. Oğluyla torununun filleri
kapışmış, oğlu Cihangir'inki kazanmış ve böylece babasının ölümünden sonra
tahta o geçmiş. Geçmiş geçmesine ama, üzerinde, şarap kadehi tutan resmi
bulunan para bastırtan Cihangir'in, alkol ve esrar tutkusu sonucu,
imparatorluğu, ihtiraslı karısı Nur Cihan
yönetir hale gelmiş. İran prensesi olan bu kadın, iki fil arasına
yaptırdığı bir oturak ile savaş meydanlarına bile taşınıp savaşlara katılmış.
Cihangir'in karısı Nur Cihan,
kalenin içindeki hamama gittiğinde, hamam, gül yapraklarıyla donatılırmış.
Hamamdaki güllerle haşır neşir ola ola, kraliçenin gül yağını keşfettiği
söyleniyor. Kimi kaynaklar da bu buluşun, kraliçenin annesine ait olduğunu
söyler imiş. Sonuç olarak, ya anası, ya kızı kotarmış bu gül yağı işini ve
böylece Moğol saraylarının dayanılmaz parfümüne imzalarını atmış olmuşlar.
Şimdi de, Nur Cihan'ın, Itimad-ud-Daulah
adıyla anılan babası için yaptırdığı
mezarını çekiyoruz. Tıpkı Tac Mahal'de olduğu gibi, bu mezarın da tamamı
ak mermerden... Rivayet edilir ki, Nur Cihan, babasına gümüş bir mezar
yaptırmak istemiş ama çevresindekiler, onu, "insanlar
gelir anıtın üzerindeki gümüşleri parça parça çalar!" diye uyarınca
vazgeçmiş.
Altın Üçgen'i oluşturan kentlerden
Agra. Tıpkı, Tac Mahal'de olduğu gibi, Itimad-ud-Daulah'ın mezarının tamamı
da ak mermerden.
Öyle nefis bir kent ki Agra, doksan
bin dörtlükle dünyanın en uzun şiiri olan Mahabharata adlı Hindu destanında, kentin adının, "cennet" anlamına gelen Agrabana olarak geçmesi hiç de şaşırtıcı
gelmiyor insana! Bu cennette, imparator, yılda iki kez altın ve gümüşle
tartılır sonra da bunlar halka dağıtılırmış. Ve öyle bir cennetmiş ki bu,
pilav, üstü zar gibi ince bir altın tabakasıyla kaplanır öyle ikram edilirmiş.
Yani orada "pilav üstü az kuru"
yerine "pilav üstü az altın" ısmarlanırmış!