Ülke |
Şehir |
Ekleme |
Düzenleme |
Gezi Tarihleri |
Okunma |
Yorum |
Yazan |
Suriye
|
Halep |
19 Aralık 2011 |
|
15 Ekim 2005 19 Nisan 2006 |
8980 |
7 |
Ali Eriç |
|
|
Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) (Genel)
|
Merhaba...
5 ya da 6 yaşımdaydım herhalde; Ankara'da Bahçelievler Renkli Sinema'da o filmi seyrettiğimde. Ne adını, ne de konusunu hatırlıyorum şimdi. Ama film Afrika'da geçiyordu, birtakım "kötü adamlar" arazi arabaları ile yabani hayvanları kovalayıp -sanırım- kaçak avlanıyorlardı. İyileri de onların peşinde ve yakalamaya çalışıyorlar...Vahşi doğada hızlı takip sahneleri, bir yandan yaban hayvanları, diğer yandan medeniyetin ayak basmadığı ve tüm doğallığını koruyan tabiat... Bir saplantı değil belki ama, seyrine doyamadığım bir hayal dünyası oluşturmuştu bende bu film.
İşte böyle bir anı ile başlar benim Afrika ve arazi arabalarına olan merakım, tutkum. Hayatımda ilk yurtdışı seyahatimi de Kenya'ya yapmışımdır, herkes Amerika'yı ya da Avrupa ülkelerini düşlerken, bir "ilk" için...
Kararımı verdim...Bu yaklaşık 180 günlük maceranın parçası olacaktım...Hem de başrollerde...
Derhal araştırmaya başladım. Bu işi yapmış ve yapmakta olan birçok kişinin hazırladıkları web sayfalarını buldum, günlüklerini okumaya başladım. Bir macera gezisi için gerekli hazırlık çalışmalarını inceledim. Bu konuda yayımlanmış literatürü araştırdım.
Hangi Araçla?
Böyle bir macera gezisinin doğasına ters düşüyor olsa da, 55°C sıcaklıkta, terinizle vücudunuza yapışıp çamurlaşan tozla, sineklerle haşırneşir olmak yerine, klimalı, konforlu ve modern bir arazi aracının keyfini sürmek herkesin hayalidir herhalde. Kendinize araç olarak seçeceğiniz marka ve model konusunda çok fazla alternatifiniz yoktur.
Zaten programımda da yer alan Palmira (Suriye), Petra ve Wadi Rum (Ürdün), Batı Çölü (Mısır), Lalibela (Etiyopya), dağ gorilleri ve Virunga Dağları (Uganda-Ruanda), Serengeti (Tanzanya), Zanzibar Adası, Kruger Milli Parkı ve Agulhas Burnu/Afrika'nın Dibi (Güney Afrika Cumhuriyeti) seyahatimin en can alıcı ve etkileyici duraklarıydı.
Macera seyahati yapanlar genel olarak iki gruba ayrılır: Toyotacılar ve Land Roverciler. Bunların dışında bir üçüncü grup kamyonculardır: Unimog, Bedford, Pinzgauer, Iveco tercih edilen markalardan bazılarıdır. Bu konuda bütün alternatifleri değerlendirdim, uzman olduğuna inandığım insanlara danıştım. Ve nihai kararım Land Rover Defender 110 yönünde oldu. İyi bir ikinci el arayışlarım sonuçsuz kalınca Otokar'la özel bir araç konusunda görüşmelerim başladı. Land Roverim, yaklaşık 30,000km zorlu bir yolculuğu, farklı yol ve doğa koşullarında tek kişilik ekibini fazla sıkıntıya sokmadan ve olabildiğince az sorunla atlatabilmek amacıyla özel olarak tasarlandı.
Teknik detayları ve değişiklikleri uzun uzun anlatmama gerek yok. Ama Land Roverim'e, içinde "yaşanacak" bir mekan haline getirilmesi için de bazı ilaveler gerekiyordu. Peki neydi bu "yaşamsal" ilaveler:
- Yol boyunca, yerleşim yerlerinden uzakta, özellikle çöl bölgelerinde yapılacak seyir ve konaklamalarda ihtiyaç duyulacak su için gereken toplam 94 litre kapasiteli 2 adet su deposu ile, bu suyu pompalamak ve içme suyu kıvamında temizleyecek olan arıtma sistemi için yeterli basıncı sağlamak için bir hidrofor,
- 6 aylık tek başına yapılacak bir seyahati az da olsa katlanılabilir kılmak için, sarsıntılı ve tozlu, aynı zamanda gürültülü yol koşullarında dinlenebilecek nitelikte bir müzik sistemi,
- Yol boyunca ihtiyaç duyacağım içecek ve yiyecekleri soğuk, "buz gibi" saklamak için bir buzdolabı,
- Bilgisayarım ve bazı elektrikli el aletlerinin enerji gereksinimi için 12V DC enerjiyi 220V AC enerjiye çeviren bir invertör,
- Arkadaki "yaşam mekanı"na bir aydınlatma lambası,
- İlave tüm elektrikli aygıtlar için, starter aküden bağımsız ilave bir "hizmet" aküsü ve her iki aküyü birbirinden bağımsız olarak şarj etmek için izolasyon diyotu,
- Konumumu ve yolumu, uydu sinyallerini kullanarak bulmam için bir GPS cihazı ve buna ait harici anten,
- Neredeyse tüm seyahatim boyunca kullanabileceğim ve internet bağlantımı sağlayacağım bir uydu telefonu,
- Yaşam bölümünü, dışarıdan güvenlik anlamında izole edecek, gerektiğinde şöför mahalline geçişi sağlayacak kilitli bir kapısı da olan kafesli çelik bölme,
- Uzun yolculukların ardından altında dinlenmek ve güneşten korunmak için kullanacağım, portbagajın yanına monte edilen, 1.65 metre uzunluğunda ve 2.50 metre açılabilen bir tente,
- Ve son olarak, insansız bölgelerde, arabanın içinde rahat bir uyku uyuyabilmek için tasarlanmış, gerektiğinde açılarak altındaki "kargo bölümüne" ulaşılmasını sağlayan yatak.
Rota
Afrika'yı baştan-başa geçmeyi aklına koymuş olanların genelde takip ettikleri iki ana rota vardır. Bunlardan birisi Afrika'nın batısı, diğeri ise doğusu boyunca kuzeyden-güneye ya da güneyden-kuzeye yapılır. Batıdan "inenler" genellikle Cebelitarık Boğazı'ndan geçerek Fas'tan Afrika'ya giriş yaparlar. Doğudan "inenler" ise ya Türkiye yoluyla Ortadoğu'yu (Suriye ve Ürdün) aşarak Akabe Körfezi üzerinden -feribotla- Sina Yarımadası'na, ya da Avrupa'nın güneyinden bindikleri bir feribotla Tunus'a, "çıkartma" yaparak kıtaya vasıl olurlar. "İnişler" çoğunlukla yaşlı kıtanın en güneyinde, Cape Town'da (Güney Afrika Cumhuriyeti) son bulur. Burada araç genellikle bir gemiye yerleştirilip evine gönderilirken, yolcuları da uçakla onu karşılamak üzere ülkelerine dönerler. Güzergahın tam tersini yapanlar, yani, güneyden-kuzeye "çıkanlar" da vardır. Ama izlenen güzergah genel olarak aynıdır.
Başlangıçta yukarıdakilerden farklı bir rota çizmiş olsam da hazırlık sırasında rotamı sürekli gözden geçirmek zorunda kaldım. Önce Sudan'ın batısındaki Darfur bölgesinde yaşanan gerginlik ve peşinden Çad-Sudan sınırının kapanması, ardından Fas'la Cezayir arasındaki kara sınırının uzun bir süredir kapalı olduğunu -şaşırarak- öğrenmem sonucu "herkesten farklı olmak" sevdasından vazgeçtim.
Sonuçta rotamın ana hatları belirlendi. Haritada da görüldüğü gibi İstanbul'dan başlayacak yolculuğumda Suriye ve Ürdün üzerinden Ortadoğu'yu, Ürdün'ün Akabe şehri ile Mısır'ın Sina (Sinai) yarımadasındaki liman kenti olan Nuveyba arasındaki deniz ulaşımını sağlayan feribotla da Akabe Körfezi'ni geçtikten sonra Afrika kıtasına tekerlek basacağım. Afrika'da Mısır'la başlayan yolculuk Sudan'a yine feribotla, ama bu sefer bir baraj gölü olan Nasır Gölü üzerinden gecerek devam edecek.
Haritada mavi renkli çizgi benim yola çıkarken planladığım rotayı, kırmızı çizgi ise gerçekleştirilen yolu gösteriyor. Geçilen güzergah boyunca alınan güncel bilgiler, birinci ağızdan edinilen tavsiyeler, ziyaret edilecek ülkelerdeki siyasi ve sosyal beklenmedik hareketlenmeler, lojistik, idari ve benzeri bazı zorluklar nedeniyle öngörülenden farklı rotalara sapmak gerekti.
Rakamlar
Seyahatimin konfor derecesi çoklukla -benim kriterlerime göre- vasat seviyedeydi. Kimi zaman (nadiren) lüks sayılabilecek otellerde kaldım. Arabada ya da uyku tulumuyla dışarıda yattığım gecelerin dışında, yalnızca üç duvarı olan "otel"lerde ya da sazdan kulübelerde de konakladım. Genellikle, Lonely Planet ya da Bradt rehber kitaplarında "budget" olarak belirtilen, sırt çantalı turistlerin rağbet ettikleri ve keseyi yormayan otellerin tek kişilik ve -varsa- banyo ve tuvaleti içinde olan odalarını tercih ettim. Bu standartlar kimine göre "sefalet"ken, bazı karşılaştığım gezginlere göre "lüks" idi.
Bu anlattıklarımı göz önüne alarak, seyahatin "rakamsal" portresini de şu şekilde derleyeyim dedim:
- İstanbul'da evimden ayrılıp tekrar evime -uçakla- dönmem 186 gün sürdü.
- Bu 186 günün, bir kere planlı (15 gün), ikincisinde zorunlu (yine 15 gün) Türkiye'ye gelişler dışındaki 156 gününü Afrika'da geçirdim.
- 156 günde -Türkiye hariç- 13 ülke gördüm.
- Toplam 14 kez sınır geçtim. 1 kez sınır "geçemedim". 1 kez sınır dışı edildim; hem de giremediğim ülkeden.
- Evin park yerinden, Cape Town'da (Güney Afrika) gemiye yüklenmek üzere arabayı konteynere yerleştirene kadar toplam 29,580km yol kat ettim.
- Dolayısıyla, Afrika'da fiilen bulunduğum süreyi göz önüne alırsak, günde ortalama 190km yol yaptım.
- Planlama aşamasında günlük ortalama US$50'lık bir harcama öngörmüştüm. Bu miktar evden çıktıktan itibaren, Cape Town'da uçağa binene kadar geçen sürede yapılacak tüm konaklama, yemek, ulaşım, araç bakımı ve benzeri harcamaları kapsıyor, arada ve sonunda Türkiye'ye geliş-gidiş için gereken uçak biletlerini içermiyordu. Seyahatin başından itibaren bu hedefi tutturmamın pek mümkün olmadığı ortaya çıktı ve US$75'lık daha gerçekçi seviyeye çektim. Yine de bunda bile zorlandım.
- Tüm seyahat boyunca toplam US$ 12.320 harcadım. Bu miktarı, Afrika'da fiilen geçirdiğim 156 güne bölünce günlük ortalama US$79 bir harcama düşüyor ki, revize edilmiş hedef göz önüne alındığında pek fena sayılmaz.
- 29,580km yolu kat etmek için toplam 3,224lt yakıt almışım. Bu da 100 kilometrede 10.89lt motorin tüketimine karşılık geliyor ki, yol koşulları ve aracın yükü düşünüldüğünde bu da fazla sayılmaz.
- 3,224lt motorin için toplam yaklaşık US$2,258 ödemişim. Bu da litre başına ortalama 70 Cent'lik bir maliyet demektir ki, Türkiye'de motorinin litresi US$1.42'den (Mayıs 2006 fiyatlarıyla) satıldığı düşünülürse, oldukça ucuza seyahat ettiğim söylenebilir.
Son olarak; bu sayfalarda yazılanlar tümüyle benim gezi hazırlığım sırasında çeşitli kaynaklardan (dergi, ansiklopedi ve internet) ve yanımda taşıdığım rehber kitaplardan (Lonely Planet ya da Bradt's) derlediğim bilgiler ile, bazı yerlerde görevli rehberlerden öğrendiklerim sonucu hazırlanmıştır. Doğruluğu ancak, bu kaynakların doğruluğu ile sınırlı olduğu gibi, bu kaynaklardan aktarma sırasında çeşitli hatalar yapılmış ya da bundan sonra da yapılacak olabilir. Ben sonuçta, mütevazı ve kendi halinde bir "seyyah"ım. Ve maalesef tarih ve arkeoloji o kadar da ilgi alanıma girmez. Dolayısıyla, yapılan bu çalışmanın bilimsel bir araştırma olmadığını ve sadece amatörce bir zevk için yapılmakta olduğunu unutmamanızı rica ederim.
Hazırsanız uzun yolculuğumun ilk ülkesi olan Suriye'den başlayalım isterseniz....
Suriye'ye giriş
Evet! Kıvrıla kıvrıla kayalıkların arasından yükselen yolun sonunda açıkçası Türk Gümrüğü'nden de köhne bir yapılaşma bekliyordum. Doğrusu bizim tarafta durum pek iç açıcı değildi. Hiç de beklediğim gibi olmadı. Dışarıdan görünüşü ile gayet gösterişli ve dev bir free-shop binası ve oldukça mazbut sayılabilecek gümrük ve polis binaları... Gümrüğe yaklaşırken güler yüzlü -sanırım- gümrük muhafaza memuru, nazik bir reveransla dezenfekte havuzu istikametini gösterdi. Sonradan öğrendiğime göre, son günlerde duyulan kuş gribi salgını haberlerinden sonra başlatılmış bu uygulama. Dezenfekte havuzundan, arabanın etekleri de basınçlı suyla yıkanarak geçtikten sonra ilk gümrük işlemlerimi yaptıracağım binanın önüne park ettim. Bizdeki kadar olmasa da, burada da "muameleciler" hemen duruma el koyuyorlar. Nazikçe reddetmekle başlayayım, dedim. Hemen uzaklaşıyorlar. Hayret! Pasaport işlemlerim bittikten sonra, triptik işleri için ilgili ofise yürürken önünden geçtiğim Turizm Danışma Bürosu'ndaki görevli, düzgün bir İngilizce ile yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. "Sanırım kendim halledebilirim. Hem işlemleri de öğrenmiş olurum" deyip başımdan savmaya çalıştıysam da, saatin geç olmaya başladığını ve iftara kadar işlemlerimi bitiremezsem sorun yaşayabileceğimi söyledi. Biliyorum, bunların hepsi aslında benim aklımı çelmek için söylenen masum yalanlardı ama, bu sefer kanmaya karar verdim. Birkaç Dolar'a yorulmayacaktım, en azından. Her neyse. Yaklaşık 15 dakikada işlemlerim tamamlandı. Bana gümrük işlemlerinin maliyeti olan US$285 karşılığı verdiğim US$300 ile arasındaki fark kadar bir "bahşiş"e mal oldu. Ama o sayede arabanın içine bakmadılar bile, en son çıkışta da pasaportuma daha önce vurdukları damgada yanlış yazılmış plakamı çarçabuk düzeltiverdiler. Bence US$15'lık bahşiş karşılığında hiç de fena sayılmayacak bir hizmet aldım.
Suriye'ye eğer dizel bir araçla giriş yapıyorsanız, kalacağınız sürenin her bir haftası için US$100'lık bir vergi ödemek zorunda kalıyorsunuz. Bu, hükümetin motorine uygulamakta olduğu sübvansiyonu, ülkede motorin satın alacak yabancılarla paylaşmak amacıyla getirilmiş bir uygulama. Aracınız benzinliyse, böyle bir vergi alınmıyor. 3. şahıs mali mesuliyet sigortası ve diğer harçlarla birlikte 2 haftalık bir Suriye seyahati için ülkeye girişin maliyeti US$285 yani.
Tüm işlemlerim Türkiye saati ile 17:00, Suriye saati ile de 16:00'da tamamlandı. Turizm görevlisi de iftara, Halep'teki evine gideceği için onu da yanıma aldım, yolda muhabbet ede ede Halep'e gittik. Bu arada, benim gibi baştan başa Afrika seyahati yapmak için bu kapıdan geçen birçok araç gördüğünü, çoğu İngiliz olmak üzere tamamının Avrupalı olduğunu, bir Türk'e ise ilk kez rastladığını söyledi. Gurur mu duysam, tedirgin mi olsam, karar veremedim.
Yolda, bana gençken Halep'te yaşayan bir Türk kızına (annesi Türk, babası Suriyeli) nasıl aşık olduğunu, 9 ay büyük bir aşkla nasıl fört ettiklerini, ama babası onaylamadığı için evlilik planlarının nasıl suya düştüğünü, şu anda evli ve üç çocuk babası olmasına rağmen (bu arada, en büyüğü 19 yaşında) ilk göz ağrısı Türk kızını, Meral'i, hala unutamadığını anlattı, ben de keyifle dinledim. Bana, kalacağım yer olan Hotel Baron'a kadar eşlik etti, arabama park edecek yer bulmama yardımcı oldu ve ayrıldık. Bu keyifli yolculukta Suriye'nin gizli trafik kuralları ve çılgın sürücüleri bile tadımı bozmadı. Bu arada söylemek isterim; sınır ile Halep arası 55km ve normal trafik koşullarında yaklaşık 45 dakikada katedilebiliyor. Biz de iftar vaktinden çok önce Halep'e vardığımız için, normal sürede tamamladık.
Halep
Halep, Suriye'nin ikinci büyük şehri. Nüfusu yaklaşık 4 milyon. Geniş bir düzlüğe yayılmış şehir esas olarak iki bölümden oluşuyor: Eski ve Yeni Halep. Dünyanın en eski "sürekli yerleşim" gören şehri. Yaklaşık 8,000 yıldır sürekli yaşamış bir şehir. 10. yüzyılda geçirdiği üç büyük deprem gibi 1822 yılında geçirdiği ve kalesi de dahil pekçok yapının yerle bir olduğu ya da ağır hasarlandığı depremde, o günkü nüfusunun yaklaşık %60'ını kaybetmiş. Uzun yıllar, ticaret yollarının kesiştiği noktadaki konumu nedeniyle sürekli canlı bir yaşama evsahipliği yapan Halep, tarihi dokusunun çeşitliliği ile yabancı turistlerin yoğun ilgi gösterdiği ender Ortadoğu şehirlerinden birisi. Eski ve Yeni Halep birbirinden, şimdi artık çoğu kısmı yerinde olmayan, olan kısımları da bina keşmekeşi arasında kaybolup gitmiş bir surla ayrılıyor. Bu surlar arasında zamanında Eski Halep'e girmek için kullanılan sekiz kapı mevcut. Kapıların da çoğu yıkıldığı gibi, ayakta duranların da bazılarını bulmanız pek mümkün olamıyor.
Halep'teki ilk gecem, Hotel Baron'a yerleşmem ardından klasik şehir lokantalarından birinde yemek yemekle başladı. İftardan çok sonra yemeğe gitmeme rağmen, yemek servisi yapıyorlardı ve -pek mükellef olmamakla birlikte- kendime keyifli bir sofra hazırlattım. Pek ummuyordum ama, içki servisi bile yapıyorlar. Al-Andalip Restoran'daki bu yemeğin bana maliyeti yalnızca SP (Suriye Poundu) 250 idi. Yani US$5'dan daha az.
Hotel Baron kalmayı daha öncesinden planlamıştım ama, doğrusu -kitapların uyarılarına rağmen- rezervasyon gereği duymamıştım. Yer bulamazsam, başka otelde kalırım, diye düşünüyordum. Tesadüf, son kalan odayı da ben tuttum. Hem de istediğim gibi, arka cephede (Suriye'de, işlek bir caddedeki bir otelin ön cephesinde oda tutmak için ya zaten uyuyamama hastalığı ya da, tam tersine, uyku hastalığına tutulmuş olmanız gerekir)...
Size biraz Hotel Baron'dan bahsetmek istiyorum. Hotel Baron Ortadoğu'nun hala yaşayan -belki de- en eski oteli. Kuruluş tarihi 1911 ve o zamandan beri hiç bir yenileme geçirmemiş, bazı eşyaları ve bazı banyoları dışında... Kurucusu, Arapgir'li bir Ermeni olan Krikor Baron Mazlumyan. Krikor Bey, 19. yüzyılın sonlarında, bir Osmanlı paşasının tavsiyesi ile Anadolu'yu terk edip, o zamanlar yine Osmanlı sınırları içerisinde yer alan Beyrut'a, daha sonra Kudüs'e göçmüş. Sonunda da Halep'te karar kılmış ve buraya yerleşmiş. Önce Ararat isimli bir otel açmış, Avrupalı turistlere hizmet etmek üzere... Daha sonra da oğulları, onun adına Baron's Hotel'i kurmuşlar, babalarının adına ithafen... Baron's Hotel, özellikle Berlin-Bağdat demiryolu ve Orient Express'in de hizmete girmesiyle bir anda batılılar arasında çok popüler olmuş. Bulunduğu mekan itibariyle Halep'in o zamanki varoşlarında yer aldığından, müşterilere gece dışarı çıkmamaları tembihlenirmiş. Kimler kalmamış ki Baron's Hotel'de: Thomas Edward Lawrence (namı diğer Arap Lawrence), Agatha Christie, bay ve bayan Roosevelt, David Rockfeller, Irak Kralı 1. Faysal, Charles Lindberg, Baron Max Von Oppenheimer, General Leeman Von Saunders ve diğerleri. Tüm bu ziyaretçilerin notlarının yer aldığı "ziyaretçi defteri"nin ise bir süredir kayıp olduğu söyleniyor. Agatha Christie, meşhur romanı "Şark Ekspresinde Cinayet'in ilk bölümünü bu otelde bitirmiş. Otelin en önemli ziyaretçilerinden birisi de Mustafa Kemal. Ne zaman ve ne süreyle kaldığı bilinmiyorsa da, şimdiki otel müdiresi Madam Lucine 201 numaralı odada misafir edildiğini söylüyor. Madam Lucine de, 1915 Ermeni tehcirinden sonra Anadolu'yu terketmek zorunda kalan Ermeni bir ailenin kızı. Keyifli sohbetlerimiz oldu, arada bir.
Halep'teki ilk sabahımda, kahvaltıdan sonra eski dostum Ahmed Hamdi'yi bulmak için resepsiyondan telefonunu aramalarını istedim. Bendeki kartında 6 rakamlı olan telefon numarasının başına yeni bir numara eklenmiş olması gerektiğini, ama belki de numaranın tümüyle değişmiş olabileceğini söylediler. Kendilerince çeşitli kombinasyonlar denediler ama, olmadı. Telefon numaraları altı sene önce 7 rakamlı olmuş (Ahmet Hamdi'nin bendeki kartı kaç senelikti ki acaba?). O operasyondan sonra bazı numaraların başına, bazılarının da aralarına bir yere birer rakam eklemişler. Aralarına niye ekliyorlarsa... Ve de, yeni numarayı bilmiyorsanız, deneme-yanılma yöntemi ile de bulamıyorsanız, şansınız yokmuş. Peki "Bilinmeyen Numaralar Servisi"? Ahmed Hamdi adı o kadar yaygınmış ki, o isimle soruşturmak mümkün olmazmış. Adres olursa belki, dediler. Kartta da posta kutusu adresi var yalnızca. Postahane de, posta kutusu adresinden kişinin adresini vermezmiş, gizlilik gerekçesi ile... Şansımı bir kez de Turizm Enformasyon Bürosunda deneyeyim dedim. Orada da sonuç aynıydı. Bizlere ne kadar garip geliyor, değil mi?
Büyük bir gafletle, kulak tıkaçlarımı takmadan, Halep'te yürüyerek kısa bir şehir turu ve ardından Halep'in meşhur Kapalı Çarşısı (suk/souq) ile Eski Halep'in dar sokaklarında geziye çıktım. Her zaman söylerim; bir toplumun kültür düzeyi, o toplumda araç kornalarının kullanılma miktarıyla ters orantılıdır. Türkiye'de de doğuya doğru gittikçe korna sesleri artar. Buralarda korna çalınmadığı tek bir an olmuyor. Her araç her zaman korna çalıyor, bir kural olarak herhalde. Amacın ne olduğu meçhul. Bir bakıyorsunuz; yol bomboş ve tek başına bir araç gidiyor, yolda yaya falan da yok ama, yine de şöför birkaç kez kornaya basıyor. Herhalde, kornaya basmadan, araba kullanmanın zevkine varamıyorlar. Velhasıl, büyük bir gürültü ile sersemlemiş olarak akşam üstü otele dönüyorsunuz.
Son Suriye seyahatimde dikkatimi çekmemişti ama, bu sefer gerçekten hayretle farkettim ki, Hafız el-Esad'ın ölümü ve yerine oğlu Başar'ın geçmesiyle birlikte insanların yüzünde eskiden farkedilen "korkuyla yaşamak" ifadesi silinmiş. Bu değişimi bir de, artık çoğunluğu yerlerindn indirilmiş Hafız el-Esad resimlerinin yokluğundan da anlayabiliyorsunuz. Yerlerini ise tek-tük Başarınki dolduruyor. Eskiden nereye girerseniz girin, en az birkaç tane Hafız el-Esad posteri mutlaka olurdu. Her sokakta, caddede dev Hafız el-Esad resimli bez afişler, panolar... Kafanızı nereye çevirseniz, onlarca Hafız el-Esad'la karşılaşırdınız. Şimdi bunların büyük bir kısmı kalkmış. Ülkenin önceki halini bilmeyenlere şu andaki durum da belki abartılı gelebilir ama, bilenler için gerçekten çok şaşırtıcı bir değişim. Sonuçta, daha yumuşak ve -sanırım- hoşgörülü bir yönetimin göstergesi...
Halepin kapalı çarşısı (Suk), belki İstanbul'daki kadar büyük değildir ama, kalabalığı bizim Mahmutpaşa'ya rahmet okutturacak cinstendir. Sebebi de, -İstanbul'un Kapalı Çarşı'sından farklı olarak- esasen turistik amaçlı değil, halkın ihtiyaç duyacağı hertürlü malı bulabileceği bir çarşı niteliğinde olmasıdır. Birbirine paralel ve birbirini kesen birçok sokaktan (ki bunların herbiri ayrı adla anılan Suklar'dır, Suk at-Tabuş, Suk al-Attarin, Suq as-Sabun, Suk al-Farayn gibi) oluşur. Orası turistler için İstanbul'un Kapalı Çarşısı gibiyse de, Halepli için İstanbul'un bir Mahmutpaşa'sı, bir Mısır Çarşısı, Bir Beyoğlu'su, bir Sirkeci'sidir aslında. Kasabından gelinlikçisine, kuyumcusundan manifaturasına, halıcısından oyuncakçısına, turşucusundan saatçisine, nalburundan sakatatçısına, lostrasından deri işlemecisine kadar yok yoktur bu çarşıda. Herbir iştigal konusu da çarşının belirli bölümlerinde kümelenmişlerdir. Örneğin Suk al-Attarine'in güneyi daha çok kumaş, giysi ve ayakkabı satıcılarının kümelendiği bölge iken, Suk at-Tabush'un güney kısmı manifaturaların mekanıdır.
Çarşının tarihi 13. yüzyıla dayanıyorsa da, bugünkü mevcut büyüklüğüne erişmesi Osmanlılar zamanında ve çoklukla 16 ila 19. yüzyıllar arasında gerçekleşmiş. Çarşıyı tam anlamıyla gezmek biraz güç. Esasen -bence- gereksiz de... Ana yolların bir kaçını görmek, çarşının bütünü hakkında yeterince fikir veriyor insana. Ama bu bile en az yarım gün demek. Hele ara sokaklar (sokak demek biraz güç olsa da) var ki, klastrofobi sıkıntısı olan kişilere göre hiç değil.
Şaria Bab Qinnesrin, eski şehri çevreleyen surun güney kanadındaki Bab al-Qinnesrin'den (Qinnesrin Kapısı) başlayıp Suk an-Nahaseen'e kadar uzanan ve şu anda Alman destekli bir rehabilitasyon projesi kapsamında orijinal haline sadık kalınarak düzenlenen bir sokak. Bab al-Qinnesrin ise, surun ayakta kalan ender kapılarından birisi ve -bence- en görkemlisi. Her nekadar güney cephede yer alıyorsa da, kapı ağızı batıya doğru bakıyor olduğundan, Akdeniz'den gelen temiz havayı solumasını sağlamış, eski şehrin. Taş binaların yüksek duvarları arasından kıvrıla kıvrıla ilerliyorsunuz, yine taş zemin üzerinde. İlginç bulduğum sabun fabrikaları, mevsim uygun olmadığı için çalışmadıklarından kapalılar. Sabun fabrikaları çalışmaya, zeytin hasadı arkasından zeytinyağının elde edilmesi ile başlarmış. Saf zeytinyağından elde edilen ve hızlı kurutmak için herhangi bir katkı eklenmeyen sabunların kuruması için üzerinden bir yaz geçmesi gerekirmiş. Artık hiçbir üreticinin bu kadar beklemeye tahammülü kalmadığından, sabun fabrikaları da giderek azalmış. Şu anda saf zeytinyağından sabun ürettiğini iddia eden yalnızca 7 fabrika kalmış. Ancak bunlardan sadece ikisinin gerçek saf zeytinyağı ile üretim yapıyor olduğunu söylediler.
Bab Qinnesrin sokağının bir diğer ilginç mekanı ise Bimaristan Argun. Bimaristan, Memlûklular zamanında, 1354 yılında tamamlanmış bir akıl hastanesi. Hastaneyi yapan kişi olan Argun'un ismiyle anılıyor. Bimaristan, Farsça'da "sağlık yeri/mekanı" anlamına geliyor. Hastaları sağlığına kavuşturmak için 4 aşamalı bir tedavi yöntemi uygulanıyormuş. İlk aşama bölümünde küçük hücrelerle çevrili, ortasında fıskiyeli, mavi renkte, küçük bir havuzun bulunduğu, tepesinde güneş ışığının girebileceği yuvarlak bir delik bulunan bir avlu var. İleri derecede saldırgan hastalar, avluya bakan demir kafesli pencerelerinden "mavi renk", "su sesi", "güneş ışığı" ve havuz başında oturan çalgıcıların seslendirdiği "müzik" eşliğinde yaklaşık 6-7 aylık bir terapiden geçirildikten sonra daha sakinleşmiş olarak bir üst gruba katılıyorlarmış. Her bir üst grupta hücreler, avlu ve havuz biraz daha genişliyor, hücre girişleri artık avlu tarafından veriliyor. Son aşamada ise artık hastalar avluya da çıkabiliyor ve hatta mutfak, temizlik gibi bazı görevler de verilip gerçek hayata uyum sağlamalarına yardımcı olunuyormuş. Burada bana bir arkeoloji master öğrencisi olan Murhaf gönüllü mihmandarlık yaptı.
Al-Jideyda
Seyahatlerimde, artık yaşamın olmadığı tarihi kalıntılar, cami ve kilise gibi ibadet yerleri, müzeler -çok şiddetle tavsiye edilmedikleri müddetçe- ilgimi fazla çekmemiştir. Onun yerine; yaşamın, varolduğu günden beri ve o günkü şekli bozulmadan sürdüğü mekanlar bana her zaman daha cazip görünmüşlerdir. Al-Jideyda da böyle bir mekan. Eski Halep kadar olmasa da, onun sınırlarının hemen dışında yer alan ve daha çok Osmanlılar zamanında yapılaşmış ve gelişmiş bir mahalle. Zaman içerisinde Ermeni halkın çoğunlukla yerleştiği ve şimdilerde de Ermeni tüccarların iş mekanı haline gelmiş, oluşmaya başladığı günden itibaren yapısını hiç değiştirmemiş sokak ve binalarla dolu. Yine -tüm eski Ortadoğu (ve bizdeki Güneydoğu) şehirlerinde olduğu gibi- sokağa bakan yüksek duvarlarında hiç pencere bulunmayan binalarla sınırlanmış daracık taş sokaklar... Binaların hepsine, ortalarında genellikle fıskiyeli bir havuzu olan bahçe ya da üstü kapalı bir avluya geçilen kapıyla giriliyor. Tüm yaşantı bu bahçe ya da avluya taşınıyor, katlarındaki çepeçevre balkonlarından.
Al-Jideyda'da girişimci bazı Suriyeliler, eski binaları restore edip butik otel ve lüks restoran olarak hizmet vermeye başlamışlar. Bunların en tanınmışları da Sisi Sokağı'nda bulunuyor.
Halep Kalesi
Halep'in ortasında yükselen bir tepe üzerine kurulmuş bir kale. Şekli nedeniyle yapay gibi görünse de, aslında doğal olan bu tepede M.Ö.10. yüzyıldan kalma bir tapınak üzerine daha sonra inşa edilmiş olan kalenin geçmişi M.Ö.3. yüzyıla dayanıyor. Haçlı saldırılarında Müslümanlar'ın güçlü bir savunma merkezi olmuş ve bu tarihlerde (M.S.12. yy) çevresine kazılan 20m derinliğinde ve 30m genişliğinde bir kanalla savunması daha da güçlendirilmiş. M.S. 13. ila 16. yüzyıllar arasında Memlûklular döneminde yeniden inşa ve güçlendirme çalışmaları yapılmış. Kaleye, güney kanadında, kanal üzerinde sekiz sütun üzerinde yükselen bir köprü ile bağlanan kapıdan giriliyor. Kalenin içerisinde Ulusal Müze, Memlûklular zamanında yapılmış bir hamam, Eyyubi Sarayı gezilebilecek noktalar. Eyyubi Sarayı'nın elden geçirilmiş görkemli ahşap kaplamalı Taht Odası ise kaçırılmaması gereken bir güzelliğe sahip.
Her nekadar camiler ilgimi çekmiyor dediysem de, Halep'te bulunan ve Mimar Sinan'ın erken dönem eserlerinden olan Al-Kosrowiyya Camii'ni merak ediyordum. Ancak camiyi gezmek için gittiğimde yoğun bir yağış vardı ve görevliler ziyaretlerin iki saat sonra kabul edeceğini söylediler. Cıvardaki cafélerden birisinde bir süre bekledim. Ancak yağmur gittikçe şiddetleniyordu ve daha fazla beklemem durumunda fotoğraf makinemle birlikte iliklerimize kadar ıslanacağımızı düşündüğüm için, yağışın azaldığı bir arada yarı koşar adım kendimi otele attım. Yine de sıkı ıslanmıştım.
Halep'te yeterince vakit geçirdiğime karar verip St. Simeon Manastırı üzerinden Edlib yoluyla Lattakia'ya doğru 20 Ekim saat 12:00'de yola çıkıyorum. Bir şehirde bu kadar vakit geçirmek ve yazı yazmak pek bana göre değil. Bu biraz Halep'e olan sevgimden, biraz da hazırlık aşamasındaki yorgunluğumu atmak için bir süre yerleşik kalma arzumdandı. Bundan sonraki hareketlerimi daha hızlı olacak...
|
Yazılan Yorumlar... |
betül (06 Ağustos 2012)
|
|
yakın zamanda benim de ciddi ciddi düşünmeye başladığım şey..bu seyehat size ne kadara mal oldu, onu da yazarsanız çok sevinirim.
|
Emre AKDAĞ (30 Mart 2012)
|
|
Öncelikle, içinizdeki gezgine kendinizi bırakıp bu eşsiz deneyiminizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Darısı bizlerin başına...
|
Hilmi Hanta (04 Ocak 2012)
|
|
çok telekkürler.pek çok yerde türkçe bulamayacağımız bilgiler vermişsiniz. Ancak merak ettiğim seyahat aracınız size kaça mal oldu.detayıyla açıklarsanız ve kiminle muhatap olunacak. seviniriz. size yeni rotalarınızda iyi dileklerimizi sunarız.
|
NEŞE (22 Aralık 2011)
|
|
Macera başladı ve bizde de merak başladı tabii...Halep çok hoş ama bu güzel şehri görmeyi biraz ertelememiz gerekecek ,geçtiğimiz yıllarda sizin izlenimleriniz ne kadar olumlu,şimdi bize yansıyanların tersine...Bu ülkeye yazık olacak..
|
Ahmet DOĞAN (20 Aralık 2011)
|
|
Ali Bey şu anda sizin Dünya Turunda olduğunuzu biliyorum. Size hayırlı yolculuklar. Sizin gibi insanlar bizlere rehber oluyorlar. Bunu için teşekkür ederim. Sizin yolculuğun ufak bir denemesini bu sene kendi aracım ile Avrupada yaptım. Bundan sonra farklı bölgelerede planlamalar devam ediyor.
Size Hayırlı yolculuklar. İnşallah sağsalim yurda dönersiniz.
|
Sibel Sönmez (20 Aralık 2011)
|
|
Her zaman gizemli kabul edilmiş Afrika kıtası. Belki Kuzeyi saymayabiliriz. Her zaman da fakirlik, sefalet ve açlıkla gündeme geliyor. İlgiyle takip edeceğim.
|
hakangeziyor (19 Aralık 2011)
|
|
Ali abi, haritayı inceledikçe içim kıpır kıpır oldu inan. Dile kolay tam 186 gün, kendi aracınla, tek başına ve dünyanın en gizemli kıtası olarak kabul edilen Afrikada...Ben daha söyleyecek bir şey bulamıyorum. Halep hep görmek istediğim ama henüz nasip olmayan bir şehir. Mevcut durumu göz önünde bulundurursak daha uzun bir süre göremeyeceğin anlaşılan. Sayende küçük bir tur attık. Kalemine sağlık...
|
Yorum yazmak isterseniz...
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.
|
|