Ülke |
Şehir |
Ekleme |
Düzenleme |
Gezi Tarihleri |
Okunma |
Yorum |
Yazan |
Sudan
|
Wadi Halfa |
20 Şubat 2012 |
|
15 Ekim 2005 19 Nisan 2006 |
5754 |
3 |
Ali Eriç |
|
|
Arabamla Afrika - Sudan: 1 (Wadi Halfa) (Genel)
|
Son olarak feribota binmiş ve üst güvertede kendimize gece oturmalık yer ayarlamıştık. Ama bu tekne yolculuğunun sonrasına geçmeden önce, seyahatimin, beni en çok kaygılandıran iki aşamasından ilki olan bu feribot yolculuğunun biniş kısmına geri dönmek istiyorum.
Bahsetmiş olduğum kabordadan (biz askerdeyken -yanılmıyorsam- bu ismi kullanıyorduk ama, denizcilik ve gemiciliğe aşina olanlar -varsa- yanlışımı düzeltsinler) içeri girebilmek bir meseleydi. Bir yandan dışarıdan içeriye girmeye çalışan yolcular ve yük taşıyan hamallar, bir yandan içeriden dışarıya çıkmaya çalışan boş hamallar, bir yandan da içerinin kalabalığı azalmadan içeriye kimseyi almamaya çalışan görevliler, tek kişinin ancak geçebileceği bu kapının ağzında düğüm olmuş vaziyetteyken, cebir yoluyla kendimizi içeriye attığımızda ayağımın teknenin tabanındaki çamura, dolayısıyla da Afrika'ya bastığını farkettim. Afrika'ya hoşgeldik!
Arabayı mavnaya yerleştiriyorum (Photo by Chris White)
Size, Mısır'a ayak bastığım Nuweiba Limanı'nda -aslında- Afrika'ya da ayak bastığımı söylemedim. Her nekadar coğrafi ve politik olarak Afrika kıtası sayılıyorduysa da, Sina Yarımadası'na ulaştığım andan itibaren kendimi Afrika'ya gelmiş gibi hissetmedim. Bunun yanılsamanın doğal olduğunu, Mısırlılar'la seyahatim hakkında konuşurken onların "Ne! Afrika'ya mı gidiyorsun?" tepkilerinden de anlayabiliyordum.
Dışarının yoğun öğle güneşi ışığından kısılmış gözbebekleri ile içerinin karanlığında birşey görmek pek mümkün olmadığı için, el ve ayak yordamıyla, yerdeki çamurdan kaymamaya özen göstererek yolumuzu bulmaya çalıştık. Ayaklarımla yukarıya çıkan merdiven basamaklarını yoklayarak üst kata vardım. Birinci mevki kamaralarının olduğu koridora daldığımızda izdihamdan bir parça kurtulmuştuk.
Tam teşekküllü olarak feribota binmeye hazırız (Photo by Chris White)
İlk kontrolü birinci mevki tuvaletlerinde yaptım. Sonuç "beklediğim kadar" moral bozucu. Diğer hayal kırıklığı da kamaranın kapısı, anahtarı yok. Görevliye sorduğumda, "Herkes gemiden ayrılırken anahtarı cebine koyup gidiyor. Hiç anahtar kalmadı." Yanıtını alıyorum. Bu da eşyaları bırakamayacağımızı mı gösteriyor acaba? Allahtan Chris'te kilitli zincir var da sırt çantalarımızı bağlayabileceğiz. Nekadar faydası sokunacak, göreceğiz. Eşyalarımızı "emniyet"e aldıktan sonra üst güverteye, Nando'nun (Katalan bisikletçi) yanına çıktık.
Burada size bir parça "dünyayı dolaşan insanlar"dan bahsetmek istiyorum, yeri gelmişken. Neden "yeri gelmişken" diyorum? Asswan-Wadi Halfa geçişi bir bir huni ağızı gibi. Karadan Doğu Afrika yolculuğu yapan ve rotası -genellikle herkesçe tercih edilen- Mısır-Sudan geçişini takip eden o hafta içerisindeki herkes aynı feribotla seyahat etmek zorunda ve böylece buluşma ve tanışma imkanı buluyorlar. Ben, seyahate başladıktan sonra -Chris dışında- ilk defa kıta aşırı karadan seyahat eden insanlarla karşılaştım. Bu insanların çoğu benim geçtiğim güzergahtan geçmişler ve aynı şehirleri görmüşlerdi ama hiçbir zaman rastlaşmadık; değişik otellerde kaldığımızdan, değişik günlerde geçtiğimizden v.s. Halbuki, şimdi hepimiz aynı feribottayız. Bu insanların arasında o kadar ilginçleri var ki, benim seyahatime "çılgınlık" olarak bakanların bu kişilerin yaptıklarını nasıl adlandıracaklarını tahmin edemiyorum. Ben ki bu tür seyahatlerle ilgili 1.5 yıldır araştırma yapıyorum ve sıradışı seyahlerin hikayelerine aşina olduğumu sanıyorum, tanıştığım insanların ya da anlattıkları diğer bazı kişilerin seyahat hikayeleri beni bile hayrete düşürüyor.
Chris ve Nando (çılgın bisikletçi)
Bu feribot yolculuğu sayesinde tanıdığım en ilginç örnek Nando'nunkiydi. 10 yıl boyunca dünyayı bir bisiklet sırtında dolaşmak cesaret ve azmin çok ötesinde vasıflar gerektiren bir disiplin. Bu arada size önceki yazımda Nando'nun yaşını söylemeyi unuttuğumu farkettim : 45. Yine, tanıştığım bir başka adam, bir İtalyan da, yalnızca kara ve deniz yoluyla, toplu taşım vasıtaları ya da otostopla aralıksız 24 ay boyunca dünyayı dolaşıyordu ve seyahatinin bitmesine 7 ay kalmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde evini ve ailesini artık çok özlediğini itiraf ederken, karanlığın gölgesinden istifade bir-iki damlayı gözlerinden yuvarladığını hissettim.
Bir başka ilginç örnek, -herhalde- 60'larını sürmekte olan bir karı-koca idi. Sahip oldukları herşeyi elden çıkarıp dünyayı dolaşmaya başlamışlardı, hiçbir zaman limiti koymadan. Chris ve Nando'yla konuşurken Chris bunun bir yaşam tarzı olduğunu söyledi; bir seçim, bir tercih meselesi. Yerleşik, dost ve yakınlarıyla birlikte, alışık olduğu çevrede bir yaşantıya karşın sürekli hareket halinde ve yeni yerler, yeni insanlar tanıyarak yaşamak. Geleceğini garanti altına almak için stresli bir iş yaşamı mı, yaşlılığını umursamadan günü yaşamaya bakmak mı? Yalnızca bir "keşfetme" dürtüsü mü, yoksa amacını -belki- kendisinin de bilemediği bir "arayış" mı? Bulundukları toplumlarda sosyal ilişkilerin zayıflığı mı onları yeni insanları ve medeniyetleri tanımaya, -belki- eksikliğini duydukları ilişkileri aramaya itiyor? Bilemiyorum. Diyeceksiniz ki, "Peki, senin sebebin neydi?". Bunun bir kısmını, sayfamın hazırlanışında anlatmıştım. Ama, esas "analizi, seyahatin sonunda, takkeyi önüme koyup düşünerek yapacağım ve tamamını da sizinle paylaşacağım.
Battaniye paketlerinin üstünde rahatız (Photo by Chris White)
Peki nasıl hayatlarını sürdürüyorlar? Bir kere, gelecek kaygılarını kafalarından tümüyle atmışlar. Emekliliklerinde ne yapacaklarına ilişkin herhangi bir planları ve -ilginci- kaygıları yok. Seyahatlerini sürdürebilmek için gereken parayı ise -bittiğinde- bulundukları ülkede herhangi bir geçici iş bulup çalışarak kazanıyorlar. "Gereken para"dan kasıt ise günlük $10.00-15.00 cıvarında. Örneğin Nando'nun günlük harcama limiti EUR10.00.
Akşam yemeğimizi, geminin yemekhanesinde yemek üzere aşağıya indik. Yaklaşık 1.5 saatlik bir bekleyişten sonra çorba, fûl ve salatadan oluşan yemeğimizi yedik, Sudan usulü. Fûl Sudanlılar'ın vazgeçilmez yemeği. Baklayı özel bir kabın içinde odun ateşinde pişiriyorlar. Daha sonra bunu soğan ve domatesle birlikte "şişe dibiyle" ezip (tadı öyle çıkıyor herhalde, her yerde meşrubat şişesi dibiyle eziyorlar) servis yapılıyor. Yerken de ekmekle ve elle yenilecek; ama unutmayın, sağ elle.
Gece muhabbetimiz yıldız aydınlığında geç saatlere kadar sürdü. Kamaraya döndükten sonra açık lumbozdan gelen suyun sesiyle -kısa da olsa- huzur içinde uyumuşum.
Wadi Halfa Hotel Deffintoad
Ertesi gün saat 12:30 cıvarında Wadi Halfa limanına vardık. Pasaport ve gümrük işlemlerimiz sırasında Kemal Hassan Osman karşıladı bizi. Toplam 7 araba ve 1 motorsiklet olduğumuzu duyunca ağzı kulaklarına vardı tabii. Kemal Hassan, arabalı gezginlerin gümrük işlemlerine "belirsiz" bir ücret karşılığı yardımcı oluyor. Gümrükten geçip yaklaşık 2km uzaklıktaki köye yürüyerek vardık. Köyde üç tane otel var. Kemal Hassan tarafından önerilen Nil Hotel, bizim kaldığımız Deffintoad Hotel ve bir üçüncüsü. Bunların her üçü de birbirinin aynısı; bir avluya bakan, duvarları kerpiç, yanyana dizilmiş odalardan (ya da bölmelerden) oluşuyor. Odaların içerisinde ipli karyolalar ve -şanslıysanız- üzerinde birer şilte var. Yer çoğunlukla toprak, lüks olanlarında ise beton. Tuvalet ve duş dışarıda ve ortak. Su ise taşıyarak. Odalar 3 ya da 4 kişilik. Eğer 3 kişiden az iseniz ya odanın hepsini ödemek, ya da odayı sizinle paylaşacak yeni bir dostla tanışmaya hazır olmak zorundasınız. Biz (Chris, Nando ve ben) üç kişilik bir odaya eşyalarımız ve Nando'nun bisikletiyle birlikte sığıştık.
Wadi Halfa, Yüksek Asswan Barajı yapılmadan önce, şu anda bulunduğu yerden yaklaşık 63km kuzeyde, o zamanki Nil'in kıyısında, halkı tarımla uğraşan, yeşillikler içerisinde güzel bir yerleşimmiş. Asswan baraj gölünün dolmaya başlamasıyla, otuza yakın köyle birlikte sulara gömülmüş. Bunların hepsi Nübye (Nubian) köyü. Evleri Asswan suları altında kalan Nübyeliler de değişik bölgelere yerleştirilmişler. Sudan sınırları içerisindeki Nübyeliler, bu konuda Mısır'daki ırkdaşları kadar şaslı olamamışlar maalesef. Wadi Halfa'nın, şu anda bulunduğu yerleşimde kalmakta ısrar eden az sayıdaki yerlisi dışındakiler, ülkenin doğusunda bulunan Kassala şehri yakınında, Atbara Nehri kıyısına yerleştirilmişler. Ancak, Wadi Halfa'lıların yaşantıları burada da bir baraj tarafından altüst edilmiş. Bu kez de, yakındaki Atbara Barajının sebep olduğu erozyon, sahip oldukları verimli toprakları alıp götürmüş. 1897 yılında İngiliz Komutan Kitchener tarafından Sudan'ı işgal etme planının bir parçası ve en temel gereği olarak devreye sokulan Hartum demiryolu projesinin başlangıç noktasını oluşturan, bu nedenle kısa zamanda gelişen ve modernleşen Wadi Halfa, demiryolunun inşaası için eğitilen ve yetiştirilen nufusuyla birlikte Asswan Barajı'ndan sonra dağılmış, yok olmuş ve yerinde şimdiki ufak, haftada bir Mısır'dan gelecek feribottan sebepleneceği ile ayakta durmaya çalışan bir köy kalmış.
Wadi Halfanın çaycı kızlarından Selma
Wadi Halfa'nın ufak, ufak olması nedeniyle de daha samimi atmosferi, sıcak kanlı Sudanlılar'ın yakınlığı, bizlere, aracımızın gelmesi için beklemek zorunda kaldığımız üç gün boyunca keyifli anlar yaşattı. Her ne kadar ben hergün "Mavna geliyormuş!" söylentilerine kanıp birkaç saatimi limanda geçirmek zorunda kaldıysam da, kalan zamanlarda Chris ve Nando ile birlikte kâh yakındaki bir Nübye köyüne gidip köylülere misafir olduk, çocukların okullarını ziyaret ettik, kâh Wadi Halfa'nın -Sudan'da pek popüler olan- çaycı kızlarının ağdalı ve aromalı çaylarını içerken Halfalılarla sohbet ettik.
> Halfalı küçükler
Salı günü ulaştığımız Wadi Halfa'da ertesi gün yakındaki bir köye yürüyerek gittik. Her Sudanlı'dan gördüğümüz sıcak yakınlığı burada da yaşıyoruz. Genellikle feribot telaşıyla kasabadan çıkmayan turistlerden pek nasibini almamış köy, kendilerini ziyarete gelen "beyaz adamlar"ı karşılarında görünce önce ürkek bakışlarla kapı aralarından süzüp, yavaş yavaş utangaçlıklarını attıkça çevremize üşüşmeye başladılar. Evine çay içmeye davet edenlerin ricalarını kıramayıp, yanımızda getirdiğimiz bisküvilerimizle konukları olduk.
Halfalı gençler
Gençlerden biri bizi köyün ilkokuluna götürdü. Okulun müdürü, öğretmenleriyle tek tek tanıştırdıktan sonra sınıfları gezdirdi. Kız ve erkek öğrenciler -sınıf nüfuslarına göre- ya ayrı sınıflarda ya da aynı sınıfta iki ayrı bölümde oturuyorlar. Müdür bize okul ve dersler hakkında bilgi verdikten sonra kapıya kadar gelip uğurladı.
Müdür. Okulu, öğretmenleri ve öğrecileriyle gurur duyduğu belli oluyor
Perşembe günü, arabaları taşıyan mavnanın öğle saatlerinde limana yanaşacağı söylendi. Saat 13:00'te limanda olacak şekilde yola çıktıktan bir süre sonra Henrik (mavnada seyahati tercih edenlerden İsveçli olanı) uydu telefonumdan beni arayıp yanaştıklarını söyledi. Saat 13:30'da arabaları indirmekle başlayan işlemler, saat 18:00'de ancak bitebildi. O saatten sonra yola çıkmanın pek akıllıca olmayacağını bildiğimiz için, ertesi gün erken saatte hareket etmek üzere son gecenin tadını çıkarmaya kara verdik. Keyifli bir yemek ve çay sohbeti ardından konforlu otelimizde geçireceğimiz son gece için odamıza kapandık.
İlkokulda öğrenciler. Biraz ürkek, biraz meraklı..
Ertesi sabah (25 Kasım Cuma) saat 07:30 sıralarında kahvaltımızı yolda yapmak üzere hareket ettik. Nando, Gondola'ya kadar olan 400km'lik yolu kendisine -hayati tehlikeye dahi sebep olabilecek derecede- bir işkenceye dönüştürmemek için bizimle gelmek istedi. Ben de üçüncü "yedek klübesi" koltuğunu onun için hazırladım. Bisikletini tepeye, iki yedek lastiğin üzerine emniyetli bir şekilde bağlayıp, diğer çantalarını da arabanın arka bölümüne yerleştirdik. Bir Land Rover Defender 110 bundan daha fazla doldurulamazdı herhalde. İçerideki hacmin tamamına yakını doluydu neredeyse.
Halfa'dan fazla uzaklaşmadan verdiğimiz kısa süreli bir kahvaltı molasından sonra, Wadi Halfa-Dongola arasındaki dillere destan 400km uzunluğundaki yola koyulduk. Yolu iki günde tamamlamayı düşünüyoruz. İlk gece konaklama hedefimiz, 400km'lik yolun tam ortasında yer alan Abri.
Yolu mahveden kamyon/otobüsler (Photo by Chris White)
Wadi Halfa-Dongola arasındaki bu yol, kırıcılığı ile Afrika gezginlerinin korkulu rüyası olmuştur, her zaman. Tümüyle çöl olan güzergahta zaman zaman çölü yırtarak yükselen kayalıkların etrafını da dolaşarak geçen yolun stabilize kaplaması, üzerinde seyahat eden kamyon ve kamyon-otobüslerin tekerleklerinin oluşturduğu darbelerle dalgalı ya da ondüle bir şekle dönüşmüş. İngilizce'de corrugate olarak tanımlanan bu yapı, arabanın ve içindekilerin hertürlü eklemlerini gevşetmek, arabaların tüm süspansiyon ve direksiyon sistemini kırmak ve dağıtmak için birebirdir. Daha yeni oluşmaya başladığı aşamalarda, belli bir hızı (50-60km/h gibi) yakaladığınızda; bir başka deyişle süspansiyon sisteminizin doğal vibrasyonu ile aynı frekansta olunca kendini fazla hissettirmez. Ama zamanla ondüle oyukları derinleşmeye, tepeleri de sivrilmeye başladı mı artık ne hız olursa olsun tüm aracınız ve siz yolu tüm "benliğinizle" hissetmeye başlarsınız. İşte 400km'lik Wadi Halfa-Dongola yolunun tamamı bu şekilde ileri derecede ondüle bir halde. Bu nedenle, hem sürekli belli bir hızın altında (10-15km/h) seyahat etmeye çalışmalı, hem de darbelerin araca fazla zarar vermemesi için lastik havalarını bir parça indirerek darbelerin kısmen lastikte absorbe edilmesini sağlamalısınız. Bu da tabii lastiklerinizin yoldaki sivri taşlar tarafından kesilme riskini arttıracaktır; özellikle benim gibi "taş gibi lastik" seçmemiş olanların.
Bunun dışında, çölün müsait olduğu yerlerde çöle çıkıp kumun yumuşaklığından yararlanarak hızı arttırma şansını da kullanabilirsiniz; tabii yolunuzu kaybetmemek kaydıyla. Ancak, Chris ve Nando ve onların eşyaları ile en az 250kg daha ağırlaşan ve lastikleri de kum için uygun olmayan arabamla buna ne kadar kalkışmalıyım? Yanımda iki kişinin de var olmasından cesaret alıp arabayı yolun kıyısında başlayan kum çölüne doğru sürüyorum. Önce momentumu düşürmemek için hızla girdiğim kumda, kumun arasında kaybolmuş bir kaç taş ve kaya parçasının ağır darbelerini hep beraber "içimizde" hissettikten sonra yavaşlamaya karar verdim. Zaman zaman pudra kıvamında incelen kum, arabayla girdiğinizde bir bulut gibi tüm aracı sarıyor ve hiçbir şey görmez oluveriyorsunuz. Kum bazen o kadar yumuşak ve derin oluyor ki, tekerlekler aracın karnını sürüklemekte zorlanıyor. Ama, bu kadar ağırlığa ve lastiklerin uygun olmamasına (hoş havaları biraz inikti ama) rağmen ciddi olarak saplanma tehlikesi yaşamadık. Bir iki saplanma emaresinde de, takviye şanjmanını devreye sokarak atlattık. Land Rover'im her seferinde kendini söküp çıkarmayı başardı. Gurur duydum açıkçası. Tabii benim sürüş yeteneklerim de biraz yardımcı oldu :)
Grup, Henrikler'in tamiratını bekliyor
Esas yolun yaklaşık 2km doğusunda, kumda seyrederken, yol üzerinde durmuş bir araç farkettim. Dürbünle bakınca, bunun, yolun başlangıcında bizi hızla geçen Henrikler (İsveçli çocuklar) olduğunu anladık. Yola kavuşup, geri döndük, durumlarını öğrenmek için. Sürrat felakettir biliyorsunuz. O yolda hızlı gidince aracın yedek yakıt deposu yerinden kurtulmuş, bağlamaya çalışıyorlardı. Birazdan, gruptan diğerleri de yetişti. Kısa bir mola sonunda tekrar yola koyulduktan bir süre sonra diğerleri yine gözden kaybolup gittiler.
İlk gün dokuz saat aralıksız bata-çıka süren kırıcı bir mücadele ardından Abri'ye vardığımızda güneşin batmasına yaklaşık bir saat kalmıştı. Aceleyle ekmek ve bir-iki taze yiyecek alıp kendimizi köyün dışında kamp yapacak bir mekan bulduk. Yemekler Nando'nun görevi. Ben ise ana yemek malzemeleri ile gerekli aletleri temin ettikten sonra elime soğuk bir içecek tutuşturulup oturtuluyorum.
Günün ilk ışıkları ile Nando su kaynatmaya başlamıştı bile
Yemekten sonraki muhabettimizin bir kısmını uyku tulumlarımızda ve milyonlarca yıldızı seyrederken yaptık. Sabah günün ilk ışıkları ile uyandığımızda Nando çay/kahve için suyu kaynatmaya hazırlanıyordu bile.
Gondola'ya kadar olan yol da yine ilk günkünü aratmayacak derecede kırıcı ve yorucuydu. Tek değişiklik, Argo'da Nil'in doğu kıyısından batı kıyısına yaptığımız yaklaşık bir saat süren "feribot" yolculuğuydu. Toplam 3 araba taşıyabilen bu feribotçukla (İngilizce'deki adına benzeterek burada "panton" diyorlar) yaptığımız seyahat, yorucu araba yolculuğunun arasında biraz "serinletici" etki yarattı tabii.
Panton"la Nil'i geçiyoruz.
Dongola'ya vardığımızda diğer gruptan ulaşabilenlerin de kaldığı Lord Hotel bizi bekliyordu. Hollandalı "babamız" Luc, herzamanki "hamilik" görevini üstlenip bizi arabasının peşine takarak polis karakoluna götürdü. Sudan'da konaklayacağınız şehirlerde mutlaka polise kayıt olmanız gerekiyor. Bu işlem olmadan otel sizi kabul etmiyor. Bunu, Hartum'daki büyük ve lüks oteller (Hilton, Meridien gibi) sizin adınıza kendileri yapıyorlar ama, küçük oteller sizden bekliyor. Ama eğer kamp yapıyorsanız, buna gerek kalmıyor tabii. Otele yerleşir yerleşmez ilk yaptığımız duş almak oluyor. Benim altıncı günüm, duş almayalı. Öncekilerin üzerine, son iki günlük terle birlikte vücudumuza yapışan toz tabakası, kolumuzu bacağımızı hareket ettirdiğimizde kabuk halinde dökülüyordu artık. Tabii temizlemesi de zor oldu.
Akşam fûl ve felafel ile doyurucu bir yemekten sonra otelimize dönüyoruz. Ertesi gün, başkente kadarki yolun üçüncü ve son etabı başlayacak.
27 Kasım Pazar: Bugün Nando bizden ayrılıyor. Artık kendi başına pedal çevirmeye başlayacak, yeniden. Kısa bir kahvaltıdan sonra Nando ile vedalaşıp yola koyuluyoruz. Bu yol, Dongola'dan itibaren yaklaşık 50km asfalt, daha sonra 80-00km cıvarında stabilize ve sonrasında da Hartum'a kadar tümüyle asfalt görünüyor. Gerçekten de Hartum'a kadar olan 567km'nin son 150km'sine kadar söylendiği gibi geldik. Ancak son kısım hiç de hesapta olmayan bir şekilde asfaltlanmıştı. Asfalt yaparken arada delikler bırakmışlar. Ya da onlar delik bırakmamış ama kendisi delinmiş. Ama delikleri öyle iğne deliği sanmayın sakın. Bazıları tekerleği, bazıları ise tüm arabayı yutacak büyüklükte. Derinlikleri zaman zaman 20-30cm bulduğu için girmemek zorundasınız. Bazen tek tük, bazen de sürü halinde geliyorlar. Kolayı var, yol kenarındaki kum pistlere inmek. Zaten arabanın içi bir parmak kalınlığında tozla kaplanmış vaziyette, ama dik duran bir parmak...
Not:
Ali Eriç'in Afrika gezisinin bu yazıdan önceki yazısı Arabamla Afrika - Mısır : 4-Son (Luksor-Karnak-Asswan)
Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.
|
Yazılan Yorumlar... |
hakangeziyor (05 Mart 2012)
|
|
Ali abi, heyecanla takip etmeye devam ediyorum. Afrikanın bilinmezliklerinde müthiş bir macera seninkisi. Kalemine sağlık...
|
Erdin İVGİN (02 Mart 2012)
|
|
Gezinizi başından itibaren heyacan ile okuyorum. Hayalini bile kurmakta zorlandığım bir gezi yapıyorsunuz. Kaleminize sağlık.
|
NEŞE (01 Mart 2012)
|
|
Heyecanlı ve zevkli bir film gibi izliyoruz sizi...İnsan önce size imreniyor,sonra meraklanıyor,biraz sonrada korkuyor,şimdi ne olacak diye....Devamında öğreneceğiz ne olacağını..
|
Yorum yazmak isterseniz...
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.
|
|