Ülke |
Şehir |
Ekleme |
Düzenleme |
Gezi Tarihleri |
Okunma |
Yorum |
Yazan |
Uganda
|
Kampala |
29 Mart 2012 |
|
15 Ekim 2005 19 Nisan 2006 |
7123 |
1 |
Ali Eriç |
|
|
Arabamla Afrika - Uganda : 1 (Jinja - Kampala -Murchisson Falls) (Genel)
|
Uganda anılarına başlamadan önce burada geçen can sıkıcı bir olayı mümkün olduğunca kısaca özetlemek durumundayım. 27 Ocak'ta Entebbe (Uganda) ) Havaalanı'ndan eşim Buket ve oğlum Alican'ı uğurladıktan sonra, yazılara yoğunlaşmak üzere Golf View Inn Hotel'e yerleştim. Burası, geniş bir bahçe içerisinde, otoparkı ve kapısında güvenliği bulunan, tek katlı, küçük ve zarif bir butik oteldi.
Ertesi gün sabahtan itibaren yazılarıma yoğunlaşıp, akşam üstüne kadar otelin bahçesinde çalıştıktan sonra, biraz dinlenmek ve havayı değiştirmek için yakındaki Vahşi Yaşam Eğitim Merkezi'ne (Wildlife Education Centre) gittim. Beklediğimden çok daha büyük ve kapsamlı bir "hayvanat bahçesi"ydi. Aslında bir hayvanat bahçesinden çok daha kapsamlı... Yaklaşık üç saat, neredeyse hava kararana kadar, orada kalıp bol bol fotoğraf çektim, şempanzeleri ve tapas maymunlarını -neredeyse doğal sayılabilecek ortamlarında- uzun uzun izledim. Arkasından otele döndüm. Fotoğraf çantamı odama bıraktım, kapıyı kilitleyip, anahtarı da cebime koyduktan sonra arabayla birkaç yüz metre uzaktaki şehir merkezine, Çin lokantasına yemeğe gittim. 1-1.5 saat sonra otele dönüp, bahçede biraz daha çalışmak için odamdan bilgisayarımı almak için içeri girdim. Anahtarı kapı kilidine sokup çevirmeye çalıştığımda kapının kilitlenmemiş olduğunu farkettim. "Herhalde" dedim, "temizlik için birileri girip açık unuttu". İçeri girip de bilgisayar çantamın fermuarının arasından, bilgisayarımın kılıfının -boş olarak- dışarıya sarkmış olduğunu gördüğümde, gerçekten iyi bir "temizliğin" yapıldığını anladım. Derhal çantayı açtım, bilgisayarımla birlikte AC adaptörü, GPS ve uydu telefonu data kabloları alınmıştı. GPS ve uydu telefonumun kendileri ise ön gözde, yerli yerinde duruyorlardı. Hemen hatırıma arabanın triptik belgeleri geldi. Yatağın üzerindeki dosya bıraktığım yerindeydi neyse ki.
Hemen dışarı çıkıp resepsiyona koştum (üç adımla koşuluyor zaten). Resepsiyonda, girerken farkettiğim Alman çift (zannediyordum) var, sakince birşeyler konuşuyorlar. Heyecanla "Bilgisayarım çalınmış!" diye haykırdım. Yaşlı Alman adam bana dönüp "Sizin de mi?" diye sordu. "Nasıl yani? Sizin de mi?" dedim. Madem öyle, niye bu kadar sakinler ki? Onların da fotoğraf çantaları boşaltılmış, bıraktıkları cüzdan da yürümüştü, tabii tüm paraları ve seyahat çekleri ile birlikte. Hatırıma, cebimde şişkinlik yapıp dikkat çekmesin diye, içinde birkaç yüz Dolar ve iki kredi kartımla birlikte giyecek çantamın dibine -sözüm ona- gizlediğim cüzdanım geldi, hemen koşup baktım: o da yok. O ana kadar hatırıma gelmeyen fotoğraf çantamın aslında en kıymetli parça olduğunu işte o zaman hatırladım; yerinde yeller esiyor. Hissettiğimi söyleyeyim mi? Usanma duygusu! "Yine mi birader? Şimdi bir sürü uğraş dur." Ne bir korku, ne bir endişe, ne kaybolanlardan dolayı üzüntü, ne panik... Usanç! Yalnızca o.
Ve bir anda seyahatin, Turafrika'nın, o yıllarca hayalini kurduğum, hazırlanmak için 1.5 yıl uğraştığım, onca eziyetini çektiğim, paralar harcadığım, külfetlere girdiğim, kilometrelerce meşakkatle yollar aştığım, sıkıntılar yaşadığım, sevindiğim, üzüldüğüm, gururlandığım o projenin; bir anda tüm kıymeti, tüm keyfi, tüm çekiciliği, tüm önemi yok olup gitti. Yine, önceki kadar olmasa da, bir sürü fotoğraf yitirmiştim, emekler heba olup gitmişti, bu seferki maddi hasarım çok daha büyüktü ama hiç birine üzülemedim. Usanmışlıktı hissettiğim. Omuzlarım çökmüştü. Kendimi yenilmiş hissediyordum; pes etmiş. "Yendiniz beni hırsızlar!".
O gece otelde yaşadıklarım, yöneticilerin ilgisizliği, polisleri otele getirtmek konusunda inanılmaz çaresizliğim uzun bir hikaye çıkaracak malzemedir. Yazmıyorum. Ertesi günlerde Entebbe Polis Karakolu'ndaki hikayeler ise cabası. Yazmıyorum. Kampala'daki çabalar, yalnızca benim değil, Kampala'da yaşayan tüm dostların, Meltem'in, Adnan Bey'in, Nairobi Büyükelçimiz Vural Bey'in, Barış'ın, Ali'nin, Poline'in... Yazmıyorum. Bekliyorum, bulunurlar mı diye... Fazla umudum kalmadı ama... Çekirge -olur da- ikinci defa sıçrarsa, bulunurlarsa, yazacağım. Yoksa... belki ileride.
---------------
Pazarda tavuklar. Ya kuş gribi?...(Photo by Alican ERİÇ)
18 Ocak Çarşamba günü saat 15:30 civarında Busia'dan Uganda'ya giriş yaptık. Sanki fazla bir değişiklik yok. Bana tek değişiklik boda-boda'ları kullanan "şöförlerin" pembe gömlekten oluşan "üniformalarına" bürünmüş olmaları. Bir de -sanki- yollar biraz daha düzgün; yol çizgileri ve trafik işaretleri var. Ve tabii bol miktarda bisiklet de...
Uganda insanı yabancıya daha az alışık. Önce sizi ürkek bakışlarla süzüyorlar; sizden gelecek tepkiye göre davranacak bir halleri var. Nitekim sizin yüzünüz gülüyorsa, bunun gerçekliğinden emin olur olmaz onlar da gülümsüyor. Bu durumla Etiyopya'da da karşılaşmıştım. Bana, şiddet ve baskıyı yaşamış toplumların ortak davranış biçimi gibi geldi. Her ikisi de iç -hatta bazen dış- karışıklıklardan yeterince nasibini almıştı, yakın zamana kadar.
Uganda'daki ilk durağımız Kampala, yani başkent. Sınıra da yakın olması nedeniyle, ülkeyi tanımaya başkentten başlayalım istedik. Kampala'ya varabilmek için, Victorya Gölü'nden doğan Victoria Nili üzerinde kurulu Owen Falls Barajı'ndan geçiyorsunuz, Jinja yakınlarında. Victoria Nili aklınızı çok karıştırmasın, "Kaçıncı Nil bu?" diye. Beyaz Nil aslında Victoria Gölünden doğar. Ancak doğduktan sonra Albert Gölü'ne dökülene kadar adı Victoria Nili'dir. Oradan ayrıldıktan sonra da Albert Nili adıyla Sudan sınırına kadar akar. Sudan sınırından sonra da akmaya devam eder tabii ama, başka bir isimle; herkesin bildiği Beyaz Nil olarak. Hani Hartum'da Mavi Nil'le birleşip Baba Nil (bu ismi de ben taktim; herkes bir isim takıyordu da) oluyor da, İskenderiye'de Akdeniz'e dökülene kadar isim değiştirmeden akıyor ya...
Jinja
Jinja, Victoria Gölü kıyısında kurulmuş, Uganda'nın ikinci büyük kenti. Jinja adı, yerel Luganda dilinde "taşlar" anlamına gelen, aynı zamanda yakındaki bir köyün adını taşıyan "Ejjinja"dan türemiş. John Hanning Speke'nin Nil'in doğduğu noktayı keşfi ve buradaki şelalenin, Kampala telgraf hattının Nil Nehri'ni geçişi için en uygun yer olduğuna karar verilmesinden sonra 1900 yılından itibaren Avrupalılar'ın yerleşimi başlamış.
Bu arada John Hanning Speke hakkında bilgi vereyim isterseniz. Kendisi bir "kaşif" ve 1862-63 yıllarında Richard Burton ile (bu sizin bildiğiniz "artist" Burton değil, "kaşif" Burton) Nil'in doğduğu yeri bulmak üzere Kraliyet Coğrafya Kurumu (Royal Geographic Society) tarafından görevlendiriliyorlar. İki bilim adamının arasındaki görüş ayrılığı (yaptıkları araştırmanın sonunda Speke Nil'in Victoria Gölü'nden, Burton ise Tanganika Gölü'nden doğduğuna kanaat getiriyorlar ve bu aykırı fikirlerini inatla savunuyorlar), Speke'nin 1874'te bir kaza kurşunu ile trajik ölümünün ardından çözümsüz kalıyor. Yapılan birkaç keşif gezisi ardından son olarak Sir Stanley Baker, 1877'de, Nil'in Victoria Gölü'nden doğduğu konusunda Speke'nin haklı olduğunu kabul ve ispat ediyor.
Pazardan...(Photo by Alican ERİÇ)
Nil'in Victoria Gölü'nden çıkışından sonra birkaç büyük şelale grubu var. Birincisi, Nil'in doğduğu nokta kabul edilen ve adı Speke tarafından -Ripon Marki'sine ithafen- verilen Ripon Şelalesi; ikincisi ise, şu anda üzerinde baraj inşa edilmiş olan ve baraja da adını veren Owen Şelalesi (ki bu isim de Uganda'ya 1893 yılında keşif gezisi yapan Sir Gerald Portal'ın ekibinde yer alan Binbaşı Roddy Owen'dan geliyor). Diğer üçüncü bir şelale grubu daha var ki, Jinja'yı Uganda'nın en çok ilgi çeken turistik merkezi haline getiren Bujagali Şelaleleri. Bu şelale grubu, rafting ve bungee-jumping meraklısı çılgınların gözdesi. Her ne kadar son zamanlarda Victoria Gölü ve dolayısıyla Nil nehrinin su seviyesinin düşmesi nedeniyle tehlike derecesi artmışsa da, adrenalin meraklısı turistlerin hala ilgi odağı.
Kampala
Kampla'ya hava karardıktan sonra, akşam saat 20:30 cıvarında girdik. Otelimize yerleşip, bahçesinde "hızlı" tarafından ızgara birşeyler yemeye karar verdik. Uganda'da "hızlı"nın, bizim tahmin edebileceğimizden çok farklı olduğunu, yemeklerimiz geldiğinde açlıktan kudurmuş bir halde saldırdığımızda çoktan anlamıştık bile.
Ertesi günümüzü, lokal para ihtiyacımızı (Uganda Şilini) karşılamak, şehri tanımak ve -Buket için- birkaç ufak alışveriş yapmak için ayırdık. Elimizdeki kitaba göre, gitmeyi düşündüğümüz her yer yürüme mesafesindeydi. Para bozdurma işini halledebilmek için bir döviz bürosuna girdik. Parayı uzattığım kadın, elimdeki Dolar banknotunu alıp evirdi, çevirdi ve "Bu eski" dedi.
- Nasıl eski yani?
- Yani
diye açıklamaya başladı
- 2000 modelden daha eski
- Eee?
- "Eee"si, biz bunu kabul etmiyoruz.
- Neden
- Çünkü, biz Merkez Bankası'na veremiyoruz
Başladım, cüzdanın içindeki Dolarlar'a bakmaya. Elimde birtek yeni Dolar yok, hepsi "2. el". Çıktım, bir başka döviz bürosuna girdim. Oradaki kadın "Kabul ama, USh1,750.00'den bozarım" dedi. Neyse, bu hiç olmazsa kabul ediyor. Ama, daha ikinci döviz bürosunda pes etmek yok tabii. Normal kuru olan Ush1,850.00 yakın kurdan bozan bir yer herhalde buluruz. İnat değil mi? O döviz bürosu senin, bu döviz bürosu benim dolaşıyoruz. Artık sonuncusuna girdiğimde adam burun kıvırıp "Bu eski" deyince patladım. "Nedir yahu bu "eski" muhabbeti? Araba mı bu, yenisi "ikinci eli" olsun. Para paradır. Bu da Dolar, yenisi de" dedimse de, adam benim "infial"imi dinledikten sonra, boş gözlerle bakarak "Sorry Sir!" demekle yetindi. Bu arada, hiçbir ATM de bendeki ATM kartını kabul etmiyor. Biraz "züğürt" durumlarına doğru gidiyoruz yani. Neyse, o "ikinci" döviz bürosuna gidip eksik kurdan 2-3 gün yetecek kadar döviz bozdurdum.
Çin lokantasında akşam yemeği...(Photo by Alican ERİÇ)
Daha sonra Buket ve Alican'ın Türkiye'ye dönüşü için mevcut Nairobi-İstanbul biletlerine Entebbe (Uganda'nın uluslararası havaalanı)-Nairobi bileti ilave ettirmek üzere Kenya Havayolları bürosuna gideceğiz. Elimdeki kaynak kitapta belirtilen yerinden taşındığı için aynı yolları birkaç kez arşınlayıp, Kenya Havayolları bürosunu bulduk ve bilet işini de hallettik. Kampala'nın en gözde cafési olan Pap Café'de hafif bir serinleme ve öğle yemeği ardından ufak bir şehir turu daha atıyoruz. Pazarı da dolaştıktan sonra, rutubetli sıcak havadan bunalıp tekrar Pap Café'ye dönüyoruz.
Otele dönüşte Japon restoranı Kyoto'nun önünden geçiyoruz, yürüyerek. Akşam yemeği için üç seçenek var: Otelin hemen karşısındaki Çin Lokantası, biraz yukarıdaki -yine bir Çin lokantası olan- Fang Fang Restoran ve Kyoto Japon Lokantası. Kyoto ve Fang Fang'ın uzak olduğuna karar verip, hemen yakınımızdaki Çin Lokantası'na gitmeye karar veriyoruz. Buket ısmarlayacak! Ama, Kyoto'ya gitseymişiz, bizi hoş bir sürpriz bekliyor olacakmış; bunu sonradan öğrendim.
Ertesi gün, yani 20 Ocak Cuma günü, Kampala'dan ayrılacağız. Ancak, öncelikle Kenya'da düştüğümüz duruma düşmemek için, milli parklarda kalacağımız "lodge"lara daha önceden rezervasyon yaptırmayı düşündük, daha az "sövüşlenmek" için. Bu amaçla, gözüme kestirip, daha önce otelden telefonla aradığım bir turizm acentasına gitmemiz lazım. Otelden ayrılıp, arabayla turizm acentasının olduğu yere gitmeye çalışıyoruz ama, bulunduğu yere giden tüm yollar kapatılmış. Hepsinin başında bir polis ve "Yassah hemşerim!". Sonunda, en yakınında olduğumuzu tahmin ettiğim kavşaktaki polise yalvarıp, sokağa girmeme müsaade etmesini sağlıyorum. Gideceğimiz Murchisson Falls Ulusal Parkı ve Queen Elizabeth Ulsal Parkı'ndaki konaklama yerleri (lodge) için rezervasyonları yaptırıp paralarımızı da ödedikten sonra yola çıkıyoruz. Bu arada Buket, fırsattan istifade kendisine güzel bir elbise alıyor, müthiş pazarlık yeteneğini kullanarak.
Kampala'dan ayrılmadan önce Kampala'yı anlatmak istiyorum kısaca: Matatu, boda-boda ve Marabu leyleği. Bence Kampala kısaca en iyi böyle anlatılır. Şimdi bir de bunların neler olduğunu açıklayayım.
Müşterisini taşıyan bir boda-boda. Tabii böyle "taşma"lar da olabiliyor....(Photo by Alican ERİÇ)
Matatu bizdeki "dolmuş minibüslerin" Kenya'daki adı. Burada da genellikle aynı isimle anılıyor. Beyaz renkte mavi damalı şeritleri olan matatular aslında yalnızca Kampala'ya özgü değil. Bütün Uganda'da, gerek şehir içi, gerekse kentler arası toplu taşım amaçlı çalışıyorlar. En büyük özellikleri, çevresindeki araçlara sigara kağıdı kalınlığı kadar bir mesafe yanaşarak yarattıkları itme kuvvetinden yararlanıp kendilerine yol açmak. Bu özellikleri sayesinde kendileri açtıkları yolla trafiği altüst ettiklerini umursamayan matatulara "gözüpek İstanbul şöförlüğü" bile sökmüyor.
Boda-boda'lardan daha önce bahsetmiştim; sanırım Kenya'nın son bölümünde, Kisumu ile ilgili kısımda. Adı İngilizce "border-to-border"dan (sınırdan sınıra) gelen boda-bodaların burada daha çok motosiklet versiyonu kullanılıyor. Şehir içi ulaşımın -gördüğüm kadarıyla- en kolay yöntemi olan boda-bodalar; trafiğin en sıkışık olduğu zamanlarda bile, arabaların arasından geçerek, kaldırımların üzerinden atlayarak yolcularını, menzile en kısa zamanda ulaştıran araçlar. Güvenlik? Bu konuyu hiç açmayalım bence.
Sonuncusu ise Marabu leyleği. Bu "kutsal kuş", 1.5 metreye varan boyu, ürkütücü gürültüde kanat çırpışları ile aslında şehir yaşamına pek uygun görünmüyor; bizler gibi, şehirde en büyük martıyı görmeye alışık insanlar için, en azından. Yolun ortasına konduğunda, arabaların durup keyfini beklediği bu leylek irileri, yuvalarını yaptıkları ağaçlarda konaklıyorlar. Beni en çok korkutan ise, yol kenarlarındaki bu ağaçların altından geçerken, içlerinden birisinin hışmına uğramaktı açıkçası. Ağaçların altında, yerdeki izlerini görünce, böyle bir "hışma" uğradığınızda temizlenmenin pek kolay olamayacağını anlayabiliyorsunuz.
Kampala'dan ayrıldıktan sonra, kuzeye doğru yol alıyoruz. Asfalt bir yolda çeşitli köy ve kasabaları geçerken, yakında yapılacak olan seçimlerle ilgili yoğun bir hareketlilik var. Anlaşılan adaylardan birisi konuşma yapmak üzere bölgeye gelecek, yollarda propaganda konvoyları görüyoruz. Yerleşim yerlerinde halk toplanmış ve gelecek adaya tezahürat yapmak için bekliyorlar. Kasabalardan bir tanesinde kalabalık oldukça fazla ve yol -neredeyse- kapanmış durumda. Kalabalığa yanaştığımızda tezahüratın hedefi oluyoruz. Bir anda kalabalığın ortasındayız. Elleriyle zafer işareti yapan insanlar, camlardan içeriye sarkmaya, arabanın üzerine çıkmaya başlıyorlar. Buket durumdan biraz huzursuz ama, ben korkulacak birşey olmadığı konusunda onu ikna etmeye çalışıyorum.
Yaptıkları işaretin, destekledikleri partinin sloganı olduğu belli. Onları, ben de parmaklarımla zafer işareti yaparak selamlıyorum. Bir anda sevinçleri iki katına çıkıyor ve yolumuzu açmaya başlıyorlar. Daha sonra bu işaretin, şu andaki devlet başkanı Museveni'nin rakibi olan Kizza Besigye'nin (Besici okunuyor) FDC (Forum for Democratic Change) partisine ait slogan olduğunu öğreneceğim.
Murchisson Falls Ulusal Parkı....(Photo by Alican ERİÇ)
Murchisson Falls Ulusal Parkı
Murchisson Falls Ulusal Parkı'ndaki konak yerimize akşam saat 18:00 civarında ulaştık. Milli parka girdikten sonra mor çiçekli yemyeşil ağaçların arasından geçen toprak bir yoldan ilerliyorsunuz. Bizim kaldığımız konaklama yeri kapıdan yaklaşık 25km içeride. Varana kadar pencereden sinekler giriyor. Pek kara sineğe benzemiyorlar ve biraz yapışkanlar. Aklıma bu bölgelerde çeçe sineği (tsetse) bulunduğu geliyor, içerideki yapışkan kanatlıları dışarı atmaya çalışıyoruz. Ne de olsa meşhur uyku hastalığı tehlikesi var. Konaklayacağımız Sambiya River Lodge'a geldiğimizde, ortalıkta, yere çakılmış tahta çıtalar arasına gerilmiş, dikine beyaz-mavi-beyaz renkte bantlardan oluşan bayraklar görüyoruz. Pek bir anlam veremediğimiz bu bayrakların, sonradan çeçe sineğine karşı yerleştirildiğini öğrendik. Ama anlatan kominin İngilizcesi'nden; bu renkleri beğendiği için yaklaşıp, üzerine sürülmüş ilaçtan ölüyorlar mı, yoksa bu renkelerden nefret ettikleri için görüp de uzaklaşıyorlar mı, anlayamadım.
Kaldığımız Sambiya Lodge'da yediğimiz akşam yemeğini ben başlangıç zannettiğim için masadan bir süre kalkmadık. Garson, çay ya da kahve isteyip istemediğimizi sorduğunda yemeğin bitmiş olduğu ortaya çıktı. Tabii ben de garsona (maalesef tek muhatabım oydu) verilen yemeklerle normal boyutlarda bir insanın doymasının mümkün olamayacağını, hatta bırakın normal insanı, Pigmeler'in bile yetersiz beslenme problemi çekeceklerini nazik bir dille anlatmaya çalıştım. Telaş içerisinde otelin içerisinde koşuşturan garson sonunda utana sıkıla gelip, başka yemek kalmadığını söyledi. Allahtan o akşam habersiz gelen "tanrı misafiri" falan yoktu. Yoksa bu kadarına bile muhtaç kalabilirdik.
Murchisson Şelalesi, Murchisson Falls Ulusal Parkı.(Photo by Alican ERİÇ)
Murchison Falls, 3,840km² büyüklüğü ile Uganda'nın en büyük ulusal parkı. Ortasından geçen Nil Nehri (Victoria Nile) tarafından ikiye bölünen parkın güneyi, kuzeyine oranla daha ağaçlık ve yeşillik. Nil Nehri, Karuma Şelalesi ile doğudan girdiği parkı batı ucunda Albert Gölü'ne kavuşumuyla terk ediyor. Parka ismini veren Murchisson Şelalesi ise parkın ortasında, yine Nil üzerinde bulunuyor.
Parkı güneyden kuzeye geçen yolun Nil tarafından kesildiği noktada ulaşım feribotla sağlanıyor. Ertesi günü sabah 05:30'da kalkıp kahvaltımızı yapıyor ve 06:15'te yola çıkıyoruz. Amacımız yedideki feribotu yakalayıp karşıya geçmek. Neden mi o kadar erken? E, safari yapacağız ya. Bu kadar erken başlamazsak, aslanları göremeyiz ki.
Otelden karanlıkta ayrılıyoruz. Arkamızda, aynı otelde kalan İngiliz bir grup var. Gruba, aracı da kullanan yine bir İngiliz rehberlik ediyor. Maalesef bana verdiği kartviziti, daha sonra Entebbe'de otelden çalınan cüzdanımla birlikte yitirdiğim için adını -utanç içerisinde- yazamıyorum. Birkaç kilometre gittikten sonra far ışığında, yolda birşeylerin yattığını görüyorum. Yolun ortasında yatan iki aslan, büyük bir soğukkanlılıkla bize bakıyor. Yaklaşınca, bize yol vermeye karar vermiş olacaklar ki, yerlerinden ağır ağır doğrulup, kenara doğru yürüyorlar. Bu, aslanları Murchisson Falls'ta ilk ve son görüşümüz oluyor, maalesef.
Bufalolar. Bakmayın böyle sakin göründüklerine.(Photo by Alican ERİÇ)
Arızalı aküsünün değiştirilmesini beklemek zorunda kaldığımız feribot, saat 07:30 cıvarında hareket ediyor ve on dakikada nehrin karşı kıyısına ulaşıyoruz. Önce yalnız, daha sonra da İngiliz grubun peşine takılarak (onlar, feribotla karşıya geçtikten sonra yerel bir rehber de aldılar) saat 14:00 kadar dolaşmamızın sonucunda görebildiğimiz yalnızca bol miktarda fil, bufalo, ceylan ve diğer "çok bulunanlar".
Saat ikide, tekneyle nehir turu yapabilmek için feribot iskelesinde oluyoruz. Gezinti teknesi, Murchisson Şelalesi yakınına kadar gidip dönüyor. Üç saat süren tekne turu sabahki safarimize göre daha verimli geçiyor. Kıyıda dinlenen timsahların ve suda pinekleyen hipoların dışında, sahildeki ağaçlıklarda siyah-beyaz kolobus maymunlarına da rastlayabildik.
Akşam yeniden nehri geçecektik. Feribotun kalkışına yaklaşık 1.5 saat olduğu için, nehrin o tarafında bulunan Paraa Safari Lodge'a gidip birer kahve içmeye karar verdik. Kaldığımız Sambiya Lodge'dan sonra medeniyetin doruklarında olan bu konaklama yerinin fiyatının da bizimkinden çok da fazla olmadığını öğrendiğimizde, hayal kırıklığımız bir kat daha arttı.
Hipopotamlar...(Photo by Alican ERİÇ)
Ertesi günü Murchisson Falls Ulusal Parkı'ndan ayrılacağız. Ancak ayrılmadan önce, sabah şempanze izi süreceğiz. Bunun için, sabah 6'da kalkıp, 07:30'da buluşma noktasında olmamız lazım.
Şempanzeler, bir rehber eşliğinde en fazla 8 kişiden oluşan bir grupla izlenebiliyor. Rehberiniz önce size nasıl davranmanız, neleri yapmamanız gerektiği konusunda bir brifing veriyor. Daha sonra, o önde, siz arkada dalıyorsunuz kesif bir ormanın içerisine. Rehber, zaman zaman durup kah yerdeki izlere bakıyor, kah ormandan gelen sesleri dinliyor. Yaklaşık yarım saat kadar yürüdükten sonra yüksek bir ağacın üzerindeki bir noktayı işaret ediyor. Uzunca süre o noktayı ve etrafını gözlerimizle taradıktan sonra, bir dala oturmuş ve ağaçtan kopardığı tohumları afiyetle yiyen şempanzeyi farkediyoruz. Bizim için biraz hayal kırıklığı oluyor tabii. Bu kadar uzaktan görmmek zorunda kalacağımızı tahmin etmiyorduk tabii. Aramızda en az 30-40 metre mesafe var ve ağaç dallarından dolayı uygun bir görüş, dolayısıyla da iyi bir fotoğraf çekme şansı yakalamak pek mümkün görünmüyor. Yine de birkaç kare çekiyoruz. Bir süre orada kaldıktan sonra yolumuza devam ediyoruz. Bu sefer iki tane ve biraz daha yakınlar. Hareket ve davranışlarıyla insana bu kadar benzeyen bir hayvan olabileceğine inanmak için, şempanzeleri sabırla izlemek gerekli. Yaklaşık 2.5 saat süren yürüyüşümüzde 6 ya da 7 tane şempanze görebildik. Bu bölgede 4 tane aile yaşıyormuş.
Şempanzeleri de gördükten sonra bir sonraki durağımız olan Kibale Ulusal Parkı'na doğru yola çıkıyoruz. Yolda, arabanın filtreleri ile motor yağını değiştiriyorum. Yağ filtre stoğum tükendi. Sanırım Kampala'dan almam gerekecek.
...ve timsahlar, Nil kıyısının sık karşılaşılan sakinleri. (Photo by Alican ERİÇ)
......................
Fort Portal Uganda'nın batısında orta büyüklükte bir şehir. Adı, 1891-93 yılları arasında burada bulunmuş Sir Gerald Portal adına yapılmış kaleden alıyor. Buraya yakın mesafedeki Kibale Ulusal Parkı, özellikle krater gölleriyle, önemli bir cazibe merkezi. Ama tüm bunların yanında, çevresindeki dağlarda ve yamaçlarında göz alabildiğine uzanan binlerce dönüm çay tarlaları görülmeye değer güzellikte bir manzara oluşturuyor. Özellikle, o göz alabildiğine uzanan çay tarlaların içinde çalışan onlarca insanın uzaktan oluşturdukları görüntü muhteşem. Bendeniz kulunuz da bu muhteşem görüntüleri ve çay tarlalarında çalışanları onlarca kareyle fotoğraflamak şansına erişmişken, daha sonra bu şansını, fotoğraf makinesi ve bilgisarayıyla birlikte Entebbe'de yitirecekti.
Kibale Ulusal Parkındaki pek çok krater gölünden birisi. (Photo by Alican ERİÇ)
Kalacağımız "lodge" ulusal parkın girişinden hemen önce, bir krater gölü olan Nyabikere Gölü'nün kıyısında kurulu. Ama, otele vardığımızda biz gölü göremiyoruz tabii. Çünkü hava çoktan kararmıştı. Ancak, bize orada bir göl olduğunu hatırlatabilmek için bütün kurbağalar var güçleriyle haykırıyorlardı. Anladığımızı kaç kere söylediysek de susmadılar. Odalar, birbirine bitişik bungalovlardan oluşuyor ve resepsiyonla restoran kısmının bulunduğu yerden yaklaşık 50m uzaktalar. Otelin "ekabir" sahibesi, oda ücreti ile yiyecek ve içeceklerimizin bedelini Dolar olarak ödeyeceğimizi öğrenince pek hoşlanmadı (ya da bize öyle geldi). Dolarlarım'ın hepsinin "yeni model" olduğunu, az kullanılmış, darbesiz ve garaj Doları olduklarını söyledim; sonunda teklifimizi kerhen kabul etti, sağolsun. Sokakta kalmamış olmanın sevinciyle, yemeklerimizi afiyetle yedik. Bizim için yakılan ateşin başında fazla vakit geçirecek halimiz olmadığından, erkenden odamıza çekildik. Buket ve Alican'ın uyumasından ve tuvaletin boşluğundan istifade, kitabımı okuyabilmek için mekanıma çekilmiştim ki, kapı kırılırcasına çalınmaya başladı. Toparlanıp da kapıya koşana kadar bir daha... Ne oluyoruz, diye kapıyı açtım; karşımda komi/garson/güvenlik görevlisi/resepsiyonist olarak görev yapan adam var, elinde fenerle.
Göz alabildiğine çay tarlaları. Kibale Forest/Fort Portal. (Photo by Alican ERİÇ)
- Hayırdır?
diye sordum.
- Tuvaletin ışığı yanıyor da...
- Eee?
- Söndürseniz hani.
- Niye yahu, tuvaletteyim.
- Haa, o zaman yatarken kapamayı unutmayın
- İyi de, unutacağımı kim söyledi?
- Hanımefendi görmüş de...
- E kardeşim, iyi de, bu odanın parasını ödemiyor muyum? Belki karanlıktan korktuğum için sabaha kadar yanık bırakmak istiyor canım.
- ????
- O "hanımefendi"ne söyle, bir daha rahatsız edilirsem, Dolarlar'ın hepsini "2. el' veririrm, ona göre.
- ????
Bırakmıyorlar ki, rahat rahat bir kitap okuyalım birader.
Sabah uyandığımızda, odamızın/bungalovumuzun terasına çıkınca gölün hemen dibinde olduğumuzu farkettik. Daha doğrusu, göl bizim hemen dibimizde... Yani gerçekten dip, yani altımızda, demek istiyorum. Göl, bungalovların bulunduğu setin hemen önündeki dimdik bir yamacın yaklaşık 10-15m altından başlıyor. Buket'le manzarının büyüsüne kapılmış Alican'ın uyanmasını bekledik. Daha sonra kahvaltı yapmak için restorana gittik. "Günaydın"ın hemen ardından komi/garson/güvenlik görevlisi/resepsiyonist özür dileyerek hanımefendinin şehre ineceğini, mümkünse ödemeyi yapmamı istediğini söyledi. İyi de, daha "hizmet alımı" tamamlanmadı ki. Ya parayı ödedikten sonra kahvaltıyı beğenmezsek? Neyse, "ilginç" otel sahibesini kırmak istemedim ve parayı ödedim. Birazdan "hanımefendi" aceleyle arabasına binip uzaklaştı. Sanki, uzun zamandır ilk defa tahsilat yapıyorlarmış gibi geldi bize. Hanımefendi, akşamları "yanık kalan ışık kontrolu"na da çıktığına göre, işler bayağı kesat anlaşılan.
Pazar yeri. Fort Portal-Kasese yolu. (Photo by Alican ERİÇ)
Ertesi günü Queen Elizabeth Ulusal Parkı'na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Dağ köyleri arasından kıvrıla kıvrıla geçen bozuk toprak yolda yavaş yavaş ilerliyoruz. Acelemiz yok. Bazen durup köylü çocuklarla muhabbet ediyoruz. O kadar güzeller ki, kaybolan fotoğraflardan en çok üzüldüklerim de onlarınkiydi.
Yolda, ulusal parka girmeden biraz önce Ekvator çizgisini yeniden geçiyoruz. Bu seyahatte benim üçüncü, Buketler'in de ikinci Ekvator geçişi.
Kasese-Queen Elizabeth Ulusal Parkı yolunda, Ekvator çizgisinde...(Photo by Alican ERİÇ)
Yanlış anlamayın sakın. Bir taksi bu, kamyonet değil...(Photo by Alican ERİÇ)
Queen Elizabeth Ulusal Parkı (QENP)
1,978km² savan alanı ile Uganda'nın en büyük ulusal parkı. Nispeten küçük bir göl olan George Gölü'nün bir kısmı ile, Edward Gölü'nün Uganda sınırları içerisinde bulunan bölümünün tamamını içinde barındırıyor. Bu iki göl birbirine Kazinga Kanalı ile bağlı. Uganda'nın en büyük ulusal parkı olmasına karşın -Kenya'da Maasai Mara ya da Tanzanya'da Serengeti Ulusal Parkları'nı görenler için- vahşi hayvan nüfusu açısından görece fakir sayılır. Kaldığımız lodge, Kazinga Kanalı'nın tam Edward Gölü'ne açıldığı noktada bulunan Mweya Yarımadası'nın tepesinde, hakim bir noktaya kurulmuş. Yine, bitişik bungalovlardan oluşuyor ama, bu bungalovlar biraz iri, dolayısıyla çok ferahlar. Ve Kibela Forest'takine göre çok daha lüks. Üstelik, akşamları kimse gelip de "Işıklar!" demiyor. Göl tarafındaki terasın önünde hafif bir meyille başlayıp göle doğru dikleşen bir çayır var ve bu çayırda sürekli warthog'ları (bir tür yaban domuzu) otlarken görebiliyorsunuz. Bu warthog'ların özelliği otları toprak seviyesinin birkaç santim üzerinden kopararak yemeleri. Yani tam bir çim biçme makinesi gibiler. Otelin, otları biçmek gibi bir derdi kalmıyor, çünkü Warthog'lar sürekli otelin bahçesindeler.
Bu kadar laubali olunabiliyor warthog'larla...(Photo by Alican ERİÇ)
Otele vardığımız gün akşamüstü yaptığımız safari "çevreyi tanıyalım" turundan öteye geçemiyor. Otelimizden güneşin batışına yetişmek konusunda zaman ayarlamasını yapamadığımız için karanlıkta giriyoruz otele.
Burada savan bölgelerdeki otları kuruduğu zaman yakıyorlar. Ama, öyle basit ateşler değil, kilometrekarelerce alandaki otlar cayır cayır yanıyor. Bazen o kadar ki, ağaçlık alanlardaki otları da tutuşturuyorlar. Amaç, toprağı daha verimli kılmak. Bizde de öyle değil midir; tarlalarda, hasat sonrası kalan artıkları (yanılmıyorsam "anız" denir buna) yakarlar, bir sonraki sene daha iyi verim elde etmek için. Uzmanları, bunun -tam tersine- topraktaki yararlı maddeleri yok ettiği için verimi düşürdüğünü iddia eder. Hangisi doğru bilemiyorum ama, burada, yanmış bölgelerde daha sonra yetişen otların gerçekten başka bir "yeşille" çıktıklarına şahit olduk. Buna ilk kez, Murchisson Falls'da rastlamıştık. Murchisson Falls'un -giriş yaptığımız- güney bölümü ağaçlık. Giriş kapısından kalacağımız lodge'a kadar, yol çevresinde ağaçların altında toprağın simsiyah olduğunu, hatta yer yer ağaçların da kavrulduğunu görmüştük. Daha sonra, nehrin kuzeyinde İngiliz grubun aracının peşinden giderken, onların yanındaki rehberin (aslında milli parkın resmî "ranger"ıydı kendisi) zaman zaman araçtan inip otları tutuşturduğunu da... O akşam -adını, kartvizitini "kaybettiğim" için maalesef unuttuğum- grubu gezdiren İngiliz, bana bunun toprağı verimlendirmek için özellikle yapıldığını söylemişti. Hatta bir keresinde şahit olduğu; kuzeyden, Mısır tarafından gelen leyleklerin, böyle bir çalı ateşinin (bush fire) karşısına sıralanıp, ateşten zıplayarak kaçan milyonlarca çekirgeyi nasıl afiyetle midelerine indirdiklerini ve karınları doyunca da gerisin geriye nasıl uçup gittiklerini anlatmıştı. İşte o akşam (ve ertesi akşam da) uzaklarda yanan kuru otların alevden çizgilerini seyrediyorduk, yanmış ot kokusunu da ciğerlerimize çekerek.
Yetişemediğimiz güneş batışını yolda yakalıyoruz....(Photo by Alican ERİÇ)
Ertesi günü, yani 24 Ocak Salı günü, sabah erken kalkıp Chambura Vadisi'nde şempanze izi sürmeye gittik. Başlama noktası, Fig Tree Camp adı verilen ranger kampı. Toplam 6 kişilik bir grup olduk ve başımızda rehberimizle arabalarımıza binip, yürüyüşün başlayacağı noktaya ulaştık.
Chambura Vadisi ortalama 100m derinliği olan, ancak genişiliği yer yer birkaç on metreye kadar inen daracık bir kanyon. Uzunluğu 16km. Ancak biz bunun yaklaşık 5km'lik bir bölümünü yürüyeceğiz. Araçlarımızı parkettiğimiz noktadan, ellerimize aldığımız sopaların da yardımı ile, dimdik bir yamaçtan aşağıya döne döne iniyoruz. Kanyonun dibine geldikten sonra, akarsu boyunca aşağıya doğru ilerliyoruz. Parkurun alt ucunda, nehrin üzerine devrilmiş bir ağacın üzerinden akrobatik hareketlerle geçtikten sonra karşı sahili de yukarıya doğru tarıyoruz. Üst uçta da bir akrobatik geçişten sonra vadiye indiğimiz noktadan tekrar yukarıya çıkıyoruz. Tahminen üç saat süren "şempanze izleme" yürüyüşümüzde, akarsuyun oluşturduğu bir gölette oynaşan birkaç hipopotam dışında hiçbir memeliye rastlayamadık, maalesef. Yalnızca bir ara, kaçışan siyah-beyaz kolobus maymunlarının seslerini duyduk. Halbuki elimdeki rehber kitap, Chambura Vadisi'nin şempanze bakımından Doğu Afrika'nın en kalabalık bölgesi olduğunu söylüyordu. Rehberimiz ise, bu bölgede yalnızca bir şempanze ailesinin yaşadığını, bu nedenle de bulmanın zor, hatta bazen -bizimki gibi- imkansız olduğunu söyledi.
Chambura Kanyonu'nun başlangıcı....(Photo by Alican ERİÇ)
Kanyonun dibindeyiz. Chambura Vadisii..(Photo by Alican ERİÇ)
Günün geri kalan kısmını otelde geçiriyoruz. Buket kitabını okurken ben birikmiş ve ilgilenemediğim yazılarımla, Alican da dersleriyle meşgul oluyor. Ertesi gün, Uganda'da, Buketler'in dönüşünden önceki son durağımız olan Entebbe'ye doğru yola çıkacağız...
Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.
|
Yazılan Yorumlar... |
hakangeziyor (02 Nisan 2012)
|
|
Ali abi, ilgiyle takip ederken herhalde bir insanın başına gelebilecek en sıkıntılı durumla karşı karşıya kalmışsın. Para pul bir yana da fotoğraf olayı gerçekten çok can sıkıcı bir durum. Belki bir sürpriz olmuştur da bulunmuştur diye dua ediyorum. İlgiyle takibe devam... Kalemine sağlık abi...
|
Yorum yazmak isterseniz...
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.
|
|