Gezi Alemi

e-Posta:    Şifre:     Kaydol | Şifremi Unuttum
 
Gezi Alemi ::::: Güney Afrika Cumhuriyeti ::::: Cape Town ::::: Arabamla Afrika - Güney Afrika 3 : (Cape Town / Waterfront / District Six / Robben Adası)        
Ülke Şehir Ekleme Düzenleme Gezi Tarihleri Okunma Yorum Yazan 
Güney Afrika Cumhuriyeti Cape Town 11 Mayıs 2012 15 Ekim 2005
19 Nisan 2006
4278 2 Ali Eriç 

 Arabamla Afrika - Güney Afrika 3 : (Cape Town / Waterfront / District Six / Robben Adası)
 (Genel)

Bu akşamki hedefim St. John Waterfront Lodge. Burası, Lonely Planet'ta, -yine budget kategorisinde- "genellikle tavsiye edilen, geniş, sakin ve dostça bir hostel" olarak belirtilmiş. Bütün bu çekici özelliklerinin yanı sıra, Green Point bölgesinde. Green Point, Cape Town şehir merkezinin dibinde, -moda deyimiyle- trendy bir yerleşim. Gece-gündüz hareketli, cıvıl cıvıl Waterfront'a da yakın olması, şehrin seçkin bar ve restoranlarını da barındırması nedeniyle Greenpoint, özellikle akşamları Cape Town'ın kalbinin attığı yer.

T4A'nın GPS haritasında özellikle Cape Town oldukça detaylı. Bu nedenle, Lonely Planet'ta verilen haritaya göre St. John Waterfront Lodge'un yerini GPS'imde işaretlemem güç olmuyor. Ulaşmam da, Cape Town'ın düzgün yolları ve trafiği ile muntazam yönlendirme tabelaları sayesinde son derece kolay. Burada kalmaya, Cape Town'a gelmeden daha önce karar vermiş ve kalacağım günler belli olduktan sonra da -sanırım Durban'dan- e-posta yoluyla rezervasyon yaptırmıştım. Büyük sayılabilecek bahçeleri olan iki mustakil villadan oluşan hostelde odalardan birine yerleştim. Ortak banyo-tuvalet olması beni çok da rahatsız etmiyor.

Yarın, aracın triptik belgesi ve diğer bazı evrakları vermek için, Türkiye'deki nakliye firmasının acentesine gitmem gerekiyor. Ayrıca dönüş uçak biletimi halletmem ve arabayı yüklemeden önce portbagaj tipi çadır da satın almam lazım. Yarınki son işim ise yanımda götüreceğim eşyalarla, arabada bırakacaklarımı ayıklamak olacak. Yarının programını yapıp, duş aldıktan sonra kendimi Cape Town'un hareketli kollarına bırakabilirim.

Akşam yemeği için Lonely Planet'ta (LP) daha önce gözüme ilişen bir restorana gideceğim. İsmi Anatoli. LP özellikle lezzetli mezelerini övüyor. Belli ki bir Türk lokantası. Üstelik kaldığım yere de oldukça yakın, kısa bir yürüme mesafesinde. Anatoli'ye vardığımda bir Türk restoranı olduğu konusundaki teorimin doğrulandığını görüyorum. İki katlı, tuğla cepheli, Victoria stili tarihi binanın kapısından girince, duvarlarında asılı kilimler, girişin hemen yanındaki çini kaplı masa, mutfak kapısının üzerinde asılı Türk Bayrağı ve Türkiye'den daha başka birçok işareti görünce bunu hemen anlıyor insan. Akşam servisinin son hazırlıkları yapılıyor, belli. Benim geldiğimi görenlerden birisi yanıma yaklaşıyor, kendimi tanıtıyorum. Türk olduğum anlaşılınca muhabbetimize Türkçe devam ediyoruz. Tayfun Aras, Marmaris'te halıcılık yaparken, Güney Afrikalı bir turist grubundan tanıştığı bir kızla evlendikten sonra, tası-tarağı toplayıp Cape Town'a geliyor. Daha önceden bir Türk aşçıyla ortak olarak Anatoli'yi kuran ve uzun yıllar İstanbul'da yaşamış Güney Afrikalı bir mimarın elinden çıkmış bu harika dekorlu restoranı, onlardan devralıp kısa süre işleten iki ortaktan satın alıyor ve işletmeye başlıyor. Anatoli Restoran, Cape Town'un kalburüstü restoranlarından. www.anatoli.co.za
Anatoli Restoran : Tayfun ve diğerleri
Benim hikayemi dinleyince çok hoşlarına gitti. Demin bahsettiğim çini masaya hemen bir çilingir sofrası kuruldu ve Tayfun'la, restoranda çalışan diğer Türkler, aşçı Mustafa ve iki garsonun da arada kısa sürelerle bize katılımıyla keyifli bir sohbete başladık. Saatler ilerleyip, müşteriler de dolmaya başladıkça Tayfun'un onlarla ilgilenmek zorunda olduğunu bildiğimden, ertesi akşam tekrar ve bu sefer arabayla gelmek sözüyle oradan ayrıldım. Otele dönüp odama çekiliyorum.

Sabah erken kalkıp doğruca acenteye gidiyorum. Telefonda söylediklerimi anlamamak konusunda inat edip beni çıldırtan kızcağız soğuk bir şekilde karşıladı. Anlamamak konusundaki inadını sürdüreceğinden emin olmam pek vaktimi almadı. Kendisine daha önce planımı -telefonda- sözlü ve -gönderdiğim mesajlarla- yazılı iletmiş olmama rağmen halâ bir şeylerin eksik olduğunu görmek beni çileden çıkarsa da, bugün Çarşamba ve yarın yüklemeyi tamamlamam lâzım. Cumaya hiçbir işim kalmadığından emin olmalıyım. Bu nedenle, sükûnetimi muhafaza etmek için tüm gücümü kullanıyorum ve her şeyi bir kez daha gözden geçiriyoruz, birlikte. Eksikler anladığım kadarıyla telefon diplomasisi ile çözülecek şekilde ve basitler. Yarım saatlik bir uğraşma ile tamamlanıyor ve konteyner limanında benim arabanın koyulacağı konteyner için yarın sabah saat 11:00'e randevu alınıyor. İlgili gümrük muhafaza memurunun da o saatte orada olması sağlandı. Bu iş tamamlandığına göre diğerlerine bakabilirim. İkinci öncelikli işim biletimi almak olacak. Daha önceden de söylediğim gibi Qatar Havayolları ile uçacağım ve bugün -nedense- şehirdeki ofisleri kapalı. Havaalanına gidiyorum.

Bilet işini de hallettikten sonra çadıra geldi sıra. "Nedir bu çadır işi? Nereden çıktı şimdi, seyahatin sonunda?" diye merakla soranlara açıklayayım, soran varsa tabii. Malûmunuz, seyahat planlaması sırasında, kalacak yer bulamadığım geceler için aracın içinde yatacağımı düşünmüş ve ona göre bir yaşam mekanı haline getirmek için hazırlamıştım. Her ne kadar, buna duyulan ihtiyaç, çoğunlukla kalacak iyi ya da kötü bir yerler bulduğum için, çok fazla olmadı. Olduğu zamanlarda da -seyahatin başındakiler hariç- arabanın içinin aşırı derecede tozlanmış olması nedeniyle yatmak, çamur banyosuna yatmaktan farksız hale geliyordu. Bunların ötesinde, arabanın içinde yatmak pek öyle rahat değildi ve hazırlığı uzun sürüyordu. Bu yüzden, başta almayı planladığım ama Türkiye'ye getirtmeyi başaramadığım portbagaja monte edilebilen bir çadırı buradan temin edebilirdim artık. Seyahat bittiğine göre, ne işime mi yarayacak? Tabii ki bundan sonraki seyahatlerde kullanmak için.

Bu çadırların dünyada çeşitli tip ve kalitede olanları üretiliyor. Avrupa'da özellikle, birçok markada güzel ürünler bulmak mümkün. Ancak dünyada iki marka var ki, bu tür kıta aşırı zor ve uzun seyahat yapanlar özellikle bu iki markadan birini tercih ederler: Eezi Awn ve Hannibal. Bunlar -tabiri caizse- ağır hizmet tipi çadırlardır. Ve işin ilginci, her ikisi de Güney Afrika menşelidir ve dünyaya buradan gönderilir. Ben, Eezi Awn marka 140cm genişliğinde olan bir model tercih etmiş ve -bundan edineceğim düşüncesi ile- portbagajımı da buna göre yaptırmıştım (Otokar'ın özgün modeli, benim isteğime uygun modifiye edilmişti). Eezi Awn'la karşılıklı mesajlaşmamız sonucu Cape Town'da, Eezi Awn satan ve stoğunda benim istediğim üründen olan bir bayi adresi öğrendim. Sabah otelden çıkmadan, stoklarında var olduğundan emin olmak, fiyatını ve adreslerini öğrenmek için aradım. Adreslerini verdiler, fazla anlamamamla birlikte kabaca tarif ettiler ve benim için en önemlisi, GPS koordinatlarını söylediler. Biletimi aldıktan sonra verilen koordinatı GPS'ime girdim. Ancak, bir tuhaflık var. Bulunduğum Cape Town Havaalanı'ndan yaklaşık 150km kuzey-batıda bir nokta çıkıyor. O yolu gidip-gelmeye değer mi, diye düşünmeye başladım. Öyle ya; bir çadır için 300km'den fazla yol yapmak. Yine de emin olmak istedim. Çünkü, sabah bana yol tarif ederken o kadar da uzaklardan bahsetmiyorlardı. Mağazayı telefonla arayıp koordinatı tekrar sordum; aynısını söylediler. Bu koordinatın 150km kuzey-doğuda bir noktayı gösterdiğini söyledim, inanmadılar. Birazdan tekrar aramamı istediler. Aradığımda, kendilerindeki bilginin böyle olduğunu, istersem adresi tekrar ve daha detaylı tarif edebileceklerini belirttiler. Aldık bir tarif ve düzüldük yola. Ya ben çok yetenekliyim, ya da adam çok iyi tarif etti; elimle koymuş gibi buldum. Bizim oto sanayi siteleri gibi bir yerde büyük bir mağaza. Daha çok Maslak'taki Atatürk Oto Sanayi Sitesi'ne benziyor.

Aman Ya Rabbim! O ne mağaza! İçeride off-road ve kıta aşırı seyahat tutkunlarının arayacağı ve hayal edebileceği her şey var. Üstelik enva-i çeşit. Hemen çadırımı soruyorum; hazırmış. Kendimi başka şeylere fazla kaptırmamalıyım. Depodan getiriyorlar. Ambalajından çıkarıp, -onların da yardımıyla- portbagajın üzerine yerleştiriyorum. İşlem tamam. Otele dönüp eşyalarımı ayırabilirim.

Yanıma sırt çantamı ve -tabii- fotoğraf çantamla, bilgisayarımı alacağım. Geri kalan her şey arabayla gelecek. Sırt çantasını da 15kg'ın üzerine fazla çıkartmamaya çalışacağım. Öyle olunca, giysilerin de bir kısmı kalıyor. Eşyaları ayırıp, sırt çantamın içini -kullanacağım eşyalar dışında- yerleştiriyorum. Araba yüklenmeye hazır. Yarın arabayı konteynere yerleştirdikten sonra sırtımdan büyük bir yük kalkacak. 180 gün boyunca arabanın başına bir şey geleceği korkusu sürekli beynimi kemiriyordu.

Akşam Tayfunlar'a (Anatoli Restoran) arabayla gideceğim. Ancak yemeğe kalamam; Güney Afrika'nın en büyük bankası ABSA, üst düzey yöneticileri ve VIP müşterileri için Anatoli'yi kapatıyor. Program ilginç: Saat 18:00'den itibaren konuklar geliyor. 19:00'da konuk sayısı kadar (sanırım 32) farklı modelde Harley Davidson (HD), sürücüleriyle birlikte gelip konukları alıyor ve o akşam stadyumda düzenlenen rock konserine götürüyor. Konserden sonra yine HD konvoyuyla geri dönen konuklar bundan sonra geç saatlere kadar (ya da sabahın erken saatlerine kadar) eğleniyorlar. Programın bu kısmında dansöz de var.
Arabam ve Anatoli Restoran
Anatoli'de Tayfunlar'ın bir dizi "İstanbul plakalı arabayla fotoğraf çektirme seremonisi"nden sonra, restoranın önünü boşaltmak için arabayı otele bırakmak üzere geri döndüm. Ancak, Harley Davidson gösterisini de kaçırmak istemiyorum açıkçası. O nedenle biran önce restorana yollanmam lazım. Saat 19:00'a doğru bir uğultuyla sokağı doldurmaya başladılar. Bu "görkemli" ve gürültülü gösteri, restoranın yanında bulunan barın müşterileri tarafından da şaşkınlıkla izlendi. Gözlerindeki dehşet ifadelerini biraz yatıştırmak çabası Tayfun'a, onlara birer içki ısmarlamaya mal oldu. Yatıştılar mı, bilemiyorum.
Harley Davidson'lı ABSA çıkarması


Ertesi gün sabah erken kalkıp kahvaltımı yaptım. Verilen yol tarifini GPS'ime yerleştirmeye uğraştığımda tarif edilen konteyner limanı ve yolunun mevcut haritada işaretli olduğunu gördüm. E, yolun sonunda arabasını gemiyle gönderen bir tek ben değilim tabii. İşim iyice kolaylaştı demektir. Saat 11:00'de limanda buluşmak üzere sözleşmiştik. Haritam da sağlam olunca, 10:00 civarında limandaydım. Beklemekten başka çare yok. Evraklarımı ilgili kişiyi bulup teslim ediyorum ve beklemeye koyuluyorum.

Aracı yükleyeceğim konteynerin hazır olduğunu bildirdiler. Aracın önü dışarıya bakacak şekilde içeriye yanaşıyorum. Kurallar gereği akü kablolarını sökmem gerekiyor. Ana şalterimi kapatmak bu işi çözecektir sanırım. Ayrıca, yine kurallara göre depoda %20'den daha az yakıt kalmış olması gerekiyor. Bu yüzden iki gündür 3'er, 5'er litre mazot almaktan gına geldi. Gösterge dipte.

Başladık gümrük muhafaza memurunu beklemeye. Motor ve şase numaralarını kontrol etmesi için kaputu da açtım. Birazdan kendileri teşrif etti. Arabanın sahibini sordu, beni gösterdiler. "Araba nerede?" dedi. Güney Afrika'da körleri gümrük muhafaza memuru yaptıklarını bilmiyordum. Konteynerin önündeyiz, iki kapısı ardına kadar açık ve arabayla aramızda 1 ya da 1.5 metre mesafe var. Neredeyse elini uzatsa dokunacağı mesafe yani. Ve bana "Araba nerede?" diye soruyor. Prosedür gereği herhalde. Parmağımla dokunarak işaret ediyorum. Bana hiç istifini bozmadan "Kurallar gereği arabanız dışarıda ve konteynerin yanında durmalıydı" dedi. Dünyada bütün gümrük muhafaza memurları aynı oluyor anlaşılan. Özür dileyip arabaya bindim. Konteynerden dışarı çıkıp yanına, tam paralel ve burnu konteynerin önüyle aynı hizada yanaştırdım. Hızlı bir hareketle aşağıya inip topuklarımı birbirine vurarak sert bir selam çaktım, "Arabam emir ve görüşlerinize hazırdır, Komutanııııım!" diye bağırarak... Son cümlede yazdıklarımı da yapmak isterdim aslında. Motor ve şase numarasına baktı, arabanın etrafında bir tur attı ve içeri sokabileceğimi söyledi. Bitti mi yani? Tekrar içeri girdim. Aracın tekerleklerinin altına takozlar çakılıp ön ve arkadan çapraz bir şekilde ve sıkıca bağladılar. Kapılar kapanırken yine karışık duygularla çalkalandım. Bir yandan sırtımdan bu sorumluluğu atmanın ve ona bağlı özgürlüğün sevinci, bir yandan 180 gündür birlikte olduğum arabamdan ayrılmanın hüznü ve bir diğer yandan da yılların hayalini, heyecanla hazırlandığım bu macerayı kazasız-belasız tamamlamış olmanın heyecanı karışıyor birbirine.
Ayrılık vakti
Evrakların imzalanması ve triptik belgemin bana geri verilmesi için, acentenin elemanıyla birlikte şehirde ilgili resmi kuruluşa gittik. Ben arabada beklerken onlar yukarıda işlemleri hallettiler. Triptik belgemi alıp otelime döndüm.

Artık Cape Town'da, uçuş günüme kadar bol bol gezeceğim. Bunun en basit yöntemi de (ilk defa gittiğiniz bir şehirde "şayan-ı tavsiyedir) otobüs turu almak. Belki bilirsiniz; İngilizce'de "hop on-hop off" diye bir deyim var, böyle turlar için kullanılır. Bunun anlamı şu: Bir tur otobüsü var (ki genellikle üstü açık iki katlı oluyorlar ve isteyen "teras"ta güneşlenerek, isteyen "zemin kat"ta serin serin seyahat ediyor), sürekli bir ringi tamamlıyor. Bu ring üzerinde belirli noktalarda (tabii ki turistik önemi olan noktalar) duruyor. Burada inmek isteyenler iniyor, önceki sefer(ler)inde(n birinde) bu durakta inip gezmiş ve işi bitmiş olanlar biniyor ve otobüs yoluna devam ediyor. Ben bu otobüslerle -genellikle- önden bir turu inmeden tamamlar, rehberin anlattıklarını dinler, ikinci turunda ilgimi çekeceğini düşündüğüm durakta inip gezeceğim yeri gezer ve bir sonraki otobüsle turuma devam ederim. Cape Town'da da bu turları kullanacağım. İki değişik rota var; biri şehrin daha çok merkezindeki turistik yerlere ve -en önemlisi- Table Mountain'a (Masa Dağı) çıkan teleferiğe de uğrayan Red Route/Kırmızı Rota, diğeri de şehrin çevresini, sosyetik sahil kesimini dolaşan Blue Route/Mavi Rota. Ben bunların her ikisine de dahil olacağım. Tabii ikisine de birer gün ayırmak lâzım. Daha sonra Pazar günü Robben Adası, Pazartesi ise şarap bağlarını gezeceğim. Size de bunların ilginç olanlarından aktaracaklarım olacak tabii.

Waterfront: İlk gün programı Kırmızı Rota. Sabah erken saatte deniz kıyısına, turun başlangıç durağının olduğu Waterfront'a indim. Waterfront -İstanbullular bilir- Kalamış koyunu andırıyor. Tek farkı, birkaç misli büyük olması. Hem alan, hem de tesis olarak. Burası, Cape Town'ın hafta sonu ve geceleri en hareketli, en eğlenceli kalabalığını bulabileceğiniz noktası. Birçok restoranlar, ayaküstü atıştırılacak caféler ve barların yanı sıra, alışveriş merkezleri, dev bir akvaryum ve daha birçok eğlence yeri ile insanların ilgisini sürekli canlı tutuyor.

Bu turda benim ilgimi çeken iki yer var. Birincisi -ve tabii- Masa Dağı/Table Mountain. Kıvrıla kıvrıla dağın eteklerinde bulunan teleferik noktasına vardık. Upuzun bir kuyruk var, bilet gişesinin önünde. Mecburen beklemeye başladım.

Denizden 1,086m yüksekteki bu düzlüğe aslında teleferik dışında da çıkmak mümkün. Yaya olarak çıkmak için 300'den fazla rota olduğu söyleniyor. En rahatından bile tırmanmak için saatler gerekiyor; vaktim yok açıkçası. Zaten söylenen, mutlaka birisiyle birlikte çıkılması gerektiği.

Masa Dağı'na çıkan teleferik ilk olarak 1929 yılında hizmete giriyor. Kurulduğundan beri üç kere restorasyon geçiren teleferik toplam 1,200m uzunluğunda halatlar üzerinde alttaki istasyondan 765m yukarıya tırmanıyor. En son 1997 yılında geçirdiği büyük restorasyonda vagonları da değiştirilmiş. Toplam 65 kişi taşıyabilen vagonların tabanı tırmanma sırasında sürekli dönerek yolcuların her yöndeki manzarayı izlemelerine olanak sağlıyor. Masa Dağı'na çıkmak, bir riski de göze almayı gerektiriyor. Merak etmeyin canım; öyle korkulacak bir şey değil bu. Masa Dağı'nın meşhur bir bulutu var; adı Table Cloth, yani Masa Örtüsü. Bu bulut hiç umulmadık bir anda ve aniden kuzeyden doğru gelip, sanki akar gibi Masa Dağı'nın kenarından eteklerine doğru iniyor. İşte Masa Dağı'na çıkışınız böyle bir zamana rastlarsa, üzgünüm ama, vaktinizi ve paranızı boşa harcamış olacaksınız. Çünkü, ne teleferikte, ne de yukarı çıktığınızda hiçbir şey göremeyeceksiniz.
Masa Dağı ve Masa Örtüsü. Önde Waterfront
Masa Dağı'yla ilgili son olarak 2006 Ocak ayında, yani benim buraya gelmemden 3 ay önce, burada çıkan bir yangından bahsetmek istiyorum. Masa Dağı eteklerindeki çam ormanının büyük kısmı bu yangında kül oluyor ve bir turist de hayatını kaybediyor. Daha sonra bir İngiliz, bu yangını dikkatsizlik sonucu çıkarttığı için tutuklanıyor.

Altıncı Bölge (District Six) Müzesi: Bugünkü ikinci ilginç ziyaret noktam ise Altıncı Bölge (District Six) Müzesi. Müze, Altıncı Böge'nin hazin hikayesini anlatıyor. Şehir merkezine yakın olan bu bölge, 1867 yılında "Altıncı Belediye Bölgesi" adını alıyor. Genellikle zencilerin (beyazlarca "renkli/colored" olarak adlandırılan) ve göçmenlerin (çokça Hintli ve Malay'lı) yaşadığı bölgenin 1966 yılında hükümet tarafından yalnız beyazlara tahsis edilmek üzere boşaltılmasına karar veriliyor. Bu durum bölge sakinlerine bildiriliyor ve kendilerine evlerini boşaltmaları için üç yıl mühlet veriliyor. Ancak bu süre dolmadan, 1968 yılında ani bir kararla burada bulunan evler yıkılmaya ve oturanlar da şehrin yaklaşık 25km dışında bulunan Cape Düzlükleri'ndeki yeni yerleşim bölgelerine sürülmeye başlanıyor. Duruma isyan eden bölge sakinleri direniyorlar. Ama, devletin şiddet kullanarak müdahalesi direnen halkı pes ettiriyor. İbadet yerleri dışındaki bütün binalar buldozerlerle yıkılıyor. Yerine, yalnız beyazların yaşayacağı yeni mahalleler inşa edilmesi ise, gerek içeriden, gerekse dış dünyadan gelen yoğun tepkiler sonucu gerçekleşemiyor ve, geçen süre içerisinde yapılan ve Cape Yarımadası Teknoloji Üniversitesi'nin bir parçası olan The Cape Technikon binası dışında günümüze kadar kullanılmayan boş bir alan olarak kalıyor. Apartheid (Afrikaans dilinde "ayrılıkçılık" anlamına geliyor) rejiminin 1993'te çökmesinden sonra, 2000 yılında onaylanan bir kanunla Altıncı Bölge'nin yeniden inşası ve eski sahiplerine geri verilmeye başlanması kararlaştırılıyor. 2004 tarihinde, apartheid rejiminin o çirkin kararı aldığı 1966'dan 38 yıl sonra Altıncı Bölge'nin esas sahipleri, nesiller boyu yaşadıkları mahallelerine yeniden kavuşmaya başlıyorlar.
District Six Müzesi
Yerdeki, Altıncı Bölge'nin 1968 yılı öncesindeki planı. Evlerinden zorla uzaklaştırılanlar, planın üzerinde evlerinin bulunduğu yerlere el yazılarıyla isimlerini yazmışlar

Cumartesi günü Mavi Rotalı turla dolaştım. Otobüsten inmedim, Camps Bay dışında. Camps Bay, öğle yemeğini yemek için pek doğru bir yer olmamakla birlikte (her yer doluydu), İstanbul'a dönmeden önce, araba ve insan kalabalığının içine dalıp, medeniyet şokuyla "kendime gelmek" için fena olmadı, açıkçası. Bir tarafında sıra sıra restoran ve cafélerin bulunduğu caddenin deniz tarafındaki geniş kumsal, okyanusun (artık Atlas Okyanusu) azgın dalgalarıyla oynamak ve sörf yapmak isteyenlerle dolu. Caddede, kendilerine park yeri arayan ya da piyasa yapan "serseri mayın" arabaların gürültüsü bir yandan, restoran ve cafélerden gelen türlü-çeşitli müzik sesleri bir yandan, dalgaların uğultusu bir yandan ve başınızda işinizi bitirip kalkmanızı bekleyen yeni müşteriler de öte yandan yediklerinizin boğazınıza dizilmesini fazlasıyla sağlıyorlar. Sonunda, bir sonraki tur otobüsü vakti geliyor ve bu bunaltıcı yerden kurtuluyorum. Dönüşte, Cape Town'ın yüksek sosyete kıyı şeridinden geçerken rehberimiz çeşitli evler göstererek, okyanus manzaralı görkemli bu emlâklerin astronomik fiyatlarından örnekler sunuyordu.

Robben Adası: Pazar günümü Robben Adası ve Waterfront'a ayırdım. Robben Adası, Taş Devri çağlarında, deniz seviyesinin nispeten düşük olduğu zamanlarda, insanların yürüyerek ulaşabileceği şekilde karayla birleşikmiş. Şu anda pek öyle yürümeye cesaret edemez insan, ya da yüzmeye; bir yandan dev dalgalar, bir yandan köpek balıkları... Ama, bizdeki deniz otobüslerinden çalışıyor sıklıkla adaya. Yani yüzerek gitmenize gerek yok. Ödeyeceğiniz ücrete, Robben Adası'ndaki rehberlik hizmeti de dahil. Rehberler, adanın eski "sakinleri"nden birisi oluyor genellikle. Efendim! Robben Adası, yakın zamana kadar bazı insanları çevresinden izole etmek için kullanılmış. Kimi zaman bir hapishane, bazen bir tecrit adası v.s. İlk olarak 17. yüzyıldan itibaren başlamış bu amaçla kullanılmaya. Daha o zamanlardan, Hollanda sömürgesi ülkelerden -çoklukla- istenmeyen, beğenilmeyen siyasi liderler adanın sakinlerini oluşturmaya başlamışlar. Bu ülkeler arasında Endonezya bile varmış. Ada 1836'dan 1931'e kadar ise cüzamlıları tecrit etmek amacıyla kullanılmış. Sonraları da hapishane olarak. Ada tarihinin en önemli konuğu hiç kuşkusuz Nelson Mandela. 27 yıllık hapis hayatının büyük kısmını bu adada geçirmiş Mandela.

Boland - Stellenbosch Cape Town'daki son günümü şarap bağları gezmeye ve şarap tatmaya (tabii biraz da almaya) ayırdım. Güney Afrika'nın en önemli şarap merkezi, Cape Town'ın kuzey-doğusunda yer alan ve Boland (Afrikaan dilinde "yayla" anlamına geliyor) olarak adlandırılan bölge. Bu dağlık bölgede bulunan Stellenbosch 1679'da kurulmuş şirin bir kasaba; Güney Afrika şarapçılığının en önemli merkezlerinden biri. 1918 yılında açılan Stellenbosch Üniversitesi, Afrikaan dilinde eğitim yapmakta. Tahmin edileceği gibi burası bir "beyaz adam bölgesi". Boland bölgesinde, 200'ün üzerinde şarap imalâthanesi var. Şarap üreticisi ve üzüm bağı sahibi yaklaşık 4,500 beyazın yanında çalışan 350,000'in üzerinde siyah işçinin aylık ücretleri ortalama R550.00 (yaklaşık US$110.00-115.00). Kadın işçilerin aldıkları daha da az. Üstelik "tot" adı verilen bir sistemle ücretlerin bir kısmı şarap olarak ödeniyor. Bunun sonucu da, sosyal ve psikolojik yıkımlar tabii. Son yıllarda -çok yavaş da olsa- siyah insanlar tarafından yapılan şarapçılık da yayılmaya başlamış.

Cape Town'da, dolayısıyla Güney Afrika Cumhuriyeti'nde ve tabii Afrika'da son günümü, seyahatimi, bir düşün gerçekleşme sürecini bu şekilde noktalıyorum. Yarın, 18 Nisan 2006 Salı günü taksiyle Cape Town Uluslararası Havaalanı'na gidip, uçağa bineceğim. Bir gece Katar'ın başkenti Doha'da konaklayıp, ertesi gün, 19 Nisan Çarşamba sabahı İstanbul Atatürk Havalimanı'na ineceğim. Yuvaya dönüyorum. Yarın eminim ki, havaalanında yine karmakarışık duygular arasında bocalayacağım. Bir yandan eve dönüşün sevinci ve heyecanı, bir yandan bu serüveni kazasız ve "dibine" kadar bitirmenin keyif ve gururu, öte yandan Afrika'dan ayrılmanın; bana, hayatıma yeniden dinamizm veren maceranın bitmiş olmasının hüznü... Bir hayal gerçek oldu!
- BİTTİ -






Bir maceranın ardından... Afrika'da birkaç haftalık serüven gezisi niyetiyle başlayıp, ağzımın suyunu akıtacak kıta aşırı seyahat anılarını okudukça, İstanbul'dan Cape Town'a kadar arabayla bir macera seyahatine dönüşen planım; ardında ufak-tefek birkaç can sıkıcı olay, ama hayatımın sonuna kadar unutamayacağım güzellikte anılarla dolu tecrübe ve kazanılmış yeni dostluklar bırakarak 19 Nisan 2006 tarihinde İstanbul'da tamamlandı. Bu keyifli seyahatin sarhoşluğu ile geçen birkaç haftanın ardından gerçek dünyaya yeniden döndüm. Ama aklım halâ orada, oralarda.

Neleri kaçırdım? Seyahatim, çoğunlukla başta planladığım rotayı takip ederek geçmekle birlikte, öngörülenden ufak tefek sapmalar da olmadı değil; ta ki Zambiya sınırına kadar. Zambiya sınırından "sınır dışı" edilmemden sonra rotamın kalanı, sapma miktarı "ufak tefek" sınırlarını fazlasıyla zorlayıp, "B planı"na uygun devam etti. Bu yüzden -tabii- Zambiya, Zimbabwe, Botswana ve Namibya tümüyle program dışı kaldı.

Bu ufaklı büyüklü program değişiklikleri sonucu, "görülecek yerler" listesinde yer alıp da göremediğim bazı yerler oldu tabii. Sudan'daki hırsızlık olayı yüzünden ortaya çıkan gecikme nedeniyle programdan çıkardığım Omo Vadisi (Etiyopya) gibi, Zambiya'ya girememem sonucu oluşan program değişikliği sebebiyle gidemediğim ve gerçekten görmeyi çok arzu ettiğim Viktorya Şelalesi (Zambiya ve Zimbabwe), Kalahari Çölü (Botswana), Okavango Nehri ve Deltası (Botswana), Namib Çölü ve İskelet Sahili (Namibya) gibi...

Neleri "yakaladım"? Zaten programımda da yer alan Palmira (Suriye), Petra ve Wadi Rum (Ürdün), Batı Çölü (Mısır), Lalibela (Etiyopya), dağ gorilleri ve Virunga Dağları (Uganda-Ruanda), Serengeti (Tanzanya), Zanzibar Adası, Kruger Milli Parkı ve Agulhas Burnu/Afrika'nın Dibi (Güney Afrika Cumhuriyeti) seyahatimin en can alıcı ve etkileyici duraklarıydı. Ama, bütünü büyük bir keyif veren seyahatimde tanışma şansına eriştiğim insanlar da -bence- "yakaladıklarım"ın arasında en önemlileriydi. Seyahatin kısa bir bölümünde birlikte olduğumuz Chris ve gözümde büyüyen Wadi Halfa beklemesini keyifli bir dinlenmeye çeviren Nando, Hartum'da tanıştığım ve bana sıkıntılı zamanımda yardımcı olmak için çırpınan Mehmet, Uganda'daki Ferrari'sini satan Meltem, Barış ve diğerleri... Hepsiyle halâ haberleşiyoruz, görüşüyoruz.

Beni yakalayanlar Bazıları da beni yakaladı tabii. Döndükten sonra, sanırım Mayıs 2006 ortalarıydı. Bir hanımın beni aradığını ve Etiyopya'daki bir arkadaşımdan bir emanet getirdiğini söylediler. Telefonunu bırakmıştı, aradım. Etiyopya'ya yaptığı bir gezi sırasında Lalibela'yı gezerken karşılaştığı iki genç, Türk olduğunu duyunca kendisine Türkiye'de bir arkadaşları olduğunu söylüyorlar. Koşa koşa evlerine gidip, üzerinde benim adım ve adresim yazılı bir zarf getirip bana vermesi için teslim ediyorlar. Telefon görüşmemizin ertesi günü mektup elime ulaştı.

Üstünü okuduğumda kimden geldiğini anladım: Lalibela'da bir akşam üstü gezerken iki genç çocuğa rastladım. Lise talebesi gençlerle bir süre yürüyerek sohbet ettik. Özellikle bir tanesi oldukça iyi İngilizce konuşuyordu. Daha sonra beni evlerine davet etmişler ve bir süre tek ve küçücük bir odadan oluşan kulübelerinde ağırlamışlardı. Ermiyas ve Alene daha sonra beni otelime kadar getirip vedalaştılar.
Ermiyas (solda) ve Alene
İşte o iki arkadaş bana göndermek üzere bir mektup yazmışlar, göndertecek bir turist ararken de karşılarına -tesadüf- Sema çıkmış. İşte böyle.

Rakamlar Sayfayı izleyenler arasında önemli bir kesim bu gezinin "maliyeti"yle ilgilendiler. Genellikle aracın kaça mâl olduğu, ortalama ne kadar harcama yapıyor olduğum gibi sorularla, diğer bazı sayısal veriler sıkça soruldu. Hazırlık aşamasında harcadıklarımı (ki bunlar içerisinde aracın bedeli de dahildir) belirtmem, böyle bir seyahat hakkında fikir vermek anlamında yanıltıcı olabilir. Ancak, yola çıktığım andan, sonuçlandırana kadar yapılan harcamalarla ilgili istatistikler, gerçek tabloyu görmek için doğru verileri oluşturacaktır.

Seyahatimin konfor derecesi çoklukla -benim kriterlerime göre- vasat seviyedeydi. Kimi zaman (nadiren) lüks sayılabilecek otellerde kaldım. Arabada ya da uyku tulumuyla dışarıda yattığım gecelerin dışında, yalnızca üç duvarı olan "otel"lerde ya da sazdan kulübelerde de konakladım. Genellikle, Lonely Planet ya da Bradt rehber kitaplarında "budget" olarak belirtilen, sırt çantalı turistlerin rağbet ettikleri ve keseyi yormayan otellerin tek kişilik ve -varsa- banyo ve tuvaleti içinde olan odalarını tercih ettim. Bu standartlar kimine göre "sefalet"ken, bazı karşılaştığım gezginlere göre "lüks" idi. Günde US$15-20.00 bütçeyle seyahat edenler için, özellikle... Yani, benim standartlarımdan çok daha ucuz alternatifler de bulmak ve üretmek mümkün; bunu demek istiyorum. Daha lüksü? Onun sınırı yok, malum.

Bu anlattıklarımı göz önüne alarak, seyahatin "rakamsal" portresini de şu şekilde derleyeyim dedim:

- İstanbul'da evimden ayrılıp tekrar evime -uçakla- dönmem 186 gün sürdü.

- Bu 186 günün, bir kere planlı (15 gün), ikincisinde zorunlu (yine 15 gün) Türkiye'ye gelişler dışındaki 156 gününü Afrika'da geçirdim.

- 156 günde -Türkiye hariç- 13 ülke gördüm.

- Toplam 14 kez sınır geçtim. 1 kez sınır "geçemedim". 1 kez sınır dışı edildim; hem de giremediğim ülkeden.

- Evin park yerinden, Cape Town'da (Güney Afrika) gemiye yüklenmek üzere arabayı konteynere yerleştirene kadar toplam 29,580km yol kat ettim.

- Dolayısıyla, Afrika'da fiilen bulunduğum süreyi göz önüne alırsak, günde ortalama 190km yol yaptım.

- Planlama aşamasında günlük ortalama US$50.00'lık bir harcama öngörmüştüm. Bu miktar evden çıktıktan itibaren, Cape Town'da uçağa binene kadar geçen sürede yapılacak tüm konaklama, yemek, ulaşım, araç bakımı ve benzeri harcamaları kapsıyor, arada ve sonunda Türkiye'ye geliş-gidiş için gereken uçak biletlerini içermiyordu. Seyahatin başından itibaren bu hedefi tutturmamın pek mümkün olmadığı ortaya çıktı ve US$75.00'lık daha gerçekçi seviyeye çektim. Yine de bunda bile zorlandım.

- Buket ve Alican'la birlikte olduğum zamanlarda, onların daha rahat bir tatil yapmaları için yaptığımız lüks konaklama harcamalarını saymayıp, o günlere de diğerlerinden örnekleme yöntemiyle oluşturulan belli bir konaklama payı koyunca ortaya şöyle bir tablo çıkıyor:

Konaklama: US$3,373.00 - (Otel, çamaşır, -bazen- kahvaltı) Ulaşım: US$4,467.00 - (Motorin, otoyol, araç tamir ve bakımı, araç giriş ücretleri, otopark) Yemek US$1,266.00 - (Yemek, içki) Vize, gümrük v.s.: US$1,235.00 - (Tüm sınır geçişi harcamaları) Çeşitli: US$1,979.00 (Milli park giriş ücretleri, kırtasiye, internet, telefon) TOPLAM: US$12,320.00

- Bu miktarı, Afrika'da fiilen geçirdiğim 156 güne bölünce günlük ortalama US$79.00 bir harcama düşüyor ki, revize edilmiş hedef göz önüne alındığında pek fena sayılmaz.

- 29,580km yolu kat etmek için toplam 3,224lt yakıt almışım. Bu da 100 kilometrede 10.89lt motorin tüketimine karşılık geliyor ki, yol koşulları ve aracın yükü düşünüldüğünde bu da fazla sayılmaz.

- 3,224lt motorin için toplam yaklaşık US$2,258.00 ödemişim. Bu da litre başına ortalama 70 Cent'lik bir maliyet demektir ki, Türkiye'de motorinin litresi US$1.42'den (Mayıs 2006 fiyatlarıyla) satıldığı düşünülürse, oldukça ucuza seyahat ettiğim söylenebilir.

Sonuç İşte böyle; bir seyahati böylece bitirdim. Yenileri? Tabii olacak. Önceleri Avrupa üzerinden Cebelitarık'ı geçip Dakar'a (Senegal) ulaşan ve daha sonra doğuya yönelip oradan kuzeye, Sahra Çölü'nü geçtikten sonra Kuzey Afrika ve Orta Doğu yoluyla geriye dönen bir rota düşünüyordum. Şimdilerde ise hedefi büyütüp Asya'yı, ta Kamçatka'ya kadar geçecek yeni bir rota üzerinde çalışıyorum. Sonrası mı? Kim bilir? Zamanı ise, Alican'ın üniversite badirelerinden sonraya kaldı. Yani 2008 sonlarına.



Not: Ali Eriç'in Afrika gezisinin bu yazıdan önceki yazısı Arabamla Afrika - Güney Afrika 2 : (Durban / East London / Mossel Bay)

Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.








 Yazılan Yorumlar...
Doğan
(01 Kasım 2012)

Merhabalar
Güney AFrika yazınızı okudum gerçekten harika bir deneyim olmuş bende dil eğitimi almak için cape town a gitmek istiyorum sizden bilgi almak istiyorum nasıl ulaşabilrim size.teşekkürler

hakangeziyor
(12 Mayıs 2012)

Ali abi, müthiş bir macerayı soluksuz okudum. İnanılmaz şeyler yaşadın, inaılmaz günler geçirdin. Senin yerinde olabilmek ne kadar isterdim bir bilsen. Şu anda diğer gezinin devam ettiğini ve Afrika ayağını tamamlayıp Avrupaya geçtiğini de biliyorum. En kısa sürede sitemizde onu da paylaşmaya başlayacağız. Umarım en kısa sürede birlikte olmak dileğiyle...
Kalemine sağlık...

 Yorum yazmak isterseniz...
 
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.