2011 yılının 4 Kasım'ını 5 Kasım'a bağlayan gece yani Kurban Bayramı arifesinin bir önceki gecesi sabaha karşı saat 03:00'de Sabiha Gökçen Havaalanında tur şirketimizin deski önünde toplanıyoruz. Rehberimiz Burak Bey kısa bir tanışma sonrasında bize gidiş ve dönüş uçak biletlerimizi veriyor. Biz de saat 05:00'deki uçağımıza kadar vakit geçirmek üzere pasaport kontrolünden geçiyoruz.
Pegasus havayollarının özel seferi ile 2,5 saatlik rahat bir uçuş sonrası Dubrovnik Havaalanına iniyoruz. Vizesiz bir ülkeye seyahatin keyfi ile kolayca pasaport kontrolünden geçiyoruz. Hırvatlar turizmin önemini kavradıkları için mi yoksa gelen uçak bir Türk uçağı ve Türklerin de Bayramı olduğu için mi bilemediğim bir sebepten ötürü iki yerel kıyafetli genç kız ile bize hoş geldiniz diyor ve şeker, çikolata ikram ediyorlar... Hoş ve ince bir davranış... Herhangi bir Avrupa ülkesinde bu şekilde bir karşılama hoşumuza gidiyor.
Rehberimiz Burak Bey bizi otobüslerimize yönlendirmeden önce havaalanındaki döviz bürosundan çok fazla olmamak kaydıyla Hırvat parası olan Kuna almamızı öğütlüyor. Şehir içinde daha uygun fiyatlı değişiklik yapabileceğimizden 20 € kadar bir para değiş tokuş yapıyoruz. Yaklaşık 150 Kuna'mız oluyor. İlk durağımız havalimanının yakınında bulunan "CAVTAT" denilen küçük bir sahil kasabası... Yerel saatle 06:30 civarında bu kasabaya vardığımız için çoğu kafe kapalı, önce sahil kenarında kısa bir yürüyüş yapıyoruz...
Sonra kıyıdaki kafeler yavaş yavaş açılmaya başlıyor. Bizde beğendiğimiz bir tanesine oturup bir şeyler içmeye çalışıyoruz. Hırvatistan'da garsonların yavaşlığını ve servisin geç yapıldığını duymuştum ama burada birebir yaşayarak tam anlamıyla öğreniyoruz. Bizden başka sadece 3-4 dolu masa olmasına rağmen yaklaşık 15-20 dakika sonra siparişlerimiz masamıza ulaşıyor. Bu arada toplanma saatimize de çok az bir zaman kaldığı için neredeyse apar topar kahvelerimizi içiyor ve rehberimizin söylediği saatte otobüsümüzde olup Dubrovnik' e doğru yola çıkıyoruz.
Şehre yukarıdan inen otobüsümüz tüm tur otobüslerinin yaptığını yapıyor ve Dubrovnik'in tur rehberlerinde yer alan o meşhur fotoğrafını çekebilmemiz için yolun kenarında kısa bir mola veriyor...
Fotoğraf molasının ardından kısa bir süre sonra otobüsümüz Dubrovnik şehrinin meydanında bizi indiriyor. Bu meydan hem deniz kenarında hem de eski şehir diyebileceğimiz (Stari-Grad)'a çok yakın... Hemen en yakın kapıdan Stari-Grad'a giriş yapıyoruz. UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınmış olan eski şehrin etrafı yüksek surlar ile çevrili, zaman zaman 25 m'yi buluyor. Büyük ve meşhur bir ana caddesi var, adı Stradun caddesi... Sağlı sollu taş binaların altında küçük ama güzel dükkânlar bulunan bu caddeyi dikine kesen birçok irili ufaklı sokak ise içlerinde kaybolmanızı bekliyor. Ana caddenin zemini de yine taş ama tertemiz, sanki cilalı gibi...
Bu gezimizi Kasım 2011 tarihinde ve Kurban Bayramında yaptığımız için Dubrovnik' in normal turizm sezonu sona ermiş. Bu yüzden şehirde göreceğiniz her üç kişiden biri Türk. Ama yüksek sezonda aşırı kalabalık olduğundan Stradun Caddesinde yürümek bile mümkün olamıyormuş... Yani denize girmek gibi bir niyetiniz yok, sadece kültür turizmi yapma niyetinde iseniz Ekim ayı ideal seçim olabilir. Az önce bahsettiğim surları mutlaka üzerine çıkarak dolaşın... Belli bir bölüme kadar ücretsiz gezebiliyorsunuz. Ama esas gezilecek alan için 3-4 € bir bilet bedeli var. Akşamüstü gezmekte fayda var. Ama sanıyorum 19.30 gibi de ziyarete kapatılıyor.
Stradun caddesinin kenarındaki sıra sıra taş binaların hemen hepsinin altında küçük küçük kapıları olan bir sürü dükkân var. Bu dükkânların kimi hediyelik eşya satıyor, kimi giyim eşyası... Kimi de önüne masalar koymuş içkinizi içip yemeğinizi yerken veya kahvenizi yudumlarken gelip geçeni seyredebileceğiniz hoş mekânlar. Ayrıca bu sıra sıra binaların aralarında muhteşem dar sokaklar ve merdivenler keşfedilmeyi bekliyor. Bu cadde üzerindeki dükkânların birinde de dünyanın en eski eczanesi olduğu öne sürülen bir dükkân vardı ama çok ilgi çekici gelmediği için girmedik... Belki girişi için para isteniyor olması bize cazip gelmedi, bilemiyorum...
Ana caddenin bitiminde bir meydan bulunmakta ve bu meydanın etrafında ise çok sayıda tarihi yapı ve kilise var. Bir de bu meydanın solunda küçük bir müze var, 20. yüzyılın son savaşını bu müzede detaylı bir şekilde yaşayıp insanların ne acılar çektiklerini görebiliyorsunuz...Bu meydandan yine sola dönerek Dubrovnik limanına geçiş yapabilirsiniz. Adalara turlar düzenleyen teknelerin hepsi sezonu kapatmış. Ama dondurmacılar hala açık... Krema kıvamında bizdeki kadar ağdalı olmayan dondurmaları benim hoşuma gitti. İtalyan dondurması kadar iddialılar ve çok büyük külahlarda büyük porsiyonlarla servis ediliyor. Bitter çikolatalı olan hem benim, hem de eşimin favorisi oldu.
Sezon bitmiş olmasına rağmen Kurban Bayramı dolayısıyla Türk turistlerin geleceğini bilen çoğu restoran ve pizzacı açık. İlk akşam ne yazık ki şimdi adını hatırlayamadığım ama The Irish Jig Bar'ın yanında olduğunu fotoğraflarımdan görebildiğim bir pizzacı da yediğimiz ton balıklı pizzanın ve ev yapımı kırmızı şarabın tadı damağımızda kaldı. Sonraki akşamlardan birinde gittiğimiz ve genelde her Dubrovnik yazısında tavsiye edilen Mea Culpa'nın pizzasından daha güzeldi diyebilirim... Bu arada pizzaların gerçekten çok büyük olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bir pizza ile iki kişinin hem de sağlam bir şekilde doyması mümkün, fiyatları da oldukça makul seviyelerde. Ev yapımı şarapları ise bence bizim orta seviye şaraplarımızdan daha iyi ve fiyatlar çok çok makul.
Ertesi gün tur programımızda tam günlük Marco Polo'nun izinde Korçula - Ston turu var. Fakat biz Dubrovnik'i daha detaylı gezebilmek ve yürüyerek keşfedebilmek için eşimle bu ekstra tura katılmıyoruz. Kahvaltımızın ardından otelimizden çıkıp yürüyerek bu sefer Eski-Şehir'i değil gerçek yaşanan şehri keşfediyoruz. Dubrovnik bir liman kenti ve tarih boyunca bu özelliğini iyi kullanmış ve ticarette başarılı olmuş. Ragusa Cumhuriyeti olarak deniz ticaretinde çok önemli yer tutmuşlar. Denize kıyısı olan her şehri severim. Hem daha medeni ve gelişmiş olurlar, hem de denizin kıyısında olmak, istediğin zaman gidip seyredebileceğini bilmek bana her zaman huzur verir. Dubrovnik' i de bu yüzden çok sevdim.
Dubrovnik halkı için kendi halinde, medeni, turizmin önemini kavramış Avrupalı bir halk diyebiliriz. Ancak genel eğilim - her ne kadar 2013 yılında tam üye olacak olsalar bile - Avrupa birliğine katılmamak yönünde. Trafik kurallarına uyum konusunda çok hassaslar ve her Avrupa ülkesinde görebileceğiniz yayaya yol verme saygısı burada da çok net işliyor. Bizim ülkemizde ne zaman görebileceğiz bu saygıyı Allah bilir?
Kıyı şeridinde bir hayli dolaşıp, güzel fotoğraflar çektikten sonra deniz manzaralı kıraathane görünümlü bir kahveye oturup iki tane "kava" söylüyoruz. Evet, burada kahveye kava diyorlar, çaya da c'aj yani çay... Birkaç tanıdık kelime daha var Hırvatça ile Türkçe arasında. Mesela çoğu binanın kapısında görebileceğiniz "SOBE" kelimesi de kiralık oda anlamına geliyor. Biri size "BOK" derse de kızmayın hemen, Hırvatçada bu kelime "Merhaba" anlamına geliyor. Hoşumuza gidiyor bu benzerlikler, kava espressomuzu içip biraz dinlendikten sonra limandan sola doğru yokuşu çıkıp iyice şehrin yaşanan kısmına doğru ilerliyoruz. Epey dolaştıktan sonra tekrar denizi görüyoruz. Bir yarımada şeklinde olan şehrin öteki tarafına geçmişiz. Yürüyüşümüz sonunda akşamüstüne doğru tekrar eski-şehire dönüyoruz ve Stradun caddesinde bahsettiğim restoranlardan birine oturup akşam yemeğimizi yiyoruz.
Bu arada Dubrovnik'te şehir içi ulaşımda genellikle otobüs kullanılıyor. Her yere kolayca ulaşabiliyorsunuz. Otobüs numaralarını öğrendiğiniz zaman genelde duraklardaki saatlere tam uygun şekilde otobüs o durağa geliyor. Bizim otelimizin önünden 6 numaralı Babin Kuk otobüsü ring sefer halinde 20 dakika da bir geçiyordu mesela ve çok rahat bir şekilde eski-şehir tarafına ulaşabiliyorduk. İşte bu kadar dolaşmanın yorgunluğu ve akşam yemeğinin tatlı rehaveti ile akşam 23.00 gibi bu otobüs ile otelimize dönüyoruz. Otobüsteki kişilerin ¾'ü neredeyse Türk. Bu arada biletinizi eğer bilet gişesinden alırsanız 1 kuna, otobüsün içerisinde şoföre öderseniz ise 1,20 kuna... Ya da 2 - 2,40 mıydı tam hatırlayamadım ama otobüsün içi % 20 daha pahalı bunu bilmenizde fayda var...
KOTOR - BUDVA (KARADAĞ)
EErtesi sabah Kotor ve Budva'ya yani Karadağ isimli Sırbistan'dan ayrılmış Avrupa'nın en genç ülkesine gitmek üzere otobüsümüzde yerimizi alıyoruz. Onlar kendilerine "Crna Gora" diyorlar, biz ise Karadağ, Avrupalılar ise Montenegro... Karadağ, Sırbistan'dan ayrılmadan önce bölge olarak Sırbistan'ın denize kıyısı olan tek kısmıymış. Karadağ bağımsızlığını ilan edince Sırbistan'ın denize hiç kıyısı kalmıyor, böylelikle donanma masraflarından da kurtulmuş oluyorlar...
İlk durağımız Kotor. Kotor, etrafı yüksek dağlarla çevrili, dar bir girişi ve sonra ikinci bir dar girişi daha bulunan oldukça korunaklı bir kıyı kasabası... Oldukça etkileyici ve zengin bir mimarisi var. Ayrıca yüksek dağların arasında bir göl gibi gözüken denize yansıyan akisler çok güzel fotoğraflar veriyor. Yolu kısaltmak amacı ile ikinci koyun en dar yerinde otobüsümüzle bir feribota biniyor ve karşıya daha kolay ve daha kısa sürede geçiyoruz.
Kotor yapı itibariyle üst düzey ve lüks izlenim veren bir şehir. Zaten Avrupa'nın jet sosyetesi yatlarıyla yazın buraya akın ediyorlarmış. Buranın da bir eski şehri var. Yine surlarla korunuyor. Giriş kapısında da eski Yugoslavya'nın meşhur lideri tüm bu farklı halkları uzun yıllar boyunca Yugoslav bayrağı altında tutmayı bilen ünlü TİTO'nun 1944'de söylediği bir cümle yazıyor; "Tude necemo, svoje nedamo" yani "başkasına ait olanı istemeyiz, bizim olanı vermeyiz" gibi bir şey. Daha doğru bir tercümesini bilen varsa yazarsa sevinirim. Ölümünden sonra Avrupa'nın en kanlı savaşlarını yaşayan Sırp, Hırvat, Boşnak, Karadağ'lı gibi halkları uzun yıllar bir arada tutmanın formülü bu cümlede gizliydi galiba?...
Dağların eteklerinde ve denizin kıyısında hoş mimarisi, cafeleri, restoranları ile Kotor ruhumuzu fethediyor. Meydandaki 809 yılında yapılmış ve 2009 yılında restore edilmiş kilise, muhteşem ara sokaklar, tarihi taş yapılar çok hoşumuza gidiyor. Gezimizi tamamlayıp birer kava içmek üzere meydana dönüyoruz. Sonra Budva'ya doğru yola çıkıyoruz. Budva'da bir sahil kasabası. Deniz kenarında bir yürüyüşten sonra sahildeki güzel restoranlardan birine oturup bu sefer Karadağ'ın pizza ve şaraplarının tadına bakıyoruz. Kotor bizi bir hayli yorduğu için çok fazla bir özelliği olmayan (mevsim dolayısıyla) Budva'da sakin bir Pazar akşamüstü geçiriyor ve tekrar Dubrovnik' e dönüyoruz.
MOSTAR - POÇİTEL TÜRK KÖYÜ (BOSNA-HERSEK)
Hırvatistan'dan Karadağ'a geçişimiz gibi Bosna - Hersek'e geçişimizde çok kolay oluyor. Sadece Hırvat gümrüğünde çıkarken pasaportlarımızı toplayıp çıkış kaşesi basıyorlar, Bosna gümrüğü giriş kaşesi bile basmıyor. Dönüşte de aynı şekilde sadece Hırvat gümrüğünde giriş kaşesi basılıyor. Bugün hava bozuk yağmur ha yağdı ha yağacak. Zaten tam Poçitel'e giriş yaptığımızda yağmurda bize hoş geldin diyor...
Poçitel nehir kenarında, tüm özellikleriyle korunmuş bir Türk köyü. Camisinin içerisinde de büyük bir Türk bayrağı var. Taş binalar, taş yollar ile tam bir Anadolu köyü burası... Kısa molamızın ardından Mostar yolculuğumuz başlıyor. Bu sırada yağmur şiddetini arttırıyor. Bu yağmuru hatırlatmak gerekirse 2011 Kasım'ın da İtalya'da 7 kişinin öldüğü sel felaketini oluşturan yağmur demem sanırım yeterli olur.
Poçitel - Mostar arası 30-35 km, yarım saat kırk dakika sonra Mostar'a varıyoruz. Savaşın yıprattığı bu şehirde yaşanan vahşetin izleri hala silinmemiş ve savaşın ne kadar boş, anlamsız ve acı veren bir şey olduğunu hatırlatıyor. Şehirdeki binalardaki kurşun izleri kanımızı donduruyor. Bu sırada yağmur biraz kesiliyor. Bu fırsatı hemen değerlendirip ünlü Mostar köprüsünün de olduğu Neretva nehri kenarındaki turistik kesime doğru ilerliyor ve fotoğraflarımızla beraber ve o tarihi dokuyu da içimize çekiyoruz. Köprüye doğru irili ufaklı birçok hediyelik eşya satan dükkân var. Bu ünlü köprü savaşta 1993 yılında Hırvat tanklarının top atışları ile tamamen yıkılmış. Savaştan sonra 1997 yılında Türk hükümetinin de katkılarıyla, UNESCO ve Dünya Bankasının da desteğiyle aslına uygun şekilde yeniden yapılmış. Hatta yapımında, yıkım sırasında nehre düşen orijinal parçaların da dalgıçlar tarafından çıkartılıp tekrar kullanıldığı söyleniyor. Neretva nehri Hırvat ve Boşnakları ayıran bir nehir, bu yüzden bu köprünün nasıl bir hınçla yıkıldığını anlamak mümkün ancak Mimar Sinan'ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin'in eseri olan bu 1566 yılında yapılmış olan bu köprüye çok büyük bir haksızlık yapıldığı kesin.
Mostar'ın meşhur köftesinin de tadına bakıyoruz köprü manzaralı küçük bir restoranda ve tabi bizdeki baklavayı aratmasa da bizimkiler kadar güzel olamayacak olan baklava ile ağzımızı tatlandırıyoruz. Yemek sonrası biraz hediyelik eşya satan dükkânları gezelim diyoruz ama gün boyu peşimizden ayrılmayan o kara bulutlar yapacağını yapıyor... Bir sağanak boşaltıyorlar ki üstümüze sormayın. En yakın bir kahveye zor atıyoruz kendimizi. Yağmurluğumuz var elbet ama öyle böyle bir yağmur değil bu sanki tufan, zaten İtalya'ya yaptıkları ortada... Eee biz de Adriyatiğin öbür kıyısındayız zaten, normal...
Yarım saatten fazla sürüyor sağanak. Şekerleri fincanın dışında ve lokum ile birlikte gelen Türk kahvesi kıvamında kahvelerimizi içip sohbet etmekten başka yapacak bir şeyimiz olmuyor bu süre boyunca... Yağmur sonrası otobüsümüze binip tekrar Dubrovnik'e dönüyoruz. Mostar'ı terk ederken savaşın izleri boğazımızda bir düğüm bırakıyor.
Otelimize döndükten sonra akşam bizi bir köy evine Hırvat gecesine götürüyorlar. Şarap imalatı da yapan bir ailenin kendi evi burası ve neredeyse 40 kişilik grubumuzu çok güzel bir karşılama töreni sonrasında misafir ediyorlar. Uzun bir yolculuk yapıp dar ve virajlı köy yolları ile ulaştığımız bu yerde önce 5-6 kişilik kızlı erkekli yerel giysili Hırvat gençleri küçük bir dans gösterisi sunuyorlar bize, sonra da birer likör ikram edip, her odasında ayrı ayrı 8-10 kişilik büyük tahta masaları olan odalar alıyorlar bizi. Gerçekten yaşanan bir ev olmasına rağmen bu şekilde bir organizasyon ile tur gruplarına hizmet veriyorlar. Çok keyif aldığımız bir akşam oldu, çok eğlendik. Canlı müzik yapan 4 kişilik küçük bir saz heyeti, ev yapımı şarapları ve kuzu tandır eşliğinde bizlere çok güzel müzikler ile keyifli bir gece yaşattılar... Gece yarısından sonra hepimiz bahçede şarkılar söylemeye başlamıştık ki artık saat 01.00' e geliyordu ve dönme vaktimiz gelmişti. Tatlı ve keyifli bir yorgunluk ile yatağımızı zor bulduğumuzu hatırlıyorum.
SPLIT (HIRVATİSTAN)
DDönüş uçağımız Split'ten olduğu için sabah Dubrovnik'ten artık daimi olarak ayrılıp Split'e doğru yola çıkıyoruz. Bugün 5 günlük tatilimizin ve aynı zamanda da Kurban Bayramının son günü. O yüzden içimizde biraz hüzün ile Dubrovnik'e elveda diyoruz. Split'e giriş yaptığımızda şehir önce soğuk ve sevimsiz bir doğu bloğu şehri gibi gözüküyor gözüme ama sahil kısmına doğru indiğimizde daha sevimli bir şehir olmaya başlıyor. Bu arada bir binanın üzerinde benim gençlik yıllarımda iyi bir Yugoslav takımı olan ama şimdilerde Avrupa arenasında pek adı duyulmayan Hajduk Split'in dev armasını görüyorum. Galiba orası da kulüp binası... Ama pek bir harap gözüküyor, sanırım Avrupa arenasında olmamak kulübün gelirlerini hayli azaltmış. 1911' de kurulan kulübün adını da Osmanlılara karşı mücadele eden Hırvat haydutları demek olan "Hajduk"lardan aldığını öğreniyoruz.
Neyse, Split bir liman şehri ve sahil kenarında olması ile her ne kadar soğuk bir yapısı olsa da yine de benim gönlümü fethetmeyi başarıyor. Split, Zagreb'ten sonra ülkenin en büyük ikinci şehri. Roma imparatoru Diocletianus 305 yılında bir hastalıktan ölmek üzereyken emekli olup Dalmaçya kıyılarındaki bu şehre gelip sarayını kurmuş ve lahana yetiştirmeye başlamıştır. Diocletianus kendi isteği ile İmparatorluğu bırakan ilk Roma imparatoruymuş ve sağlığında da Doğu Roma imparatorluğunun o günkü başkenti olan Nicomedia ilinde yani İzmit'te yaşıyormuş. Onun Dalmaçya kıyılarındaki Salona şehrindeki sarayının kalıntıları bugün Split'in temelini oluşturmuş. Saray bugün bir hayli kötü durumda, Avrupa Birliği bu sarayın onarılması için bir hayli ödenek göndermiş Hırvat hükümetine ama bize sarayı gezdiren yerel rehberin dediğine göre bu paralar ne yazık ki bu onarım işine hiç harcanamamış bir türlü.
Eski şehirde kısa bir tur atıyoruz ve yukarıdaki kapıdan çıkıyoruz, karşımıza dev bir heykel çıkıyor. Grgur Ninski isimli bir piskopos'un heykeli bu. Kendisi Latin harflerinden tercüme ederek Hırvat alfabesi ile ilk Hırvatça İncil'i hazırlayan kişi imiş. Ayağına dokunmanın çok uğurlu olduğunu söylüyorlar. Yanından geçerken dokunmadan edemiyoruz, zaten heykelin ayak başparmağı herkes dokunduğu için parıl parıl parlıyor. Sonra tekrar sahil kısmına inip biraz daha dolaşıyoruz Split' i ve bizi uçağımıza götürmek üzere bekleyen otobüsümüze binip Dalmaçya kıyılarına elveda diyoruz.
Şimdilik...