Yaklaşık üç ay kadar önce posta kutuma düşen "Türkiye'den
Avrupa çok uygun fiyatlarla" e-postanın harekete geçirmesi ile bir saati dahi
bulmayan "süper hızlı" karar vermemizle dört arkadaş hiç de aklımızda olmayan
Marsilya'ya biletleri aldık. Üçümüz daha önce İtalya seferine çıkmıştık zaten.
Okeye dördüncü mantığı ile Cem'i de aramıza kattıktan sonra hayatımızda bir
Marsilya gerçeği başlamış oldu...
"Oteldi, nereler gezilecekti, aman atlamayalım, ben sadece İf Adasına giderim arkadaş, nasılsa Hakan var o bizi gezdirir boşverin" derken Çarşamba
günü saat 19.50'de Ankara Esenboğa Havalimanında başlayan yolculuğumuz yerel
saatle 01.05'te Marsilya Havalimanının 2 no'lu terminalinde son buldu. Rekor
sayılabilecek süratte gerçekleşen pasaport kontrolünden sonra terminalden
dışarıya çıkarak sağa 1 no'lu terminale doğru yola çıktık. Neden derseniz, bizi
Marsilya St. Charles tren istasyonuna götürecek otobüs buradan kalkıyor da
ondan.
Yaklaşık beş dakika sonra otobüse ulaştık. Tek yön ücreti 8 €. Gidiş-dönüş alırsanız indirimli ancak bu biletler sadece
gişelerde satıldığı için gecenin bir yarısında böyle bir şansımız yok. Normalde
tarifeli seferler 00.10'da tamamlanıyormuş ancak bu saatten sonra gelen
uçakların saatine göre kalkıyormuş. Yani bu otobüsü kaçırdığımızda en son uçak
da bizimki olduğu için tek alternatif taksi oluyor ve onun da günahı yaklaşık
60 €.
Yaklaşık 20 dakikalık yolculuk sonrasında St. Charles tren
istasyonuna ulaştık. Gelmesine geldik de istasyondan dışarıya çıkmak bayağı bir
zorladı bizi. Hem bilmediğimiz için hem de gecenin bu vaktinde birisi hariç tüm
çıkış kapıları kilitlendiği için labirent gibi dolaştık. Nihayet gelmeden önce
pek çok resimde gördüğüm uzun basamaklı ve iki yanı büyük heykellerle süslü
merdivenler karşımızdaydı ve gerçekten de oldukça etkileyici bir görünümü
vardı.
Bir süre hangi yöne gidilecek tartışmasından sonra hemen
merdivenlerden devam eden geniş bulvardan (Athenes) gidileceği kesinleşti.
Ertesi günkü Mönchengladbach-Fenerbahçe maçının yanından geçtiğimiz Sofra
Restoranda seyredilebileceği ihtimalinin yarattığı memnuniyetle 12 rue des
Mazagran'da bulunan otelimiz Le Lunik'e varmak 7-8 dakikamızı aldı. Geleceğimiz
saati önceden bildirdiğimiz için otelin çalışanlarından Malek bizi bekliyordu.
Hemen anahtarları ve temiz havluları bize veren Malek formaliteleri sabaha
bıraktı. Biz de acilen kendimizi yataklara attık.
Yaklaşık iki ay kadar önce internetten ayarladığım otelin
geceliği oda başına 58 €. Neredeyse Marsilya merkezinde yer
alan en ekonomik otel diyebilirim. Tek yıldızlı, temiz, odaları küçük, metroya
ve meşhur Canebiere caddesine 150 metre uzaklıktaki otel kelimenin tam
anlamıyla sadece yatmak için planlanmış. Her ne kadar duvarda kablo yayınlı lcd
tv olsa da minik odada vakit geçirmek çok zor. Sonuç olarak beklediğimden daha
iyi ve tam bize göre diyebilirim.
..........................
Sabah otelin küçücük resepsiyonuna ilk gelen bendim ve saat
09.45'i gösteriyordu. Neredeyse hiç İngilizce bilmeyen Malek, diğerlerini beklerken kahve ikram etti ve
aynı ikramı her gelene de yaptı. Türkiye'deyken hazırladığımız küçük
sandviçlerimizi mideye indirerek ilk günün kahvaltısını da böylece halletmiş
olduk. Herkes toplanıp da kendimizi Marsilya sokaklarına attığımızda saat
10.30'a geliyordu.
Tarihi belgeler Marsilya'nın, 2600 yıl önce bizim Foça'dan (Phokaia)
gelen denizciler tarafından kurulduğunu yazıyor. Bugün itibariyle yaklaşık 900.000
insanın yaşadığı kent Fransa'nın en büyük ikinci şehri unvanını taşıyor. Aynı
zamanda da Akdeniz'in en büyük limanına da ev sahipliği yapan Marsilya,
Fransa'nın 26 bölgesinden birisi olan Provence-Alpes-Côte d'Azur'un da merkez
şehri. İsyankar devrimciler sayesinde Fransız milli marşı "La Marseillaise"nin
de isim babası olarak kabul edilen Marsilya'ya gelmeden önce yaptığım
araştırmalarda üç şey çok öne çıkmıştı:
- Çok
fazla Afrika (özellikle Cezayir) kökenli insanın yaşadığı, Fransızların
azınlıkta kaldığı, hatta nükteli bir anlatımla "Marsilya Cezayir'in en büyük
ikinci şehridir" denildiği,
- Suç
oranının çok yüksek olduğu ve mutlaka dikkat edilmesi gerektiği, ve
- Çok
büyük ama bir o kadar da güzel bir limana sahip olduğu.
Otelden çıktıktan sonra yaklaşık 100 metre yürümüştük ki
Marsilya'nın en popüler caddelerinden birisi olan Canebiere'ye çıktık. Canebiere
Marsilya'nın en önemli caddesi. Geçmişte pek çok ticari görüşmeler bu caddedeki
yüzlerce kafe ve restoranda yapılırmış. Yaklaşık bir km.lik cadde oldukça geniş
ve limana kadar uzanıyor. Sabahın erken saatinde bile kalabalık denilebilir.
Aşağıya limana doğru ilerlerken solda küçük dükkanların
arasında kurulmuş olan meyve-sebze pazarını (Le Marché de Noailles) görünce
daldık içeri. Ara sokaklarda Hint, Çin ve Vietnam gibi uzak doğu ülkelerin gıda
maddelerinin satıldığı küçük dükkanlar da var. Ara sokaklar ve tezgahların
arasında orası burası derken bayağı bir vakit geçirdikten sonra yolumuza devam
ettik. Gerçekten de Afrika kökenli olduğunu düşündüğüm insanların sayısı fazla.
Yol bizi Marsilya'nın ünlü Vieux Port'a yani limana getirdi.
Aslında buraya yat limanı demek belki de daha doğru olur çünkü yüzlercesi
(belki de binlerce) limanın girişine kadar yan yana ve arka arkaya dizilmiş.
Yalnız burası Marsilya'ya "Akdeniz'in en büyük limanı" özelliğini kazandıran
büyük ticari ve yolcu gemilerinin yanaştığı liman değil. O biraz daha kuzeyde
kalıyor.
Limanda ciddi altyapı çalışmaları olduğu için belirli
bölümler tel örgülerle kapatılmış durumda. Herhalde 2013 yılında Avrupa Kültür
Başkenti sıfatını taşıyacak olan Marsilya'yı hazırlamak için yapılan
değişikliklerden birisi. Gezi boyunca pek çok noktada bu tarz yapılanmaları ve
restorasyonları gözlemledik. Önümüzdeki yıl Marsilya'nın adının Avrupa'da daha
fazla duyulacağı kesin.
Liman bölgesinde sol taraftan devam ederek dünyaca meşhur iki
markayı (Quick ve Mc Donalds) selamladıktan sonra İf Adasına giden teknelerle
ilgili bilgi aldık. Limanın sol arka tarafında trafiğe kapalı olan alanlardaki
restoran ve kafeleri dolaştık. Turistlere yönelik fix menüler 15 Euro'dan
başlıyor ve yukarıya doğru devam ediyor. Yolculuk bizi limanın sol girişinde
yer alan Saint Nicholas Kalesine çıkardı. 1660'larda Marsilya'yı dışarıdan
gelebilecek saldırılardan korumak için Kral 14. Louis'in emriyle yaptırılan
kale sonraları yol açmak için ortadan ikiye ayrılmış. Yine de karşısındaki
kardeşi Saint Jean'e göre oldukça ihtişamlı olduğunu söyleyebilirim. Her iki
kaleye de Hz. İsa'nın havarilerinin ismini vererek şehrin korunacağını
düşünmüşler. İlginç...
Limandan aynı yolu geriye dönerek Havana Club'un tam
karşısındaki küçük feribot iskelesinden kalkan teknelerin oraya geldik.
Buradaki tekneler, öğlen tatili hariç, akşam 17.00'a kadar limanın iki tarafına
ücretsiz olarak insanları götürüyor. Belediyenin bir tür ücretsiz ring seferi
diyebiliriz. Hepsi hepsi 3-4 dakika sürüyor ama özellikle yürümeniz durumunda
bu mesafeyi 20 dakikadan önce almanız çok zor. Karşı taraftaki iskele ise tam
Belediye Sarayının önünde bulunuyor.
Marsilya'nın en ünlü mimarlarından birisi olarak kabul edilen
Pierre Puget tarafından 1673 yılında tamamlanan Belediye Sarayının ön
cephesindeki bayrakların arkasında kraliyet ailesinin gücünü simgelemek adına
14. Louis'in büstü yer alıyor. Marsilya'da 2. Dünya Savaşında Almanlar
tarafından zarar verilmemiş az sayıda binadan birisiymiş.
Sahil kenarından yolumuza devam ederek Canebiere caddesinin
limanla buluştuğu yere konuşlanmış olan Turizm danışmaya girdik. Gelmeden önce
internette incelediğim "Marsilya City Pass" hakkında görevliden de uzunca bilgi
aldıktan bize yarayacağına kesin kanaat getirip 48 saatlik şehir kartının
tanesine 29 € vererek kredi kartıyla birer tane aldık. Marsilya City
Pass'la İf Adasına giden feribot yolculuğu, Kaleye giriş ücreti, farklı
noktalara tur yapan Petit Train, 14 tane müze girişi, turizm danışmanın
düzenlediği tematik turlar ve ilk kullanımdan itibaren 48 saat tüm toplu ulaşım
araçları ücretsiz. Bunun dışında farklı yerlerde indirimler, ücretsiz ikramlar
da veriyor. 24 saatliği ise 22 €.
Turizm danışmadan sonra şehirdeki ilk gezi noktamız Belediye
Sarayının arkasındaki yani limanın kuzeyindeki Panier bölgesi. Kelime anlamı
itibariyle Fransızcada "sepet" anlamına gelse de Panier, Marsilya'nın en eski
yerleşim yeri. Özellikle Foça'dan gelen Yunanlıların şehri kurdukları yer olan
bölge dar ve ince-uzun sokaklardan oluşuyor. Bununla birlikte küçük klasik
Fransız kafeleri, restoranlar, minik meydanlar, sanat atölyeleri ve sabun satan
dükkanlarla dolu.
Republique Bulvarından başlayan gezimiz köşedeki
Starbucks'dan dönerek Grande Rue'den devam etti ve Marsilya'nın en popüler
mezecilerinden birisi olan Place Aux Huiles'de mola verdik. Marsilya, tüm
Akdeniz'de olduğu gibi, zeytin ve zeytinyağıyla meşhur bir bölge. City Pass'ınız
varsa burada çok farklı türde zeytin ve zeytinyağı deneme şansınız oluyor ama
maalesef biz içeriye girdiğimizde görevli bayan öğle tatili için kapattığını,
14.15'de açacağını söyledi. Bekleyecek vaktimiz olmadığı için Panier'de
yolumuza devam ettik.
Dolaşırken Caisserie 68 numaradaki Navette des Accoules'te
Marsilya'nın bir diğer önemli lezzeti olan navetteyi de deneme şansımız oldu.
Gerçi esas meşhur olan limanın diğer tarafında ama olsun. Navette, küçük kayık
şeklinde bir tür kurabiye. Portakal çiçeği ile hafifçe tatlandırılmış bu
kurabiye biraz sert ama ağzınıza atınca yumuşuyor. Genelde adetle satılıyor ve
hiç de ucuz değil. Kilosu yaklaşık 20-25 €'ya falan geliyor ve altı aydan fazla
saklanabiliyor. Çok da lezzetli bulmadığımızı söylemeliyim...
Panier bölgesinin en önemli yerlerinden birisi de yapımına
17. yüzyılda başlanan ancak 18. yüzyılın ortalarında tamamlanabilen Vieille
Charite. Marsilya'daki evsizlerin ve kimsesizlerinin barınması amacıyla bir tür
hayırevi olarak inşa edilmiş olan devasa yapının tam ortasındaki avluda büyük
bir şapel bulunuyor. Küçük kemerlerle süslenmiş bölümler ise bugün için
Arkeoloji Müzesine ve pek çok kitapçı ve sanat galerisine ev sahipliği yapıyor.
Giriş, ücretsiz.
Gezerken oldukça eski ve ünlü bir dondurmacı olan Le Glacier
du roi'yi de (Place de Lenche, 4) rastladık ama o anda kimse dondurma havasında
olmadığı için keyfimizi daha sonraya bıraktık. (Tahmin edebileceğiniz gibi daha
sonrası olmadı...) Bölge gerçekten yaya olarak gezilmesi son derece keyifli bir
yer. Özellikle birbirine neredeyse değecekmiş gibi uzatıp giden dar sokakları
her zaman sevmişimdir. İşte o dar ve keyifli yollar bizi Marsilya Katedraline
çıkardı.
Aslında Marsilya Katedrali dediğimiz yerde bir katedral bir
de kilise varmış. Her ne kadar 12. yüzyıldaki kiliseden çok fazla bir şey
kalmamış olsa da halen kuzey bölümlerinde ayakta kalan yerleri bulunuyormuş.
1896 yılında tamamlanan 142 metre yüksekliğindeki yeni katedral ise (Nouvelle
Major) dışarıdan heybetli ve gösterişli görünse de içerisi bence oldukça sade. Binanın
yapımında Bizans mimarisinden yoğun bir biçimde etkilenildiği söyleniyor.
Kullanılan yeşil taşların Floransa'dan, beyaz mermerlerin Carrera'dan,
mozaiklerin ise Venedik'ten geldiği belirtiliyor.
Sahile doğru yürüyüşümüze devam ederek St.Jean Kalesinin
bulunduğu noktadan Marsilya limanının fotoğraflarını çektik. Kudüs'ten gelen
şövalyelerin inşa ettirdiği St. Jean, Marsilya'nın en eski kalesi olarak kabul
ediliyor ve 13. Yüzyıla tarihleniyor. Karşısındaki kadar heybetli değil.
Sonradan bir de deniz feneri ilave edilmiş. Çalışmalar tamamlandığında kale
Avrupa ve Akdeniz Uygarlıkları Ulusal Müzesine ev sahipliği yapacakmış.
Sahildeki yürüyüşümüz bizi Marsilya'nın ünlü aperatif içkisi
pastisle tanışabileceğimiz meşhur Le Maison du Pastis'e getirdi. Peki nedir bu
pastis? Bir dönem çok popüler olan Absinthe adlı içkinin yasaklanmasından sonra
çok ünlü olan pastis her ne kadar bazı kaynaklarda Marsilya'nın içkisi olarak
kabul edilse de aslında Fransa'nın tüm güneyinde en çok sevilen içkilerden
birisi. Anason bazlı bir tür likör olan pastisde 40-45 derece alkol olduğu için aslında liköre
göre sert bir içki. Aynen bizdeki rakı gibi suyla karıştırılarak içiliyor ama
rengi bizim rakı gibi beyaz değil sarımtırak bir hal alıyor. Geleneksel olarak
bir ölçü pastise beş ölçü su konuluyormuş ve buzla içiliyormuş. Şaraptan sonra
en çok satılan içkiymiş.
Le Maison du Pastis, mavi-sarı renkleriyle sahilde hemen
dikkatinizi çeken bir dükkan. İçeride pastisin onlarca çeşidi, hediyelikler ve
ne ararsanız var. City pass'la burada pastis tatma şansına sahip oluyoruz.
Sarışın, orta yaşı geçkin bayan kartları görmeden bize pastis tattırdı. Çok
çeşidi var, biz klasik olanı denedik. Az da olsa şeker tadını alıyorsunuz.
Rakıya benzerliği sadece içine su ve buz katılması olsa gerek. Ekip içinde çok
da itibar gördüğünü söyleyemem.
Daha önce Panier bölgesini gezerken Belediye Sarayının arka
tarafında Librairie Çay Evini tespit etmiş ve mutlaka uğranacak yerler
listesine almıştık. Çok fazla beklemesine gerek kalmadı ve yorgun ayaklarımızı
yaklaşık 45 dakikalık bir molayla dinlendirme işlemi gerçekleştirildi.
Bildiğimiz demleme usulü çaydanlıkla gelen çaylar herkes tarafından tam puan
aldı. Fiyatlar ise oldukça ekonomik: Üç kişilik çay 4 €, cafe latte ise 1,60 €.
Saatimiz
15.00'i gösteriyordu ve istikamet şehrin simgelerinden birisi olarak kabul
edilen ve tepede yükselen Notre Dame de la Garde idi. Normal olarak 7 €
ödememiz gereken ancak City Pass'a dahil olan Petit Train'le gitmenin keyifli
olacağını düşündük. Yanılmamışız...15.30'da limanın sağ tarafından kalkan küçük
tren önce neredeyse tüm sahili dolaştı, daha sonra da dar sokaklardaki tatlı
yokuşlara bana mısın demeden yarım saat sonunda bizi Bazilikanın oraya çıkardı.
Tren burada 20 dakika mola veriyor, siz gezip yeniden binebiliyorsunuz. "20
dakika bana yetmez" derseniz sonraki trenlere de binebiliyorsunuz. Meraklısı
için küçük bir tüyo: limandan geçen 60 nolu otobüsle de Bazilika'ya
gelebilirsiniz.