Marsilya gezimizin ikinci günü sabah otelden kendimizi dışarıya attığımızda saat 09.00 olmuştu. Tıpkı bir gün önce olduğu gibi bugün de hava oldukça güzel, güneşli ve yaklaşık 25 derece sıcaklık var. Garibaldi Bulvarıyla Canebiere'nin kesiştiği köşedeki kafede daha önceden aldığımız kruvasanları sallama çay eşliğinde mideye indirdik. (Kruvasanların tanesi 0,90 €, çay 2,5 €)
Bundan sonraki istikametimiz kaynak kitaplara göre Marsilya'nın en güzel sokak pazarlarından birisi olan Prado Market. Noailles metro durağından Dromel yönüne giden metroya binip Castellane durağında indik. Gün ışığını gördüğümüzde pazarın başlangıcını (ya da bitişini) da yakalamış olduk. Yaklaşık 600-700 metre boyunca meyve-sebzeciler, kıyafet satıcıları, çiçekçiler, farklı türde ekmek satanlar ne ararsanız var. İtalya'daki pazarlara göre biraz pahalı. Meraklıysanız siz de bir yarım saatinizi ayırabilirsiniz.
Prado Marketten küçük bir kare...
Roma Caddesi boyunca yürüyerek şehrin farklı bir bölgesini de gördükten sonra Notre Dane du Mont durağından metroya binerek önce St. Charles tren garına oradan da aktarma ile Vieux Port'a geldik. En uygun magnet satan turizm danışmadan 3 €'luk magnetleri %10 indirimle aldıktan sonra bilet satış noktasına giderek İf Adasına 12.00'da kalkan teknede yerimizi ayırttık. City Pass'ı olana ücretsiz :) Biraz dolaştıktan sonra güzel hava keyfimize devam etmek ve tekne saatini beklemek için İf Adasına giden teknelerin kalktığı yerin tam karşısındaki Cours Jean Ballard'daki Quinze Bar'da birer cafe latte içtik (tanesi 2,5 €)
İf Adasına yaklaşırken...
Yokluğumuzda oluşmuş uzun kuyruğun arkasına takıldığımızda feribotun kalkmasına sadece 10 dakika vardı. Yaz döneminde ortalama yarım saatte bir feribota binmek mümkünmüş ancak Ekim ayı ile birlikte bu süre bir buçuk saate çıkmış. Kış döneminde ise çoğu gün denizdeki dalgalar nedeniyle feribotlar kalkamıyormuş. Beş dakika gecikmeyle hareket eden feribot "harika" bir yolculuk sonunda yaklaşık 20 dakika sonra İf Adasına vardı. Sarp kayalıklarla çevrili adanın kayalık olmayan yeri yüksek duvarlarla çevrilmiş. Çok da heybetli görünmeyen İf Kalesi de tekneden inen yeni misafirlerini bekliyordu. Peki nedir kıyıdan hemen hemen 2 km. uzaklıktaki bu küçücük ada ve üzerindeki minik kaleyi bu kadar meşhur eden?
İf Adasının kendisinden ziyade yolculuğu bence çok daha güzel...
1524-31 yılları arasında Fransa Kralı 1. François tarafından verilen emirle limanı düşmanlara (Osmanlılar da dahil) karşı koruyacak bir kale ve silah deposu olarak inşa edilen İf Şatosu kısa bir zaman sonra hapishane olarak kullanılmaya başlanır. Aynı filmlere konu olan Alcatraz Adasındaki hapishane gibi oldukça ünlenir. Ancak bugünkü popülaritesini hiç kuşkusuz ünlü Fransız yazar Alexander Dumas'ın 1844 yılında yayımlanan ve bizde de çok beğenilen Monte Kristo Kontu adlı romanından sonra kazanır. Gelin tarihçi ve gezgin Talha Uğurluel'in kaleminden hikayenin özetine bakalım: (www.talhaugurluel.com)
"Romanın kahramanı Edmon Dantes Marsilya'da yaşlı annesine bakmakta olan temiz bir genç. Denizcilikle uğraşıyor ve her deniz seferinden döner dönmez önce annesine, sonrasında da evlenmeyi düşündüğü yakın bir balıkçı köyünde oturan nişanlısı Mersedes'e uğruyor. Ama çalıştığı geminin muhasebesini tutan kişi ve Mersedese göz koymuş bir diğerinin iftiraları, bu zavallı gencin İf Şatosu denilen ve çıkılması mümkün olmayan bu ada hapishanesine düşmesine sebep oluyor. Ve aradan yıllar geçiyor. Edmon'un tam intiharı düşündüğü bir sırada yan hücreden gelen sesler onu yeniden hayata bağlayacak ve elindeki demir kaşık ile kazdığı tünel sayesinde bitişik hücrede kalan yaşlı bilge Farya ile tanışacaktır. Artık bu çileli hapishane onlar için bir Medrese-i Yusufiye hükmüne geçecek ve Edmon Dantes geçen yıllar içinde birkaç tane yabancı dile vâkıf, edebiyat, şiir, adap, siyaset vb. Daha birçok konuda bir dahi haline gelecektir. Ve birgün kendisini hayata bağlayan Farya ölür. Edmon onun naşını kendi odasına taşıyarak, hazırlanmış kefenin içine kendisi girer. Görevliler gecenin karanlığında ceseti her zamanki gibi suya atarlar ama içindeki genç önceden hazırladığı cam parçası ile çuvalı yarar ve kurtulur. Elinde iki kıymetli şeyi vardır. Birincisi Farya'dan yıllarca edindiği ilim ve irfan, bir diğeri de yine bu yaşlı bilgenin kulağına fısıldadığı gizli bir hazine adresi. Edmon Dantes, adayı bulur ve tabi sandıklar dolusu hazineyi de. Adı artık Edmon değildir. Hazineyi bulduğu adanın ismini alır. Artık Monte Kristo Kontu'dur. Sıra zalimleri cezalandırmaya, mazlumların elinden tutmaya gelmiştir. Ve bilge hocasının öğütlerini bir bir yerine getirir. Yıllar evvel kendisini hapse attıran, yaşlı annesinin açlıktan ölmesine sebep olan ve bugün siyasetin başında lordluk yapan düşmanı ile zavallı nişanlısı Mersedes'i ele geçiren ve bugün yüksek bir askeri rütbe taşıyan bir diğer düşmanını yavaş yavaş ele geçirir. Öldürmez, önce tanışır, sonra kendisine hayran bıraktırır, örnek ve insani davranışları ile onları onlarca kez ezer. Ve sonunda kendi kuyularına düşmelerini sağlar."
İf Şatosuna bir kaç dakikalık bir yolculuğa ne dersiniz?...
İşte sayısız dizi, film ve tiyatro oyununa konu olan Monte Kristo Kontu'nun ilginç hikayesi böyle. Elbette bu hikayede İf Adası ve Şatosunun da önemli bir rolü var. Her yıl Marsilya'ya yolu düşen onbinlerce insan Monte Kristo Kontu'nun izini sürmek için İf Adasına seyahat birkaç saatlik bir seyahat yapıyor.
Şatoya giriş ücreti 5,50 €. City Pass burada da geçiyor ve ücretsiz girmenizi sağlıyor. Üç katlı şatonun giriş bölümündeki devasa kapıyı geçtikten sonra büyükçe bir su kuyusu ile karşılaşıyorsunuz. Filme konu meşhur Edmon Dantes'in hücresi de burada bulunuyor. İçeri giremiyorsunuz ama bir ekranla kendinizi içeride görmeniz sağlıyor. Psikolojik hapislik yani... Üst katta yine farklı hücreler bulunuyor ve girişin üstünde o hücrede kalmış mahkumların bazılarının isimleri yazıyor. En üst katta ise nefis manzaralı bir teras. Nerdeyse 360 derece düzenlenmiş terastan gerek Marsilya gerekse de çok yakındaki Frioul Adalarının harika kareleri çekilebilir.
Nefis manzarada poz vermeyi de ihmal etmedik tabi :)
Gezimizi tamamladıktan sonra dönüş yapacağımız tekneyi beklerken adadaki tek kafede birer kahve molası verdik. Manzara keyifliydi ancak biraz tuzlu olduğu kesin. (Cafe latte 5 €) 13.50 feribotuna binerek önce Frioul Adalarına sonra da Marsilya'ya doğru yola çıktık. Peki bu kadar anlatımdan sonra ada ve şato nasıldı diye soracak olursanız kısaca şöyle anlatabilirim: "Nefis bir tekne turu ve manzara; hayal kırıklığı yaratan bir şato"...
Frioul Adasına yaklaşırken...Ada bizim sahil kasabalarını andırıyor, pek bir özelliğini göremedim doğrusu...
Tekne gezisinden dönerken gördüğümüz Marsilya manzarası da bir harika doğrusu...
Limanda indikten sonraki istikametimiz Marsilya'nın meşhur kurabiyecisi ve sabuncusu. Limanın sol tarafına paralel ilerleyen Sainte caddesinde yürürken 71 numarada ünlü Alman ucuzluk marketi zinciri Lidl'a rastladık ve alışveriş yapma işini dönüşe bıraktık. Caddenin sonlarına doğru 136 numarada yeşil levhasıyla ünlü kurabiyeci Four des Navettes'i bulmak çok kolay oldu. 1781 yılına tarihlenen Marsilya'nın en eski fırınının meşhur portakal çiçekli navettelerinden tatmak için içeriye girdiğimizde önce güleryüzlü sonra da niyetimizi anlayınca "sizi gidi beleşçiler" havasında karşılandık. Yine de kurabiyelerimizi tattık. Kabul etmem gerekir ki diğerinden çok daha güzel ancak 9 tanesine 12 € verecek kadar lezzetli olduğunu düşünmüyorum.
Marsilya'nın en ünlüsü four des Navettes ve sağ tarafta da onun üretimi meşhur sandal şeklindeki portakallı kurabiyeler.
Hemen onun biraz ilerisinde aşağıya doğru Saint Victor Meydanında ise "Les Savons de Saint Victor" adlı sabuncu var. İçerideki sarışın, güler yüzlü bayan ücretsiz sabunumuzu almak için geldiğimizi söyleyince güler yüzünden hiçbir şey kaybetmeden bize sabunun ve dükkanın hikayesini anlattı. Aslında çok köklü bir sabun imalathanesini Ocak 2012'de devralmış ve kendi imal ettiği sabunları ve benzer şeyleri satıyor. Dükkan öyle devasa değil ama missss gibi kokuyor ve insanın hiç çıkası gelmiyor. Ücretsiz sabunlarımızı aldıktan sonra biraz da alışveriş yaptık. Özellikle üzerinde harfler bulunan küçük sabunlardan isimlik yazma fikri (Levent abi kulakların çınlasın) herkes tarafından benimsendi. Hatıra fotolarımızı da çektirdikten sonra çantalarımızda mis gibi kokan Marsilya sabunları ile Daisy'e elveda dedik.
Daisy inanılmaz keyifli bir dükkan sahibi... Bizlerle tek tek ilgilendi ve sabunlarla ilgili her sorumuza üşenmeden cevap verdi. Teşekkürler Daisy...
Dönüş yolunda LİDL süpermarketten özellikle çocukların istediği çikolata ağırlıklı alışverişleri tamamladıktan sonra ağır adımlarla otelimize geldik. Eşyalarımızı bırakıp 15 dakika kısa bir mola verdikten sonraki istikametimiz Longchamp.
Canebiere Caddesinde yukarıya doğru ilerlediğimizde karşımıza Marsilya'nın en güzel kiliselerinden Église Saint-Vincent-de-Paul de Marseille ya da daha popular ismiyle "les Reformes" çıktı. 1855 yılında reformcu Fransiskanların manastırının bulunduğu yere yapılan kilise iki kulesi ile son derece hoş görünüyor.
Les Reformes'i karşıdan seyretmek bile çok keyifli bence...
Bundan sonraki yolumuz Longchamp Bulvarından devam etti. 19. yüzyılın başında düzenlenen bulvar "üçlü pencere"li evleriyle meşhur. Meşhur diyorum çünkü bölgenin neredeyse tamamına yayılmış bu mimari tarzı Marsilya'ya özgüymüş. İki yana savrulmuş yüksek ağaçları ile ortasından tramvay geçen bulvar yürümesi oldukça keyifli bir yer. Özellikle Marsilya'nın keşmekeşini gördükten sonra sanki başka bir şehirdeymişsiniz havasına kapılıyorsunuz.
Cadde boyunca her binada üçlü pencere sistemi hakim...Şık ve estetik görünüyor...
Yolun sonu Longchamp Sarayına çıkıyor. Ön bölümünde ciddi bir bakım faaliyeti yürütülüyor olması yapının ihtişamına çok da gölge düşürmemiş gibi görünüyor. Her ne kadar adsaray olsa da aslında bir tür anıt bile denilebilir. Zira yapılma nedeni kısaca "suya methiye düzmek" için. Marsilya'da çok fazla su olmadığı için geçmişte içilebilir su gemilerin taşıdıkları safran ve ipekten bile daha değerliymiş. 1840'lı yıllarda yapılan 85 km.lik Marsilya Kanalı ile Durance Nehrinden şehre düzenli olarak su getirilmiş. Bunun anısına ve mutluluğuna da bu devasa yapı inşa edilmiş.
Her ne kadar tadilatta olsa da Longchamp her daim ihtişamla yükseliyor...
Kaynaklar, yapının hemen önünde bulunan büyük havuzun Durance Nehrini temsil ettiğini yazıyorlar. Oldukça hoş ve estetik bir mimarisi var. Bugün için havuzun oradan bakarak yapıyı karşınıza aldığınızda sol taraf Güzel Sanatlar Müzesi, sağ taraf ise Doğal Tarih Müzesi. Güzel Sanatlar Müzesi muhtemelen kültür başkentliğine hazırlanmak için bakıma alınmış. Arkadaşlar hemen havuzun köşesindeki cafede soluklanmayı (dört 25 cl.lik bira 14,20 €) tercih ederken bende Doğal Tarih Müzesini gezdim. Vahşi hayvanlar, tarih öncesine ait birkaç parça figür ve bitti... City Pass nedeniyle ücret ödemedim ama içeri girmeseydim de çok fazla bir şey kaybetmezmişim.
Doğal Tarih Müzesi bence son derece basit ve sıradan...Vaktiniz varsa...
Hemen Sarayın önünde durağı bulunan 2 no'lu tramvaya binerek şehrin büyük limanının bulunduğu Joilette'e kadar geldik. Etrafta biraz turlayıp bölgenin havasını soluduktan sonra aynı tramvaya bu sefer ters yönde binerek Belsunce meydanında indik. Burayı kesen bulvarlar da şehrin alışveriş mekanlarını barındırıyor. Borse Alışveriş Merkezi ve meşhur La Fayette de burada. Şöyle bir göz atarak ne var ne yok demeyi ihmal etmeden Roma Bulvarı üzerinden devam ettik ve karşımıza tanıdık bir isim çıktı: İstanbul Kebap. Herhalde Avrupa'da ismi en çok konulan şey "İstanbul" dur. Nereye giderseniz gidin mutlaka rastlarsınız. Belki de o yüzden yabancıların bir çoğuna "Türkiye" dediğinizde " OOO, İstanbul ve Şish Kebab" diyorlardır...
Güzel bir alışveriş caddesi Roma, tüm markalar mevcut...
Prefecture ve civarını da gezdikten sonra acıkan karınlarımızı doyurmak amacıyla limandaki ve arka sokaktaki restoranların menülerini kontrol etmeye başladık. Burada her çeşitten ve her bütçeye hitap eden pek çok restoran bulunuyor. Genelde menüler 15 Eurodan başlıyor ve alıp başını gidiyor. Yemekler ortalama 10 Euro, pizzalar ise 8 Eurodan başlıyor. Arka tarafta kalanlar biraz daha ekonomik, meydana bakanlar ve ön taraftakiler biraz uçuk. Levent abiyle Hayati deniz ürünlerine sıcak bakmayınca farklı alternatifleri bulabileceğimiz La Prat Provençal'de karar kıldık.
Balık çorbasıyla birlikte yenen sos oldukça lezzetliydi. Biz tatlıları da çok sevdik doğrusu...
Restoran Estienne d'Orves Meydanında. Trafiğe kapalı bu alanda pek çok restoran ve kafe mevcut. Cem'le ben balık çorbası, balık ızgara ve tatlıdan oluşan menüyü seçerken diğerleri Margarita pizzayı tercih ettiler. Çorbalarımız, kızarmış ekmek, mayonezli ve sarımsaklı sos ile bir tür kaşar peynirinden oluşan bir tabakla beraber geldi. Özellikle sos çok lezzetliydi. Ben levrek yerken Cem'e çipura düştü. "Düştü" diyorum çünkü sipariş ederken garson çocuk söylese de hangi balığın geleceğini bilmiyorduk. Balık fena değil, yeşillik de tamam ama pilavla servis edilmesi ilginç geldi biraz. Biz de böyle bir adet yoktur. Yemeklerin üstüne tatlı olarak ben çikolata pie, Cem ise krem karamel seçtik. Gayet de lezzetli olduğunu söylemeliyim. Bizimkiler pizzaların da hiç fena olmadığını söylediler. Unutmadan, yemeklerin yanında birer tane de bira içtik. Ve gelelim günahımıza... Menü 16 €, pizzaların tanesi 9 €, 25 cl.bira 3 €. Bulunduğumuz konum ve yediklerimizin lezzetini tarttığımızda hesabın son derece ekonomik olduğunu belirtmeliyim. Bu arada bu akşam yemeğini arkadaşlarım bana ısmarladılar. Gezinin tur rehberi olmam sıfatıyla böyle bir jest yaptılar. Sağolsunlar varolsunlar...
Provençal özel bir tercih değildi. Konumu oldukça güzel. Özellikle servisi tartışılabilir ama yediklerimizin lezzetli olduğunu söyleyebilirim...
Uzun yemek molasından sonra uzun uzun şehrin yarı karanlık sokaklarında dolaştık. Akşam olunca dikkatimi çeken bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim: Marsilya'nın en önemli caddeleri dahi pislik içinde. Bu kadar kötüsünü pek gördüğümü hatırlamıyorum. Hani ara sokak falan olsa neyse de bir numaralı Canebiere bile akşam saatlerinde leş gibi, çöpler dolmuş taşmış.
Ekonomik telefon görüşmesi yaptıran küçük bir dükkan bulunca daldık içeri ve evdekilerle konuştuk. Gerçekten oldukça ucuz: dakikası 12-13 cent civarı. Otele vardığımızda saat gece yarısına geliyordu. Yarın için artık dinlenme vakti...
Çocukluğumun en güzel romanını,en güzel filmini şahane müzikler eşliğinde yeniden yaşadım,çok yaşa Hakan !!Bu bölgeye yeniden gitmeli ve senin bilgilerin rehberliğinde 25 yıl öncesinin acısını çıkarmalıyım..Çok teşekkürler..
Raynor (11 Kasım 2012)
Abi, zaten götürmedin bizi oraya bir de ballandıra ballandıra anlatıyorsun...Bir daha ki sefere bize de bi sor bakalım, gelirmiyiz-gelemezmiyiz felan dimi...Şaka bir yana eline sağlık. İf Adası seyahatini şatoya yeğlemişsin gördüğüm kadarıyla. Ee tabi deniz çocuğu olunca iş değişiyor...Gerçi sen tarihi de seversin ama neyse...:)