Arnavutluk'tan geçip de, Makedonya sınırına geldiğimde pasaport polisinin sağ tarafta bulunan kulübesinin penceresi önünde durdum. Evraklarımı alıp, arabadan indim ve pencerenin önüne geldim. Polis hanım 'yeşil kartım'ı da istedi. Yeşil kart, Avrupa ülkelerinde (ve Fas'ta) geçerli olan 3. şahıs mali mesuliyet sigortasının adı. Ya da, bizde bilinen kısa adıyla 'Zorunlu Trafik Sigortası'. Tüm Avrupa ülkelerinde aynı isimle, yeşil kartın o ülkenin anadilindeki karşılığıyla anılıyor. Avrupa'ya arabasıyla gidecek olanlar için; Türkiye'de bu 'yeşil kartı' verme yetkisi yalnız Türkiye Turing ve Otomobil İmparato... -pardon- Kurumu'nda (TTOK). Neyse! Arabadan yeşil kartımı alıp, kendisine uzattım. Evrağı alır almaz bana "Bunun süresi geçmiş!" dedi. Nasıl yani? Olur mu canım? Alıp baktım ki, ben 6 Haziran'dan beri, yani 7 gündür sigortasız olarak dolaşıyormuşum. Mecburen Makedonya için geçerli trafik sigortası satın almak zorundayım. En az 15 günlük olarak hazırlanan poliçe için 50 Avro'yu bayıldık, orada. Yeni yeşil kart düzenlemiyorlar mıymış? Hayır, düzenlemiyorlarmış. Dolayısıyla, yaklaşık 2-3 saat sonra gireceğim Yunanistan sınırında yine ve yeni bir sigorta poliçesi daha yaptırmak zorundayım.
Dedim ya, 2-3 saatliğine Makedonya'dayım. Onun da tamamını Ohrid-Resen-Bitola üzerinden Yunanistan'a giden transit otoyolda geçiriyorum. Gördüğüm tek şey, düzgün bir asfalt, yemyeşil ve kısmen dağlarla kaplı bir çevre ve yolda bol bol TIR. Akşamüzeri dördü çeyrek geçe Makedonya'yı terkedip, Yunanistan sınırına geldim. Daha pasaport polisi sormadan kendimi ihbar ettim; "Yeşil kartımın süresi dolmuş!". Kadın hafiften homurdanarak içeri girdi, kapıda beklememi işaret ederek. Hayli bekledim. Zaman ilerledikçe kafamda 'akan' film şeridinde senaryo Kardak Kayalıkları'na Türk Bayrağı'nı diken kahraman SAS komandolarımızdan -yavaş yavaş- Güney Kıbrıs'ı fetheden şanlı Türk Ordusu'na, sonrasında da Selanik'in ardından Atina önlerine dayanan Mehmetçik'e doğru evrilmeye başladı. Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur, KARDEŞİM!
Pencereden kafasını uzatan diğer görevlinin bana seslenmesiyle kendime geldiğimde Harbiye Marşı eşliğinde Mora Yarımadasında ilerliyorduk. Elimdeki kılıcı ve sancağı yere bırakıp, pencereye yanaştım.
- Yeni yeşil kart hazırlayacağız.
- Peki!
- Yunanistan'da ne kadar kalacaksınız?
- 2 ya da 3 gün
- En az 15 günlük olabiliyor ama.
- Olsun!
- Ama, 150 Avro
- (Gulp! 'Eksi' 130 küsur Avro'dayız) Eehemm, n'apalım, olsun!
- Hani, belki Bulgaristan sınırında daha ucuzdur, dönüp oradan gitmeyi tercih edebilirsiniz.
- Yok, ben buradan alayım. Kredi kartıyla ödeyebiliyor muyum?
- Hayır, nakit ve Avro olarak...
E şimdi ayvayı yedik işte! Yanımda yalnızca 65 Avro var. Çevrede de ATM yokmuş ki, para çekebileyim. Hızlı bir düşünme seansı... En yakın yerleşim Florina; 10km kadar... Giden birinden rica etsem, beni oraya atsa, ATM bulup para çeksem, taksiye atlayıp dönsem v.s. Ya da, oradaki free-shop'a gidip, kredi kartımdan nakit çektirebilir miyim, acaba? Free-shop'taki yönetici görünümündeki hoş bayana en etkileyici ses tonumla derdimi anlattım; yok, olmuyor(muş).
- Pekiii, ben şimdi 100 Avro'luk bir alışveriş yapayım, kredi kartıyla. Sonra onu iade edeyim, siz bana nakit ödeyin?..
- I-ıh!
- Pekiii, nakit alış-veriş yapacak birilerini bekleyeyim, onların ödemesini ben kredi kartımla yapıp, onlardan nakit alayım?..
- Olur ama, 100 Avro'luk alışveriş için birkaç saat beklersiniz
- ('O zaman siz bu mağazayı kapatın be kardeşim!' demek geldi içimden, heyhat...) Pekiii, ben şuradan ufak bir şişe su alayım, size 150 Amerikan Doları ödeyeyim. Siz bana para üstünü Avro ödeyin?..
- (Uzunca bir süre düşündükten sonra...) O olabilir, dedi.
Koşarak, arabadaki gizli bölmemden 150 Dolar kapıp geldim ve hayatımın en 'garip' alış-verişini yaptım. Küçük bir şişe su alıp, 3 adet 50 Dolarlık banknot uzattım, kasiyer kıza. O da bana para üzerini Avro olarak verdi. 150 Avro ödeyip, sigorta poliçesini aldım. Poliçeyi hazırlayan "Kusura bakma" dedi, sırtımı dostça sıvazlayarak, "bu poliçeyi hazırlamazsam, başına bir şey geldiğinde sorumlusu ben olurum". Böylece barış ilân ettik ve ben Güney Kıbrıs ve Batı Trakya'daki birliklerin geri çekilmesi için gereken emri verdim. Kardak'tan da en kısa zamanda bayrağı sökelim! TTOK'na 60 küsur Avro fazla kaptırmamanın bedeli toplam 200 Avro oldu.
Bundan önceki yazımda da belirtmiştim; Yunanistan'da fazla vakit geçirmek niyetinde değilim. Sebepleri; 1999 yılı sonunda ailecek -ve arabayla- Yunanistan'a yapmış olduğumuz uzun seyahatte -zaten- Yunanistan'ı hayli görmüş olmamız ve genel olarak Avrupa'yı hızlı geçmemin nedeni olarak da -çok daha önceden- belirttiğim Avrupa'nın artık 'kapı komşu' sayılacak kadar yakın olması.
Sınırı geçtikten sonra bir zaman plânlaması yapmalıyım. İlk gece Selanik'e kadar varmam mümkün değil. Kaldı ki, geç bir saatte varsam bile, koca şehirde kalacak uygun bir yer bulmakta çok zorlanırım. Yakında Florina var. Önce orada şansımı deniyorum. Kendi halinde, sakin bir kent görünümünde. Çevrede kampinge benzer bir şey yok. Şehir içinde bulduğum birkaç ufak ve köhne otel de 50-60 Avrolar'dan bahsediyor. Yunanistan'da ağır bir ekonomik kriz yok muydu? Otellerin önüne 'iskemle atmış' otel sahiplerine oda fiyatı sorduğumda, yerlerinden bile kalkmıyorlar; "50 Avro hemşerim, o da kahvaltısız!".
Kavala...
Bu 'burunlarından kıl aldırmayanlar şehri'nden çıkıp, GPS'imde Phlorina yakınlarında gözüken kampinge yönlendim. Nedir, nasıl bir yerdir, bilgim yok. Tek bildiğim, GPS'imde gösteriliyor olduğu. Tali yol dar; Ano Idrousa'dan sonra dağa kıvrılarak tırmanmaya da başladı. Giderek virajların sıklığı ve keskinliği, yolun eğimi artmaya, ama bir yandan da çevre güzelleşmeye başladı. Kamp yeri olarak gösterilen noktaya vardığımda, buranın aslında -sanırım- bir doğa (kahverengi ayı) koruma bölgesi olduğunu gördüm. İçeride bir kamp yeri varsa da, 'sezon dışı' olsa gerek, kapı kilitli. Tüm ayılar kış uykusundan uyanmamışlar, herhalde. Dağın zirvesindeki Nymfeo Köyü ise çok güzel bir sayfiye yeri. Ama, konaklamak için tesis yok; hepsi son derece lüks dağ evleri. Arada serpiştirilmiş birkaç lüks restoran ve bar da var. Buradan da hayır çıkmadı. Aşağıda görünen geniş ovaya indim, yeniden. Nea Halkidona yakınlarında, tarlaların arasındaki tali yollardan birine sapıp, uygun bir nokta bulduğumda, hava iyice kararmıştı. Motoru stop edip, arabadan indim, çadırı açmak için. Birkaç saniye sonra başıma üşüşen yüzlerce sivrisinekten zor kaçtım. İyi ki çadırı açmadan hücum ettiler. Bekleselerdi ve çadırı açıp, tezgâhı kurmuş olsaydım, belki de toplamaya üşenir ve sabaha kadar perişan olurdum. Nea Halkidona'da bir 'yolüstü oteli'ne vardığımda hava kararmıştı.
Selanik'in içinde bir araba turundan sonra, Halkidiki Yarımadası'nın doğu kıyısında, Asprovalta'da bir kamping buldum kendime. Bir deniz banyosundan sonra, ağaçların gölgesine sığındım. Hava çok sıcak. Arada soğuk duşun altına girip, kurulanmadan yerime dönüyorum; hafif esintiyle kendimi kandırmak için.
15 Haziran Cuma sabahı Kavala'ya doğru hareket ettim. Bahsettiğim o eski seyahatte Kavala'ya girmemiştik. Bu sefer Yunanistan'da gezeceğim tek yer Kavala olacak. Burası ayrıca Osmanlı'nın ilk Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın da doğduğu yer. Kendisini ilk seyahatimden, Mısır'dan beri kovalamaktayım. Yani, mecazî olarak kovalıyorum, tabii. Gerçekte, -artık- nerede bulabileceğim malûm da, şimdilik oraya gitmek niyetinde değilim. Doğduğu yeri görmek ise bugüne kısmetmiş.
Kavala
Taşoz (Thassos) Adası'ndan, 'anakara'nın nimetlerinden yararlanmak için göçenler tarafından M.Ö. 7. yüzyılda ilk yerleşim başlatılmış. O zamanki adı Neapolis (Yenişehir) olan Kavala'nın bu 'evrim'i ne vakit yaşadığına dair bir kayıt bulamadım. Roma ve Bizans dönemlerinden sonra 1387'de Osmanlı topraklarına katılmış ve uzun süre Osmanlı donanmasının önemli bir üssü olarak da görev yapmış. Kavala'nın benim için ilginç yanı doğum yeri olan bu kentin adıyla da anılan Mehmet Ali Paşa; Mısır -ve sonradan Sudan'ın da- valisi olan.
Panagia Yarımadası, ya da 'eski şehir'... Tepenin üzerindeki tarihi Venedik Kalesi -artık- çoğu derme-çatma yeni binanın arasında gözükmüyor.
Osmanlı'nın Mısır ve çevreleyen bölgedeki varlığını temsil eden bu valilik, daha sonra Paşa'nın kendisini ve maiyetini güçlendirmesi ve bu gücü Osmanlı'ya karşı kullanması sonucu, özerk bir yapıya dönüşür. O kadar ki, bu özerk yapı ileride Osmanlı'nın başına hayli dertler açacak, güçlenen Mehmet Ali Paşa'nın ordusuyla Kütahya'ya (Mısır nire, Kütahya nire) kadar ilerleme cesareti karşısında İstanbul yardım 'ithal etmek' zorunda kalacaktır. Osmanlı, Mehmet Ali Paşa'dan en büyük darbeyi sonradan, Nizip'te ordusunun bozguna uğratılmasıyla yiyecektir. Bu yüzden Mehmet Ali Paşa adı, bazı çevreler tarafından "Nizip'te Osmanlı'yı arkadan hançerleyen Paşa" olarak anılır. Neyse! Fransa ve İngiltere'nin araya girmesi ve baskısıyla Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa komutasındaki birlikleri işgal ettiği topraklardan geri çeker. Ama, bunun sonucunda da, Mısır'da Kavalalılar Hanedanlığı hakkı kazanır. Valilik unvanı, torun İsmail Paşa zamanında Sultan Abdülaziz'in fermanıyla 'Hıdivlik' olarak değiştirilir; 1914'e kadar da bu adla hüküm sürer. Konumuz, tabii, Mısır Hıdivliği ya da Mısır değil; Kavala ve oralı bir Osmanlı paşası. Şimdi, Mehmet Ali Kavala doğumlu; bunda kimsenin kuşkusu yok. Ancak, aslı Arnavut; bazı kaynaklar bunu inkâr ve onun esas memleketinin Gümüşhane olduğunu iddia etse de... Hal böyle olunca; yani, Arnavut asıllı, Kavala doğumlu bir Osmanlı paşası Mısır'a vali olunca (olaya karışan dört ülke mi oldu?), sahipleneni de bol oluyor, tabii. Kavala'nın eski şehrini teşkil eden Panagia Yarımadası'nda, 1769'da doğduğu evin önünde Yunanistan ve Mısır bayrağı asılı. Arnavutluk'ta ise birkaç yerde büstüne (birisi, berat'ta kaldığım oteldeydi) rastlamıştım. Türkiye'de de bazıları Osmanlı'yı arkadan hançerleyen paşa olarak adlandırsa da, sahip çıkanı da hayli fazla.
Mehmet Ali Paşa'nın doğduğu ev... Önünde Mısır ve Yunanistan bayrakları var.
Panaglia Yarımadası'nda, Paşa'nın adının anıldığı bir diğer yapı ise İmaret. Onun 1821'de yaptırdığı bu muazzam külliye, adından da anlaşılacağı gibi, fakirlerin -eski dille- iaşe ve ibatesi (beslenme ve barınma ihtiyacı) için hizmet verdiği gibi, içinde yine fakir ya da kimsesiz çocukların eğitimi için açılmış bir okul da bulunurmuş. Osmanlı döneminden sonra bir süre, göçmenlerin barınması için kullanılmış, sonra da unutulmuş. Yakın dönemde, 50 yıllığına kiralanıp lüks bir otel haline getirilen otel, bol paralı turistlere hizmet veriyor; geceliği 250 Avro'dan başlayan fiyatlarla!.. Otelin içine, gezmek amacıyla giremiyorsun. Kapıdaki görevliye "İçeride bir arkadaşa bakıp çıkacaktım, abi" dedim, nedense 'yemedi'. Fotoğrafı yok, dolayısıyla.
Panaglia'dan aşağıya inince, eski şehre su getiren kemerin önce yanından, sonra da altından geçiyorsunuz. 280m uzunluğundaki kemer Kanunî zamanında yapılmış.
Kavala'nın su kemeri...
Türkiye'ye giriyorum
Kavala'dan yola çıktığımda öğle saatini hayli geçmişti. Sınıra kadar 200km civarında yolum var. Otoyoldan genellikle kaçınarak, tali ve -nispeten- az kullanılan bir güzergâhı tercih ediyorum. Sınıra vardığımda hava kararıyordu. Türk sınırına vardığımda önce arabanın çıkış kaydını bulamadılar. Elden ele dolaşan evrakları son sahiplenen görevli eski triptik belgesinin üzerindeki çıkış damgasına bakıp "E kardeşim, niye söylemiyorsun?" dedi. "Neyi?" dedim; başını bilgisayarın klavyesine gömerek mırıldanır gibi konuştuğu için neyi söylemediğimi anlayamadım. Pek de önemi yoktu; çıkış kaydım bulunmuştu. Artık girebilirmişim. Girebilirmişim de, benim araca 'röntgen çıkmış'. Bu böyle piyangodan ikramiye çıkması gibi bir şey, herhalde; bazı arabalara 'çıkıveriyor'. Bu piyangoya sevinmeli miyim, acaba?
Ne yapmam gerektiğini sordum. Çıkışın hemen yanındaki kocaman hangarı ve yanındaki küçük kulübeyi gösterdiler; orada arkadaşlar yardımcı olabileceklermiş. Kulübenin girişindeki 'arkadaş'ın önünde durdum. "Aracın içinde ne var?" diye sordu. "Şahsi eşyalarım" dedim.
- Tamam, boşaltın!
- Nasıl yani?
- İçini boşaltın.
- Niye?
- Ancak öyle alabiliyoruz.
- Bakın, ben bu arabanın içini böyle doldurmak için günlerimi harcadım.
- İyi de, kural böyle.
- Bu kural Türkiye'ye mi özgü? Bu araba daha önce Amerika'da da, Fas'ta da röntgene girdi. Hiç böyle bir şey olmamıştı.
- Burada böyle.
Boşaltamayacağımı söyledim. "Ya böyle alın, ya da arabayı buraya bırakır, yürüyerek girerim" dedim, "Siz de arabayı ne isterseniz yaparsınız". 'Arkadaş' içeriye girdi, diğer 'arkadaş'la bir şeyler konuştu, dışarı birlikte çıktılar, arabanın içine baktılar. "Hiç olmazsa şu çantalarınızı alın" dediler; boş sırt çantamı, dolu el çantamı, fotoğraf ve bilgisayar çantalarını göstererek... Anlaştık! Çantaları dışarı aldım, arabayı röntgene soktum, iş bittikten sonra yerleştirdim, pasaport ve ruhsatımı aldım ve Türkiye'ye girdim. Saat 22:30 civarı; 2 saate yakın bir süredir Türkiye sınırındayım. Bu kadar uzun kaldığım bir sınır kapısı olmuş muydu? Mutlaka olmuştur ama, insan kendi ülkesine 3 yılı aşkın süren bir dünya seyahatinden sonra döndüğünde böyle bir formalite ve zorlukla karşılaşınca... Neyse!
Cebimde hiç Türk parası yok. İpsala'ya girip, Garanti Bankası aradım; yokmuş. Keşan'da bulur ve orada da konaklarım, diye düşünüyorum. Keşan'da para çektim, yandaki bakkaldan gazete aldım ve yeniden arabaya atlayıp,otel aramaya başladım. Trafik sıkışık. Nedense, Keşan'dan çıkıp, Uzunköprü'ye gitmek geldi, içimden. Yarınki yolu biraz daha kısaltırım, hem de yıllar önce kaldığım o otelde kalırım. Adı neydi?
Buket'le...
Uzunköprü'ye vardığımda gece yarısına yakındı, saat. Ergene Otel'miş, önüne park edince üstünde okudum. O saatte Ergene Otel'in restoranı açıktır, tabii. Millet Cuma akşamı demleniyordur. Arabadan eşyaları indirmeden, direk restorana girdim. Cacık, patlıcan ezme, peynir, rakı. Arkadan da kuzu şiş. "Meyve ikramımız, abi"den sonra odaya çıktım; Türkiye'de ilk gecem.
Sabah erken kalkıp, arabayı (alt-üst) yıkatabileceğim bir yer sordum. Ayrıca, sürekli yağ eksilten transfer kutusunun yağını da tamamlatmam lâzım. Alt yıkama ancak, şehir dışında bir benzincide yapılıyormuş. Orada yarım-yamalak bir alt-üst-motor yıkaması yapıldı, transfer kutusu yağı tamamlandı. Ben de içini temizledim. Otele dönüp, duş aldım, tıraş olup yanımdaki en temiz kıyafetimi giydim. Ben de, Lando da eve dönmeye hazırız. Buket öğleden sonra saat 15:45'te evde olmamı istiyor, özellikle. Bu kadar kesin ve keskin bir 'randevu' verdiğine göre, bir bildiği vardır. Yola çıkmadan Buket'i arayıp, İstanbul'daki yol ve köprü trafik durumuna bakmasını istedim. Söylediklerine göre kendime bir plan yaptım. Evimizin bulunduğu sitenin kapısından girerken saat 15:47'ydi.
...ve Alican'la...
Bizim sokağın girişinden itibaren arabalar dizi dizi parketmiş. Bahçenin dışında bir kalabalık göze çarpıyor. Evin önüne yaklaştığımda, kalabalığın çok daha büyüğünün bahçede olduğunu görüyorum.
Komşular, arkadaşlar, beni izleyenlerden birkaç kişi, eş-dost toplanmış; gözlerime inanamıyorum! Ankara'dan, hatta Antalya'dan bile gelen var. Bu kadar insanın ne zaman haberi oldu da, geldiler? Alican bile burada. Buket yaptı yine yapacağını. Helâl olsun! Böyle bir seyahate de böyle bir karşılama yakışırdı, zaten. O gün 75 kişiymişiz, toplam.
16 Haziran 2012... 3 yıl, 1 ay, 10 gün önce, 6 Mayıs 2009'da tam da bu noktadan hareket etmiştim. 130,720km, 5 kıta ve 39 ülke geçtikten sonra yine aynı noktadayım.
Ne mi hissediyorum?
Bir kere, büyük bir rahatlama duygusu... Aslında, sonuna doğru giderek azalan bir huzursuzluktu; "Acaba becerebilecek miyim?" endişesinden kaynaklanan... Bir yandan, başına bir şey gelmesinden ve evin önünü bulamamaktan korkuyorsun. Her türlü ihtimal var, tabii; kaza geçirmek, sonunda cana (öncelikle) ya da arabaya zarar gelmesi riski... Ya da, -daha az, ama- tehlikeli bölgelerde saldırıya uğrama, kaçırılma, öldürülme riski... Arabanın çalınması riski... Soyulma riski... Tüm bu risk ihtimalleri, seyahate başladığım andaki en yoğun düzeyinden giderek azalarak, ama hiç bitmeden, hatta tehlikeli bölgelerde (Kongo gibi) zaman zaman tavan yaparak, sürekli kafamın içerisinde dolanıp duruyordu. Tüm bu tehlikelerin ortadan kalktığı, kazasız-belâsız evin önüne vardığın o an hissettiğin rahatlama ve gevşemeyi tarif etmek kolay değil.
Sonrasında tatmin var, tabii. Az-buz bir iş değil; dünyanın etrafını, o kadar kıta, ülke ve kilometre katederek dolaşmak. "Başardım!" diyorsun içinden, "İşte budur!". Kendini, kendine ispat etmişsin. Onun verdiği muazzam bir haz var.
Evine, sevdiklerine yeniden kavuşmuş olmanın sevinci var, tabii. Seni azim ve sarsılmaz bir sadakatle bekleyen, peygamber sabrına sahip eşine kavuşmuş olmanın verdiği sevinç...
Çok az da olsa hüzün var; "Basarım gaza, giderim abi!" dediğin sınırsız özgürlüğünün sona erdiğini farkettiğin... Yine de, hani o birkaç yazı önce bahsettiğim 'ayakların geri geri gitmesi'ni yaşatacak bir hüzün değil, kesinlikle. Bilerek, isteyerek, 'taammüden', keyifle, özlemle ve hızla geldim eve.
...ve daha karmaşık bir sürü duygu. Anlatması güç!
İşte böyle! Bir dünya seyahatinin sonudur. Evet, dünya yuvarlakmış!
Yeni seyahatlerde görüşmek üzere...