Geçen yıl Bosna Hersek'le başlayan Balkan gezilerimizde sıra Makedonya ve Kosova'ya geldi. Aslında geziyi planlarken Kosova'nın dahil edilip edilmemesi için bayağı bir kafa yormuştum. Yaptığım araştırmalar tek başına çok fazla kimsenin Kosova'ya gitmediğini, daha çok başka ülke programları içine dahil ettiklerini ortaya çıkardı. "Bir daha gitmeyiz oralara" düşüncesinden hareketle bende Üsküp'ten günü birlik Priştina ve Prizren gezilerini dahil ederek gezi programını hazırladım. Dört gecelik gezinin programı kısaca Matka Kanyonu, Tetova, Ohrid, Struga, Resne, Manastır, Üsküp, Priştine ve Prizren olarak kesinleşti. Hiçbir ekstrası olmayan programın satış fiyatı, Ankara'dan uçak dahil, 550 Euro olarak belirlendi ve kısa bir sürede 40 kişi olduk. Daha önceki gezilerimizde çok memnun kaldığımız ve artık ahbap olduğumuz Yamaç Turun profesyonel hizmetlerinden yararlandık. Yine çok memnun kaldığımızı söylemeliyim.
Sabah 04.15'de Ankara'da kurum otoparkında bizleri bekleyen otobüsümüzle başlayan yolculuğumuz İstanbul aktarması ile birlikte saat tam 09.40'da Üsküp Havalimanında son buldu. TAV'ın işlettiği havalimanı küçük ama modern. Kısa süren pasaport işlemlerimizin ardından bizleri bekleyen rehberimiz Osman Beyle buluştuk. Aylar önce turu ilk netleştirdiğimizde Yamaç turun sahibi Sadi Bey, karşı taraftaki aracı firmadan rehber olarak Osman Beyi talep etmişti. O zaman bunun sebebini çok anlamamış olsam da gezi boyunca Onun tarih ve coğrafya bilgisini gördükçe ne kadar doğru bir tercih olduğunu anladım. Osman Bey, otobüs hareket halindeyken her daim bölge hakkında tarihi, kültürel ve siyasal bilgiler anlattı. Hatta zaman zaman otobüsten bazı arkadaşların "biraz dinlense rehber bey, biz de uyusak" sözlerine şahit oldum. Bence tur halinde yapılan gezilerde rehber çok önemli. Rehberiniz iyi ise turun diğer aksaklıklarını görmeyebiliyorsunuz ya da pas geçiyorsunuz. Bende yeri gelmişken gezideki katkılarından ötürü rehberimiz Osman Beye ayrıca teşekkür ederim.
Gezi ekibimiz toplu halde...
Hava bulutlu, hani yağdı yağacak dedikleri türden. Zaten tahminler de bu yöndeydi. Havalimanında, döviz büroları dışında Halkbank'ın minik bir şubesi var. Makedonya'nın para birimi Dinar (MKD). Buradan 1 €= 61 MKD olarak işlem yapabiliyorsunuz. Bu kur diğer şehir içindeki döviz bürolarından daha kötü değil, bu yüzden gönül rahatlığı ile paranızı bozdurabilirsiniz. Bizim paramızla hesap yaparsak 1 TL= 20 MKD civarında tutuyor ama size tavsiyem buraya gelirken yanınızda Euro getirmeniz. Zira TL bozdururken Euroya göre daha az MKD alıyorsunuz.
Eski Yugoslavya'nın bir parçası olan Makedonya, bağımsızlığını 1993 yılında kazanmış. Ancak bu süreçte Yunanistan'ın kendine ait Makedonya bölgesi olduğu için yaptığı itiraz nedeniyle resmi adı Makedonya Eski Yugoslav Cumhuriyeti. Elbette sokakta kimse böyle adlandırmıyor. Yaklaşık 2.200.000'lik ülke nüfusunun 500.000'i başkent Üsküp'te yaşıyor. Bitola yani Manastır, Kumanova, Prilep ve Tetova diğer büyük şehirler. Makedonlardan sonra en büyük nüfusa Arnavutlar sahip. Sonra da Türkler geliyor. 120 üyeli parlamento seçimleri her dört yılda bir yapılıyor. Ülkenin üçte ikisi Ortodoks, üçte biri ise Müslüman.
Matka Kanyonu oldukça keyifli bir yer. İster yürüyüş yapın isterseniz tekne turuna çıkın. Acıkırsanız lezzetli yemeklerden de tadabilirsiniz. Hatta konaklama şansınız dahi var...
Elbette Makedonya denilince akla hemen Büyük İskender geliyor. Tarihi biraz daha eskilere dayansa da 2. Filip'in kral olmasıyla güçlenmeye başlayan Makedonya Krallığı, oğlu Büyük İskender'in MÖ 334'de tahta çıkmasıyla en şaşaalı günlerini yaşamış. Kısa süren krallığı döneminde İskender, Anadolu, Mısır ve hatta Hindistan'a kadar seferler yapmış. Sonrasında sırasıyla Roma, Bulgar ve Bizans İmparatorlukları derken 14. yüzyılda bölge Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve 500 yıldan fazla bir süre egemenlik devam etmiş. Sonrasında iki dünya savaşı ve uzun süreli bir Yugoslavya dönemi derken 1993 yılında bağımsızlığını resmen ilan etmiş.
Bu kadar kitabi bilgi yeter diyerek gezimize devam edelim. Toparlanmamız ve yaklaşık 20 km lik yolculuğumuz sonrası saat 11.30'da gezimizin ilk durağı olan Matka Kanyonu'na ulaştık. Havalimanı Kanyon arasında çiseleyen yağmur indiğimizde durdu ama yine de normalin üstünde serin bir hava olduğunu söylemeliyim. Otobüsün bizi bıraktığı noktadan sonra yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşle tekne turlarının yapıldığı ve Kanyonun tek otel-restoranının bulunduğu yere ulaşıyorsunuz. Bu arada yeri gelmişken küçük bir bilgi, Üsküp Eski Çarşı'nın oradan 60 nolu otobüsle yaklaşık 45 dakikalık bir yolculukla buraya gelebilirsiniz. Bilet otobüste alınabiliyormuş ve bedeli de 35 MKD.
Kalkandelen'deki Alaca Camii'nin alışageldiğimiz camilerden çok daha farklı bir görüntüsü var. Hem içi hem de dışı tıpkı ismi gibi alacalı, bulacalı. İnsanın karşısına geçip dakikalarca izleyesi geliyor...
Matka Kanyonu, Treska Nehri üzerinde yer alan bir doğa harikası adeta. Gelmeden önce internette gezinirken NTV tarafından "Dünyanın En Doğa Harikası 100 Yer" listesinde bulunduğunu okumuştum. 5000 hektarlık alana yayılmış kanyon büyük ölçüde bakir diyebiliriz. Nehir belirli noktalarda göl haline gelmiş ve oldukça dingin ve huzurlu bir atmosfer sunuyor. Buraya geldiğinizde yapabileceğiniz şeyler sınırlı aslında: Restoranda yemek yiyebilirsiniz, küçük kiliseyi gezebilirsiniz, tekne turuna katılabilirsiniz ya da minik patikalarda kanyon boyunca yürüyebilirsiniz. Aslında pek çokları burada tam gün geçirip yeşilin, mavinin ve huzurun keyfini çıkarıyorlarmış ama bizim o kadar vaktimiz olmadığı için hemen kanyon turu yapacağımız, sandaldan irice teknelerimize ilerledik. Yürüyüşle beraber grup oldukça dağıldığı için insanlar geldikçe teknelere bindirip göndermeye başladık. En son grupla bende bindim ve yaklaşık 35 dakikalık keyifli bir tekne turu yaptım. Tekneye binerken güvenlik amacıyla can yeleklerinizi giyiyorsunuz. Aslında bu turlarda Vrelo Mağarasında durabiliyorsunuz ama mevsim itibariyle hava hem serin hem de nehrin debisi yüksek olduğu için sıkıntı olmasın diye mağara gezisini pas geçmek zorunda kaldık. Ayrıca yağmur durmuş olsa da tekne gezisinde insanların biraz üşüdüğünü de söylemek lazım. Siz siz olun uygun mevsimde iseniz bu mağarayı mutlaka gezin derim. Tekne turları normal koşullarda 5 €, grup halinde gelirseniz bir miktar indirim alabiliyorsunuz.
Özel bir yer mi bilemiyorum ama Rehberimiz Osman'ın tavsiyesi ile tercih ettiğimiz Venecia'dan memnun kaldığımızı söylemeliyim. 20'den fazla insan içeriye dalınca ızgaranın başındaki çocuğun suratı görülmeye değerdi. Köftenin sunumu da lezzeti de gayet iyiydi...
Geziler tamamlandıkça arkadaşlar restoranın keyfini çıkarmaya başladılar. Kimisi bölgenin meşhur balıklarından yapılan balık çorbasını (5 €) denerken kimisi de çay ve kahve (2 €) eşliğinde kanyonun tadını çıkardılar. Biz de bir ara Cem'le birlikte kısa bir patika yürüyüşü yaptık. En çok bir metre genişliğindeki patika ilerleyen bölgelerde biraz daha daralıyormuş ama oralara kadar gitmedik. Buradaki tek tesisin toplam 10 odası var. Geçen yıl Mesut arkadaşlarıyla buraya geldiğinde bir gece konakladığını anlatmıştı. Zaten gezi programını hazırlarken "Abi bak Matka Kanyonuna mutlaka gidin" diye başımın etini yediğini hatırlıyorum. İyi ki de öyle yapmış da biz de bu doğal güzelliği görme şansına sahip olduk.
Arabati Baba tekkesi bölgedeki Arnavut müslümanlar açısından önemli bir yer. Yapılar oldukça eski ve nispeten bakımsız. Gelen misafirleri ağırladıkları konuk evi de bulunuyor. Giriş için bir ücret talep edilmiyor ama yardımda bulunabilirsiniz...
Otobüsle Tetova, ya da bizim tabirimizle Kalkandelen'e hareket ettiğimizde saatler 13.30'u gösteriyordu. Kanyon'dan Tetova 25 km mesafede ama özellikle ana yola çıkana kadar dar olduğu için yolculuk yaklaşık 45 dakika sürdü. Yol boyunca yeşilin bin bir tonu ile, derin vadilerden kıvrılan sular bize eşlik etti. Pena Nehri kenarında yer alan Kankandelen, merkezi 60.000'lik nüfusu ile Makedonya'nın büyük şehirlerinden kabul ediliyor. Şehrin neredeyse tamamı Arnavut, hatta bazı yerlerde Arnavutluk bayrağı asılı olması bizi şaşırtıyor. Rehberimiz Osman ileride buraların ve Kosova'nın Arnavutluk toprağı olabileceğinden bahsediyor bize. Adı nereden geliyor diye merak ettiğimde karşıma iki farklı hikaye çıkıyor: İlkine göre kalkan gibi sıralanan dağlar Rumeli'de fetihler yapan Osmanlı Kara Timurtaş Paşa ve askerleri tarafından delinip geçildiği için bu adla anılması; ikincisi ve daha çok bilineni ise buradaki ağaçlardan yapılan okların kalkanları delmesinden dolayı. Artık hangisine inanırsanız...
Şeyh, konferans için Almanya'da olduğunda görme şansımız yoktu. Öğrencilerinden birisi bize Bektaşilikle ilgili bilgiler verdi. Cumali ise bugün için Tekkenin en önemli şahsiyetlerinden birisi. Babayiğit bir görüntüsü olduğu kesin ama anlatılanların biraz abartılı olduğunu düşünüyorum...
Kalkandelen'de iki farklı noktayı ziyaret edeceğiz: Alaca Camii ve Arabati Baba Tekkesi. Alaca Camii, ya da halk arasındaki ismiyle Paşa Camii, ilk kez 1495 yılında inşa edilmiş. Hikayesi ilginç: Şehrin ileri gelen tüccarlarından birisinin Hurşide ve Mensure adlarında iki kızı varmış. Kızlar gelinlik çağına gelene kadar çeyiz olarak altın, gümüş, basma, kumaş ne varsa birikmiş. Lakin kızlar evlilik çağına geldiklerinde bir cami yaptırmaya karar vermişler. Önceleri itiraz etse de babaları da onları desteklemiş ve Pena Nehri kenarındaki arsayı satın almışlar. Odur budur derken camii tamamlanmış. Bugün iki kız kardeşin mezarları cami avlusundaki sekiz köşeli türbede bulunuyor.
Cami, tam da ismine yakışır biçimde renkli ve çok güzel. Bugünkü halini depremde hasar gördükten sonra 1835'deki onarım sırasında almış. Öyle çok büyük bir cami değil, hatta küçük bile denilebilir. Dış cephesi dörtgen biçiminde renkli işlemelerle süslü. İçindeki ve dışındaki el emeği işlemelerin yapımında 50.000'den fazla yumurta akı kullanıldığı rivayet ediliyor. Tavandan sarkan avizeleri, rengârenk işlemeli duvarları, mermerden mihrabı ve minberi, minik saati ile müthiş bir görsel güzellik sunuyor. Çatısı da içi kadar enteresan zira minareyi görmeseniz, çatıya baktığınızda çok rahat bir ev olduğunu düşünebilirsiniz. Pek alıştığımız tarzda bir cami olmadığı kesin. Caminin bahçesinde abdest alma yeri ve halkın su içmek için kullandığı bir de minik şadırvan var.
Solda koyun peyniri ve yoğurt eşliğinde pişi yediğimiz yoldaki mekan; sağda ise Struga'da konakladığımız Drim Hotel. Bölgenin iyi otellerinden birisi olan tesis yine de dört yıldızı hakediyor mu bilemiyorum...
Osman Bey, yol üzerinde çok güzel pişiler yapan bir yerde yemek yiyeceğimizi söylemişti ama çoğumuzun karnı acıktığı için, Onun da tavsiyesiyle, hemen Alaca Camiinin karşı çaprazındaki minik köfteci ve börekçi dükkânı Burektore Venecia'ya daldık. Zaman içinde otobüsün neredeyse yarısı içeriye doluştu ve siparişleri verdi. Ben Arzu'yla birlikte cevabi denilen köfteden söyledim. Biraz Tekirdağ biraz da İnegöl köftesine benziyor. Daha önce hem Bosna'da hem de Belgrad'da bu lezzetli köftelerden tattığım için bir an düşünmedim bile. Porsiyonda 9 adet mevcut, yanında ızgarada yağla ısıtılmış pide ve doğranmış soğanla servis ediliyor. Tek kelimeyle harika. Arkadaşlardan bazıları börek de sipariş etti. O da köfte gibi nefisti. Fiyatlar derseniz; köftenin porsiyonu 150 MKD, börekler ise 40-50 MKD. Yanında ayran isterseniz onun için de ayrıca 20 MKD ödemeniz gerekiyor. Afiyet olsun...
Struga keyifli, minik bir şehir. Arnavut nüfusu fazla. Göle açılan kanal boyunca sıra sıra kafeler ve restoranlar mevcut. Sezon henüz tam anlamıyla açılmadığı için nispeten sakin olduğunu söyleyebiliriz...
Kalkandelen'deki ikinci durağımız Arabati Baba Tekkesi. Burası bir Bektaşi tekkesi. Karşısında bir Türk Mezarlığı bulunuyor. Tekke, Sersem Ali Baba Tekkesi olarak da biliniyor. Hikayesi ilginç: Ali Baba, Kanuni'nin has vezirlerinden birisiymiş. Bir gün Kanuni'nin huzuruna çıkarak devlet işlerinden elini çekerek dini işlere kendisini adamak istediğini söylemiş. Kanuni şaşırmış ve "eğer sersemsen, git o zaman" diye cevap vermiş. Kalkandelen'e gelen Ali Baba burada kendini hayır ve din işlerine vermiş. Halk kendisini çok sevmiş, ölümünden sonra gömüldüğü türbe 1500'lü yıllardan itibaren manevi bir yer olarak kabul edilmiş. Sonradan 1700'lerin ikinci yarısında kurulan vakıf ile bugünkü anlamına kavuşmuş. Hangi akla hizmetse Tito döneminde bir ara kumar da oynanabilen turistik bir tesis olarak kullanılmış. Bağımsızlık sonrasında yeniden eski haline getirilmiş. Türk devletinin de geçmişte destekleri olmuş.
Otelin bulunduğu alanın hemen yan tarafında Kara Drim Nehri doğuyor. Enteresan bir şekilde nehir göle doğru değil gölün zıt tarafına doğru akıyor. Bu noktada yer alan ışıklandırma herkesin ilgisini çekiyor...
Tekke duvarlarla çevrili büyük bir alana yayılmış. Ana giriş kapısının üzerinde artık görmeye alıştığımız Arnavut bayrağı dalgalanıyor. Birkaç asırlık ağaçlarla bezenmiş tekke içinde küçük bir cami, türbeler, çeşmeler, konuk evleri ve şeyhin odası bulunuyor. Ortadaki şadırvan ahşap bir çatı ile örtülmüş. Tekke'nin sorumlusu Cumali adında bir Arnavut. Geçmişte Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) savaşçısıymış. Tekke'nin tarihini anlattı bizlere. 1990'lardaki savaşta Makedonlardan burayı ele geçirmek için yapılan saldırılarda kendisinin de bulunduğundan bahsetti. Özellikle 7 kişiye karşı 150 kişilik savaş hikâyesi bana biraz abartı geldi. Sonrasında şeyhin bulunduğu yere geldik ama kendisi Almanya'da bir konferansta olduğu için görmek nasip olmadı. Müritlerinden birisi bize Bektaşilik hakkında bilgi verdi. Bazı arkadaşların merak ettikleri soruları da cevapladıktan sonra tekke ziyaretimizi sonlandırdık.
Tekkeden ayrıldığımızda saat 16.00'a geliyordu. Gostivar şehrini uzaktan selamlayarak dağlara doğru tırmanmaya başladık. Bir süre sonra otoban bitti, yol daraldı, kıvrımlar ve virajlar artmaya başladı. Sürüş açısından sıkıntılı bir yol olsa da doğal güzellikler açısından da bir o kadar güzel bir yarım saat sonra Osman Bey'in önceden bize söylediği mola yerine geldik. Burası hem benzin istasyonu hem de Makedonya'daki ünlü bir hamur işi zincirinin bulunduğu küçük bir yer. Tok olmama rağmen sırf merak ettiğim için sıcak pişilerden yedim. Oldukça lezzetliydi. Klasik anlamda büyük bir hamur işini koyun peyniri ve yoğurtla servis ediyorlar. Böyle bir menünün fiyatı yaklaşık 2 €'ya geliyor. Pişi yağlı ama yerken herhangi bir rahatsızlık vermiyor. Koyun peynirine ise tek kelimeyle bayıldım. Açıktan satsalardı oralardan buralara peynir getirebilirdim.
Aziz Naum Manastırı'na giderken Su Müzesi ya da diğer adıyla Bay Of The Bones'un yanından geçiyorsunuz. Biz tercih etmedik ama karar sizin. Manastırın adını aldığı Aziz Naum ileri noktadaki yokuşun başında misafirlerini bekliyor...
Makedon hükümeti Manastırın olduğu bölgeye oldukça ciddi yatırım yapmış. Dini anlamda önemli olduğu gibi aynı zamanda hoşça vakit geçirebileceğiniz bir alan yaratmış. Hediyelik eşya dükkanları gelişi güzel konumlandırılmamış, belirli bir düzeni var. Her yer tertemiz, huzurlu bir ortam var. Bence olmazsa olmazlardan birisi...
Yola çıktıktan bir süre sonra dağlık bölge bitti ve düzlüğe ulaştık. Az sonra da Ohrid (ya da Ohri) Gölü karşımızdaydı. Belki de göl yerine deniz demek lazım. 358 km 2 ile oldukça büyük bir alanı kapsayan Ohrid, Balkanların en derin gölü olarak biliniyor. Ortalama 155 m olan derinlik bazı noktalarda 280 m civarına yaklaşıyormuş. Göl, büyük oranda Makedonya sınırlarında yer alsa da Arnavutluk için de kalan önemli bir bölümü de var. İkisi Makedonya'nın Ohrid ve Struga şehirleri, diğeri ise Arnavutluk'tan Pogradec olmak üzere göle kıyısı olan üç şehir bulunuyor. Özellikle yaz aylarında önemli bir tatil bölgesi işlevi görüyor. Gölün etrafında yazlık evler ve az odalı minik apart oteller yaz boyunca oldukça hareketli oluyormuş. Yeri gelmişken Ohrid şehri ile gölün UNESCO Dünya Mirası listesinde olduğunu belirteyim.
Bu bölgede iki gece konaklayacağımız Drim Otel, Struga'da yer alıyor. Hemen göl kenarında bulunduğu için yaz döneminde oldukça popüler bir mekân. Dört yıldızlı otel bölgenin önemli ve düzgün otellerinden birisi olarak kabul ediliyor. Daha önceden firma tarafından listeler gönderildiği için kısa süre içinde anahtarlarımızı alıp odalara çıkıyoruz. Odalar mütevazi ama temiz. Kısa bir süre oteli dolaşınca Avrupa'daki dört yıldız kavramının bizim anlayışımızla bire bir örtüşmediği gerçeğini bir kez daha görmüş oldum. Yine de bölgenin en iyi iki üç otelinden birisi olduğunu söylemem lazım. Aslında minik arkadaş gruplarıyla gelindiğinde böyle bir otelde kalmaya gerek yok. Daha az odalı apart otel ya da pansiyonlar tercih edilebilir. Biz kalabalık bir grup olduğumuz için fazla da bir alternatifimiz yoktu. Kahvaltı, akşam yemekleri ve odaları değerlendirdiğimizde yine de otelin iyi olduğunu söylemem lazım.
Manastır kilise binası taştan ve kırmızı tuğlalardan inşa edilmiş. Çok büyük bir alanı kaplamıyor, bulunduğu yerden Ohrid Gölünün keyifli bir manzarası var. Seyir için zaman ayırmak lazım...
Saat 19.00'da bazı arkadaşlarla buluşup otelden çıktıktan sonra kanal boyunca yaklaşık 10 dakikalık keyifli bir tur bizi Struga merkezine çıkardı. Struga'nın nüfusu yaklaşık 65.000 ve bunun yarısından biraz fazlası Arnavut. Zaten Arnavutluk sınırına da çok yakın bir şehir. En önemli özelliği turizm olan Struga, Kara Drim Nehri tarafından ikiye ayrılıyor. Nehir, Ohrid Gölünden doğuyor ve en büyük çıkış noktası hemen bizim otelin yan tarafında yer alıyor. Kanal boyunca kafeler ve restoranlar var ama sezon henüz tam anlamıyla açılmadığı için bazıları kapalı ya da akşamüstü bu saatlerde hava serinlediği için içerilere kaçılmış. Struga, küçük ve sevimli bir tatil kasabası. Eminim yaz döneminde çok daha hareketli ve güzel oluyordur.
Saat 20.30 gibi otele dönerek açık büfe akşam yemeğine katıldık. Aç kalmadık ama büfenin zayıf olduğunu söylemem lazım. Her tarafından sular akan bir memlekette sudan ücret istemeleri garip geldi bana. Yemekten sonra biraz dolaşmak için yeniden Struga'ya gittik. Dönüş yolunda bulunan Bridge Cafe'de Seyhan'lara rastlayınca onlarla takıldık. (Nescafe 50 MKD, 33'lük bira 70 MKD, çay 50 MKD). Yorgunluk tüm bedene yayılınca doğal olarak otelin yolunu tuttuk. Nasıl uyuduğumu bile hatırlamıyorum.
------------------
Dişisini korumak ve güç gösterisi yapmak amacıyla kanatlarını açıbca hem güzel hem de ürkütücü bir görüntüsü olduğu kesin. Yorulduğunuzda soluklanabileceğiniz ve bir şeyler içebileceğiniz harika mekânlar var...
Sabah 09.00'da yola çıktık. Bugünkü programımızın ilk durağı, bölgenin olmazsa olmazlarından birisi olan Aziz Naum Manastırı. Struga'dan yaklaşık 40 km lik bir mesafe ama yol oldukça dar olduğu için ulaşmanız yaklaşık bir saat sürüyor. Yolda Su Müzesi'nde (Bay of the Bones) kısa bir fotoğraf molası verdik. Bu bölgede 1990'larda MÖ döneme ait bazı kalıntılar bulunmuş ve 2005 yılında bir müze oluşturulmuş. Düşmanlardan ve vahşi hayvanlardan korunmak amacıyla köy biraz da gölün üzerinde yapılmış. Gölün üzerinde ahşaptan oluşturulan müzede eski dönemde insanların kullandığı aletler, yaşam alanlarına ilişkin bazı şeyler bulunuyor. Gelmeden önce yaptığım araştırmalarda çok da cazip olmadığı kanaatine ulaştığım için gezmedik ama yukarıdaki seyir terasından fotoğraflarını çekmeyi ihmal etmedik. Meraklısı için giriş ücreti 100 MKD.
Daha önce de söylediğim gibi Aziz Naum Manastırı, bölgenin en önemli turistik alanlarından birisi. Aziz Naum (Sveti Naum), Ohrid şehrinin koruyucusu Aziz Klement'le birlikte Aziz Kiril'in öğrencisiymiş. Aziz Kiril, adından da anlaşılacağı gibi, Kiril alfabesini bulan kişi. Alfabeyi Balkanlarda yayanlar ise Aziz Naum ile Aziz Klement. Bölge, o dönemde Hıristiyanlık açısından önemli bir merkez olarak kabul ediliyormuş. 905 yılında Aziz Naum, bugün adıyla anılan Manastırı inşa etmiş ama bugünkü görünümünü 16. yüzyılda almış. Hem Ortodoks Hıristiyanlığının yayılmasında hem de özellikle zihinsel problemi olan hastaların tedavisinde manastır önemli bir işlev görmüş. Müslüman halka göre ise hikâyedeki aktörün ismi Sarı Saltuk. Aynı dönemlerde İslamiyeti ve Bektaşiliği yaymak için Anadolu'dan buralara geldiği için Müslümanlar burayı Sarı Saltuk Türbesi olarak ziyaret ediyorlarmış. Sizin anlayacağınız iki farklı karakter, iki farklı toplum nezdinde birbirinin içine girmiş vaziyette. Hangisinin gerçek olduğu ise bizim ilgi alanımızın dışında kalıyor. Manastır içinde bulunan kilisede Aziz Naum'un mezarı ve içeride Azizle ilgili güzel freskler bulunuyor.
Manastır'da tekne gezisi yapmak çok keyifli bir olay. Teknelerin motor kullanması yasak, küreklerle gidilmek zorunda. Kürekleri çeken çocuk aynı zamanda bölge hakkında bilgi de veriyor. Su çok berrak ve tertemiz. İçilebildiğini de test ettik. Bazı noktalarda kaynak sularının doğduğu yerdeki kabarcıkları gözünüzle görebiliyorsunuz...
Manastıra ait alandan içeri girer girmez sol tarafta sıra sıra satıcılar yerlerini almış. Ama bunları seyyar satıcı gibi düşünmeyin, tamamı ahşap barakalarda hizmet veren oldukça güzel görünümlü minik mekânlar. Bölgenin meşhur balından el işlerine ne ararsanız var. Buraları gezmeyi daha sonraya bırakarak Kiliseye doğru ilerledik. Yaklaşık 200 m lik yol boyunca sıra sıra ağaçlar, göl kenarında insanların oturabileceği mekânlar yapılmış. Burayı tek başına bir kilise ya da klasik bir manastır gezisi olarak düşünmemek lazım. Özellikle sol tarafta kalan doğal yeşillikler içindeki alan inanılmaz güzel. Ohrid'den 150 m yüksekte yer alan Prespa Gölünden gelen su buradan Ohrid Gölüne dökülüyormuş. İşte bu alanda müthiş keyifli zaman geçirebilirsiniz. Zaten Makedon hükümeti de son dönemde burayı turistik bir cazibe merkezi haline getirmek için iyi para harcamış. Etraf temiz ve bakımlı.
Kilise girişindeki yolda Aziz Naum'un siyah bir heykeli yer alıyor. Tatlı bir yokuştan ilerlediğimizde başka bir bahçe çıkıyor karşımıza. Buranın tek hakimi ise tavus kuşları diyebilirim. Rehberimiz Osman Bey, dişisini korumak için kanatlarını açtığını ve bağırdığını söyledi. Rengârenk kanatlarını açarken bağırmasa çok daha iyi olacaktı ama bu konuda yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Bu arada tavus kuşlarının ağaçların tepelerine çıkabildiğini bilmediğimi itiraf edeyim. Buradakiler çat burada çat dalın tepesinde gezinip duruyorlar.
Kilise küçük bir yapı. İçeride Aziz Naum'un mezarı ve Azizle ilgili güzel freskler bulunuyor. Hafif yüksekte kaldığı için nefis göl manzaraları çekme şansınız var. Acıkanlar için kilisenin hemen alt tarafında güzel bir restoran bulunuyor. Tuvaletleri tarafımızdan test edildi ve geçer notu aldı.
Prespa Nehrinden gelen suyun bulunduğu yerlere çok güzel kafe inşa etmişler. Hava güzel olduğu için herkes kendisini yemyeşil bahçelerde bulunan masalara attı. Gölün kenarında bulunan küçük sandallarla tekne turu yapılabiliyor. Ben de birkaç arkadaşla birlikte bu geziye katıldım. Dört kişiden az hareket etmiyor ve adam başı 2,5 €. Buna sandalcı arkadaşın minik anlatımları da dahil. 7-8 arkadaş bir tekneyi doldurduk. Sandallarda motor kullanılması yasak, küreklerle çekiliyor. Bölge tamamen koruma altında olduğu için hiçbir şey yapamıyorlarmış. Hatta yıkılma aşamasında yan yatmış ağaçları bile kendi hallerine bırakmaları gerekiyormuş. Gölün sıcaklığı yaz-kış 10 derece civarındaymış. Suyun temizliği ise %91 olarak tescillenmiş ve sık aralıklarla kontrol ediliyormuş. Sandalcı çocuk "Şehirde akan sudan çok daha temiz" deyip bir de avucunu daldırıp içince ben de denedim. Çok tatlı bir su. Yanımızdaki bardağı daldırıp kana kana içtiğimi hatırlıyorum. Gölün pek çok yerinden çıkan kaynakların yarattığı kabarcıklar oldukça keyifli anlar sunuyor. İçindeki karbon ve bazı bitkiler suyu temizliyorlarmış. Buradaki bazı bitkilerden yapılan güzellik kremleri oldukça fazla alıcı buluyormuş.
Gezinin sonlarına doğru bize gelen müzik sesleri çok tanıdık geldi. Önce iştirak ettik ama kısa bir süre sonra huzurlu ortamı bozduğu için eleştirmeye başladık...
Gölün sonunda dönüş yaptığımız yere yakın bir noktada minik bir kilise bulunuyor. İnanış bu ya, çocuğu olmayan kadınlar buraya gelirler, dua ederler ve su içerlerse çocuklarının olacağına inanırlarmış. Dünyanın her yerinde bu tarz şeyler mevcut olduğu için hafif bir tebessümle gezimize devam ediyoruz. Bazı noktalarda ağaçlar gölün üzerini tamamen kaplıyorlar, Amazon ormanlarındaymış gibi hissediyorsunuz. Geziyi tamamladığımızda bizden nağmeler duyunca kulak kabarttık. İlk başta nehrin içerisinde inşa edildiğini düşündüğüm ahşap bölmelerin aslında bir tür büyük sandal olduğunu fark ettim. Türkiye'den gelip bunu kiralamış bir grup insan bağıra bağıra bizim şarkılardan söylüyorlardı. İlk anda oldukça keyiflendik ve el salladık ama az sonra bu dinginliğin ve huzurun içinde çok sakil kaldığını düşündüm. Etraf o kadar sakin ve huzurlu ki hiçbir şeyin bunu bozmasını istemiyorsunuz adeta.
Tekne gezimiz sonrasında hediyelik eşya dükkânlarını dolaştıktan sonra otobüse binerek 12.30'da Ohrid'e vardık. Ohrid (ya da Türkçe ifadeyle Ohri) aynı isimli gölün kenarında yer alan yaklaşık 45.000 nüfuslu bir şehir. Pek çok kaynağa göre, "Makedonya'nın İncisi" olarak kabul ediliyor. Hatta rivayet odur ki "Cennet yaratılırken bir damla yeryüzüne düşmüş, bu damla da Ohrid şehriymiş". Tarihi 6000 yıl öncesine dayanan şehrin ilk sahipleri bölgeye 'Lychnidos' yani 'ışıkların şehri' adını vermiş. O dönemde dahi önemli bir ticaret merkezi olan Ohrid, Roma, Bizans ve 1395 yılından itibaren Osmanlı İmparatorlukları döneminde de bir kültür ve ticaret merkezi olmaya devam etmiş. Osmanlılar 1912 yılında bölgeyi terk ettikten sonra 1941 yılına kadar Yugoslavya Krallığı, bu tarihten sonra da Tito'nun oluşturduğu Yugoslavya Cumhuriyeti'nin bir parçası olmuş. Makedonya Cumhuriyeti 1991 yılında bağımsızlığını ilan edince Ohrid'de bu ülkenin önemli bir turizm merkezi olarak yerini bulmuş. Hem göl hem de şehir 1980 yılından bugüne UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor.
Ohrid merkezde Çınar Meydanı ismini tam ortasındaki büyük çınar ağacından alıyor. Seyyar satıcılardan yemek yiyebileceğiniz yerlere pek çok noktada Türk izlerini görebilmek mümkün. Demleme çay satan İstanbul Kafe ise tam bir bonus doğrusu...
Ohrid merkezdeki büyük çınar ağacından ismini alan Çınar Meydanında bir saat yemek molası verdikten sonra şehre dağıldığımızda ne kadar bizden bir yerde olduğumuz hemen anlaşılıyor. Türk yemeklerini bulabileceğiniz restoranlar, pastaneler ve nefis demleme çay içebileceğiniz İstanbul Çay Evi ilk aklıma gelenler. Pek çok yerde Türkçe tabelalar görüyorsunuz. Fiyatların da gayet uygun olduğunu söyleyebilirim. Köfteli kuru fasulye 180 MKD, köfte 160 MKD, soft içecekler 60-80 MKD, çay 40 MKD.
Yemek molası sonrasında yine Çınar meydanında buluştuk ve Osman beyin rehberliğinde Ohrid'i gezmeye başladık. Hemen meydanın kenarında yer alan Ali Paşa Cami, 1573 yılına tarihleniyor. Osmanlı'nın bölgede bıraktığı önemli eserlerden birisi olan camii, Müslüman nüfusun ibadet için kullandığı yerlerden birisi. Göle doğru uzanan trafiğe kapalı Aziz Klement Caddesi boyunca sağlı sollu hediyelik eşya dükkânlarına bakarak meydana ulaştık. Meydanın tam ortasında şehrin koruyucu azizi Klement'in büyük bir heykeli var. Kucağında da minik manastır maketi.
Ohrid çarşı merkezinde dolaşmak çok keyifli. Göle açılan meydanda kocaman bir Klement Heykeli var...
Meydanda biraz dolaştıktan sonra yüzünüzü göle dönerseniz sağ tarafta kalan tarihi şehir merkezine doğru ilerledik. Daracık sokaklarda süren yolculuğumuz boyunca Ulusal Müze, Bakire Meryem ve Aziz Nikolas Kiliseleri bizlere eşlik etti. Elveda Rumeli dizisini seyredenlerin hatırlayacağı Kaymakam Evi'de gördüklerimiz arasındaydı. Geleneksel usullerle kağıt üretimi yapılan minik atölyeyi de ziyaret edip bu işin nasıl olduğunu da gördükten sonra Ayasofya Kilisesine (St. Sophia) vardık. Kırmızı tuğladan yapılmış olan kilisenin ilk inşa tarihi net olarak bilinmiyor ama genel kabul İlk Bulgar Krallığı dönemi olan 9. Yüzyıl. Özellikle 11. Yüzyıldaki ilavelerden sonra kilise daha da büyümüş ve bölge Osmanlıların eline geçince tahmin edebileceğiniz gibi camiye çevrilmiş. 1912'de bizimkiler buradan ayrılınca geçmişin izlerini silmek adına önemli restorasyonlar yapılmış. Bugün bölgenin en önemli ibadet merkezi olarak kabul ediliyor. Kapalı olduğu için ziyaret etme şansımız olmadı. Meraklısı için giriş ücreti 100 MKD.
Bu noktadan yukarıya doğru devam ederek Antik Tiyatroya ulaştık. MÖ 200 yılında Helenistik dönemde inşa edilen tiyatronun alt bölümü ayakta kalabilmiş. Antik tiyatroda Romalılar döneminde gladyatör savaşları da yapılmış ancak yerli halk bu işten çok memnun olmamış. Bazı infazlar da burada gerçekleşince halk iyice nefret etmeye başlamış ve Romalılar bölgeyi terk ettikten sonra burayı lanetlemiş ve yakmış. Çooook uzun yıllar sonra tesadüfen yeniden keşfedilen tiyatro bugün için sanatsal etkinliklere ve festivallere ev sahipliği yapıyormuş. Tiyatro iki dağın arasındaki alana kurulduğu için hem manzarası güzel hem de sert rüzgârlara korunaklı. Birkaç fotoğraf çekildikten sonra tekne turuna başlamak için dönüş yoluna geçtik.
Tarihi bölgede gezerken hiç de yabancılık hissetmiyorsunuz. Geleneksel usullerle kağıt üretimini izledikten sonra yol bizi Ayasofya Kilisesine çıkardı. Buradan biraz daha ilerlediğimizde ise Antik Tiyatro merhaba dedi...
Ağır adımlarla göl kenarına ulaştığımızda gezi teknemiz bizi bekliyordu. Güzel bir müzik ve demleme çay eşliğinde yaklaşık 50 dakika boyunca gölden Ohrid şehrinin güzelliklerini gözlemeye çalıştık. Olması gerektiği yerde, en yüksek noktada yer alan kalenin eteklerine kurulmuş, yeşil ve mavinin birleştiği bu küçük şehir nefis kareler sunuyor insana. Dar sokaklarında gezerken en az 1000 yıllık tarihi damarlarınızda hissediyor, gölün serin sularından şehre bakarken de yeşilin içine saklanmış az katlı evlerin güzelliğiyle keyifleniyorsunuz. Bence buraya geldiğinizde mutlaka yapmanız gereken şeylerden birisi tekne gezisi. Arzu edenler buradan bindikleri tekneyle Aziz Naum Manastırına kadar gidebiliyorlar. Tercih sizin.
Tekne gezimizi tamamladıktan sonra yaklaşık 2 saatlik serbest zaman verildi. Biz de bazı arkadaşlarla limandan iki farklı taksiye atlayarak (kaleye taksi 2 Euro) kale bölgesine çıktık. Taksici yaklaşık 100 metrelik yokuşu çıkmamak için bize minik bir yalan söyledi ve biraz zorlanarak kalenin oraya geldik. Ohrid Kalesi (ya da orijinal adıyla Samuel's Fortress) ilk Bulgar Krallığı zamanında 10. Yüzyılda inşa edilmiş. 2003 yılında restore edilen kale bugün için turistlerin uğrak noktası. Zaten şehrin ve gölün en güzel manzarasını da buradan izleyebiliyorsunuz. Surların uzunluğunun 3 km yi bulduğunu okumuştum. Kale de manzara dışında pek bir şey yok. Hemen ana giriş kapısının karşısında yer alan kafede harika manzara eşliğinde birer Türk kahvesi içerek (50 MKD) soluklandık. Hava güzel, kahve güzel, manzara güzel... İnsan daha ne ister ki...
Tekne turundan objektife takılan kareler...
Kalenin hemen alt tarafında bulunan Aziz Klement (St. Panteleimon) Manastırını bulmak niyetiyle ağaçların arasından yola çıktık ama birkaç dakika sonra kaybolduğumuzu anladık. İlk olarak 10. Yüzyılda inşa edilen manastır Osmanlılar zamanında camiye çevrilmiş, sonradan yeniden eski haline döndürülmüş. Rivayet odur ki Aziz Klement buraya gelmiş, Kiril alfabesi burada doğmuş ve İncil burada Kiril alfabesi ile yazılmış. Aziz Klement'in mezarı da buradaymış ama görmek nasip olmadı.
Ağaçlar arasındaki patikadan devam ederek pek çok fotoğraf ve kartpostala konu olan Aziz John (St. John at Kaneo) kilisesine ulaştık. Kaneo bölgesinde inşa edilen kilise hemen gölün tamamlandığı noktada bir minik tepede yer alıyor. Uçurumun kenarı da diyebiliriz. Kesin tarih bilinmiyormuş ancak tarihçiler 1447 yılından önce olduğunda birleşiyorlarmış. 1964 yılındaki restorasyon sırasında kubbede bulunan freskler oldukça dikkat çekmiş. İçeriyi ziyaret edemiyorsunuz ama manzara nefis. Sadece bunun için dahi buraya kadar gelinmeli diye düşünüyorum. Ekipteki herkes içinde bulunduğumuz güzelliğin keyfini çıkarıyor.
Kilisenin hemen sol tarafında kalan patikadan aşağı doğru inen merdivenlerden devam edince restoran ve kafelerin arasından geçtik. Bir noktadan sonra yol tahta hale geliyor. Sonradan insanlar gezsin, hatta kiliseye gitsin diye yapılmış olduğunu tahmin ediyorum. Yolun sonu merkeze ulaşıyor. Kadriye ablanın Serdar'a verdiği tavsiyeye uyarak Malaga dondurmacısından, tanesi 20 MKD'den dondurma aldık. Bildiğimiz Roma dondurması tarzındaki dondurmanın bence extra bir özelliği yoktu. Çarşı oldukça güzel ve hareketli. Sağlı sollu inci satan dükkânlar turistler tarafından doldurulmuş. Ohrid gölü, tüm güzelliğinin yanında, incisi ile de meşhur. Buradaki inciler öyle bildiğimiz çok kıymetli ve pahalı incilerden olmuyormuş ama ilginç olan yöreye özgü olmasıymış.
Kaleden Ohrid manzarası da güzel. Kale bölgesinden keyifli bir patika yoldan Aziz John Kilisesine varıyorsunuz. Burada biraz zaman ayrımanızı tavsiye ediyorum. Durun ve sadece etrafı izleyin. Dönerken gölün üstünden giden ve sonradan ahşaptan yapılma yoldan ilerleyebilirsiniz...
Saat 18.30'da başladığımız nokta olan çınarın altında buluştuk. 40 kişilik ekibin bu kadar dağıldıktan sonra birkaç dakikalık fire ile toparlanması aramızdaki uyum ve saygının da bir göstergesi olsa gerek. Başka turlarda yarım saat hatta bir saat insanların başkalarını beklediğini, geç gelenlerin de pişkin pişkin "ne var, ne olmuş ki?" diye saygısızca karşılık verdiğini dinlemiştim arkadaşlardan. Bizim gezi ekibi bu konuda oldukça duyarlı gerçekten. Aslında gecikilen her dakika bir sonraki gezi noktasından çalıyor da diyebiliriz. Planladığınız süreden daha az zaman geçirmek durumunda kalıyorsunuz.
Otelimize vardığımızda saat 19.00 olmuştu. Akşam yemeğini yedikten sonra bir gün önce olduğu gibi Struga merkeze gittik. Şampiyonlar ligi maçı olduğu için kafeler televizyonlarını dışarıya çıkarmış, dev ekranlarda müşterilerini ağırlıyorlardı. Hava önceki güne göre oldukça güzel, rüzgâr yok. Biraz dolaştıktan sonra Serdar'lar ve Cem'le otelin hemen karşı tarafındaki köşede bulunan kafede oturup sohbet ettik. Barın hem konumu güzel hem de kendisi güzel. Keyifli sohbetimize Makedon birası Skopsko eşlik etti (tanesi 90 MKD). Uzun bir gün olmuştu ve hepimiz yorulmuştuk. Erken yatalım desek bile yastığa kafamı koyduğumda saat çoktan gece yarısını geçmişti...
(Devam edecek) Seyahatle Kalın...
|