Ülke |
Şehir |
Ekleme |
Düzenleme |
Gezi Tarihleri |
Okunma |
Yorum |
Yazan |
Pakistan
|
Peşaver |
23 Ocak 2011 |
|
09 Mart 1990 12 Mart 1990 |
16162 |
24 |
muratozsoy |
|
|
Peşaver: Hayber Geçidi’nin Kapısı, Patanların başkenti... (Genel)
|
Rawalpindi'den ayrılıp Peşaver'e doğru yola çıkıyoruz. Bir süre sonra, Kabil'den ta Kalküta'ya kadar giden dört yüz elli yıllık tarihi bir yolla karşılaşıyoruz. Far Paviljon (Sınır Karakolu) adlı kitabın yazarı İngiliz generali John Nicholson için dikilmiş bir anıtın da hemen yanından geçiyor yol.
Pakistan'da şehirlerarası yollarda bile, otobüslerin üstünde, püfür püfür seyahat etmenin ne denli popüler olduğunu fark ediyoruz. Ve insanlar, otobüslerin tepesinde o kadar rahat ki, neredeyse imreniyoruz onlara. Kahkahalarla gülüyorlar, bol bol el, kol hareketleri yaparak konuşuyorlar. Otobüsün ani fren yapmaması için de zaman zaman dua ediyorlar mı bilemiyorum!
Otobüslerin, kamyonların hem arkasında hem de önünde, yerlere kadar uzanan zincirden süslemeler, araç hareket ettikçe çıngır mıngır sesler çıkarıyor. Otobüslerin, kamyonların her yanı boyamalar, resimler, kabartmalarla dolu. Kamyonların ön camının üzerine eski savaş gemilerindekileri andıran mahmuza benzer çıkıntılar bile yapmışlar!.. Üzerinde, aslanlar, kaplanlar, kartallar, ormanlar, dansözler, Tac Mahal ve akla hayale gelmeyecek yüzlerce, binlerce şekil bulunan kamyonlar, yanımızdan oflaya puflaya geçip gidiyor.
Kimi kamyonlar da üzerlerine F16 yazdırmış, her halde, uçacakları anı bekliyorlar heyecanla! Bazı üç tekerlekli motosikletlerin önünde ise Pakistan Hava Yolları'nın simgesi PIA harflerini görüyoruz. Bu motosikletler de uçuyor mu bilemiyoruz ama hava kirliliğine son derece önemli katkılarda bulundukları kesin!
PIA dedim de aklıma geldi. Pakistanlılar "PIA nedir biliyor musunuz?" diye soruyorlar bazen. "Sizin havayollarının baş harfleri değil mi?" diyoruz. Öyleymiş ama "Perhaps I Arrive" (Belki Varırım), "Panic In Air" (Havada Panik) gibi başka anlamları da varmış! Milletin ağzı torba değil ki büzesin, değil mi ama!..
Sonunda olan oldu işte! Öyle bir şey gördüm ki gözlerime inanamadım. Kamyonun birinin ön camının üzerindeki alınlığa bir duvar saati monte edilmiş!.. Düşünebiliyor musunuz kamyon kasasında bir duvar saati! Bu kadar süse bakılırsa, belli ki insanlar, bu kamyonları, evlerinin bir parçası gibi görüyor...
3,5 milyon Afganlı mülteci
Kimi kamyonların arkasındaki TRP harflerinin ne anlama geldiğini soruyoruz rehberimize. "Temporarily Registered in Pakistan" sözcüklerinin baş harfleriymiş. TRP, Pakistan'daki Afgan mültecilerine ait olan araçların geçici olarak Pakistan trafiğine kayıtlı olduğunu ifade ediyormuş.
Yol boyunca, Afgan mülteci kampları uzanıyor. Keçigarı'nda, yüz bin kişilik bir kampın önünden geçiyoruz. Sadece Pakistan'daki Afgan mültecilerinin sayısının 3,5 milyonu bulduğunu öğreniyoruz. Hali vakti yerinde olan Afganlı mültecilerin Lahor'a, İslamabad'a yerleşip iş kurdukları, dolayısıyla da her şey normale döndükten sonra bile bir bölümünün Afganistan'a dönmesinin hayli zor olacağı söyleniyor...
Peşaver - ipek yolunun transit kenti
Afganistan sınırı yakınlarındaki Peşaver'deyiz. Ünlü sinema oyuncusu Raj Kapoor'un doğduğu yeşil evin önünden geçiyoruz. Orta Asya ile kıta arasındaki geçiş kapılarından biri burası. Eskiden, deve kervanları, ticaret kentleri arasında kalan bu transit merkezinde soluklanırmış.
"Hudut Kenti" anlamına gelen Peşaver, aynı zamanda Hayber Geçidi'nin kapısı ve Patanların başkenti. Civarda Paştu denilen bir dil konuşuluyor. Afganlıların yarısının da bu dili konuştuğu anlatılıyor. Peşaver, Afgan mültecileri açısından yoğun bir nüfusa sahip. Bir milyon Pakistanlıya karşılık yine bir milyon Afganlı mülteci yaşıyor bu kentte.
Peşaver, Gandhara kültürü gibi çok önemli uygarlıkların beşiği olmuş. İpek yolu da bu kültürü Roma, İran ve Çin'e bağlamış. Bu stratejik konumuna karşın Peşaver, bir türlü metropol haline gelememiş. Bunun nedeni de Hayber'den gelen işgalciler! Hayber Geçidi, dar olmasına karşın savunmaya hiç de elverişli değilmiş. Bu nedenle de Hayber'i geçen yabancı işgalciler "Hudut Kenti" Peşaver'in tepesine biner, kenti yerle bir edip yağmalarmış.
Kısacası, Peşaver'in stratejik konumu, bir yandan kenti, İran'a, Roma'ya ve Çin'e bağlarken bir yandan da Hayber'den gelen işgalcilerin yutuverdikleri ilk lokma haline getirivermiş. Ne zaman ki, Moğol İmparatorluğu'nun kurucusu Babür, "Küçük kale" anlamına gelen Balahisar adlı kaleyi yaptırmış, kent biraz soluklanıp kendini toparlama imkânı bulmuş.
Balahisar'ın tepesinden kenti seyrediyoruz. Yüksek duvarların arkasına gizlenmiş olan kız okulu bile kaleden bakan gözlerden kaçamıyor. Kız okulu da başka ne yapsın? Kaleden bile görünmemek için, kaleden yüksek duvar yapmak lazım değil mi ama!
Buda heykelinde bıyık!
Yunan, Roma ve Hint kültürlerinin harmanlandığı bir kent bu. Örneğin Peşaver Müzesi'ndeki "Oruç tutan Buda" o denli ünlü ki, sırf bu heykeli görmek için bile, insanlar, Japonya'dan, Kore'den, Çin'den akın akın Pakistan'a geliyorlar.
Büyük İskender, Doğu'ya uzun yürüyüşünü bu topraklarda noktalayınca, burada, Yunan kentleri kurulmuş, askerler de yerli kadınlarla evlenmiş. Yunan ve Budist sanatının birbirini etkilemesi sonucu, bundan iki bin yıl önce, bölgede ünlü Gandhara Sanatı ortaya çıkmış; Buda heykellerinin görüntüsü değişmeye başlamış, burun kemerleşmiş, bıyık görülmeye başlamış, saç tipi farklılaşmış.
Politikacı, bayan olmasın da!..
Müzede görevli, genç Patanlarla sohbet ediyoruz. İngilizce bilmediklerinden, sohbetten çok, kuş dili gibi bir şey konuşuyoruz. Laf lafı açıyor, iş politikaya geliyor. Kuş diliyle soruyorum birine:
- Ziya ül Hak'ı nasıl buluyorsun?
- İyidir!
- Peki ya, Zülfikâr Ali Butto?
- O da iyidir!
Ziya, Butto'yu astırdı ama, o, hiçbir ayrım gözetmeksizin, her ikisini de seviyor! Son olarak Benazir Butto'yu soruyorum. Onu pek sevmiyormuş. Şaşırıyorum! "Babasını seviyor, kızını sevmiyor! Bu nasıl iş?" diyorum kendi kendime. Tekrar soruyorum. Meğer, kadın politikacı istemezmiş! Şimdi iş anlaşıldı. "Politikacı, bayan olmasın da kim olursa olsun!" demeye getiriyor bizim genç Patan.
Türkiye ve Pakistan halkları arasındaki sıcak dostluk, kendini Peşaver Müzesi'nde de belli ediverdi hemen. Müze kapanalı saatler olmasına karşın, genç Patan görevliler sırf bizim için tüm ışıkları yaktılar ve çekim bitene dek bizimle oturdular.
"Yabancılar giremez!"
10 Mart cumartesi. Pakistan'da hafta sonu tatili cuma olduğu için, bugün, haftanın ilk günü. Haftada, sadece bir gün tatil, bu ülkede. Buna karşılık, sabah sekiz civarında başlayan mesai, öğleden sonra iki buçuk dediniz mi sona eriveriyor.
Pakistan makamlarından Hayber Geçidi için izin istemeye gidiyoruz. Onun için, mesai saatlerini sıkı sıkıya öğrendik. Daktilolar, yazılar, bir üste haberler... Bürokrasinin en altından en üstüne, en üstünden en altına dolanıp duruyoruz. "Üç, dört gün alır!" diyorlar sonunda. "Ama bizim sadece iki günümüz var burada!" diyoruz. "Evet ama biliyorsunuz burası yasak bölge!" diyorlar ve ekliyorlar "Film çekmeyi bırakın, izni olmayan yabancılar bu bölgeye giremez bile!".
Bekliyoruz bekliyoruz... Bu arada, Peşaver enformasyon müdür yardımcısının ahbapları giriyor odaya. Yarım-kucaklaşma denebilecek bir stil var Pakistan'da. Tam kucaklaşmaksızın parmaklarıyla birbirlerinin sırtlarına dokunuyorlar hafifçe.
Bütün resmi dairelerde, Pakistan'ın kurucusu Cinnah'ın resimleri asılı. Başında da kendi adıyla anılan kepi bulunuyor Cinnah'ın. Hepimizin gözleri duvardaki saatte. 12'ye yaklaşıyor... Ne kadar sürer ki daha?..
Fatihlerin geçidi, Hayber!
Peşaver'e on beş kilometre uzaklıkta Hayber Geçidi... Orta Asya ile Hint yarımadası arasında, hem işgalin, hem de ticaretin koridoru olan bir geçit Hayber.
Bu koridorun ilk kez, bundan üç bin altı yüz sene önce Orta Asya'dan gelen Ariler tarafından kullanıldığı anlatılıyor. Dünyayı titreten fatihlerden İskender, Cengiz Han, Timurlenk ve Babür'ün de Hayber'den geçerek Hint yarımadasına ulaştığı rivayet ediliyor. İslâm'ın tarih sahnesine çıkışıyla birlikte Gazneli Mahmut da Hayber Geçidi'nde beliriveriyor.
Bundan yüz elli yıl kadar önce, Afganlıların, bir İngiliz ordusunu kılıçtan geçirdikleri yer de yine, bu, bin metre yükseklikteki Hayber Geçidi. Jamrud Kalesi'nde başlayıp elli sekiz kilometre ötede, Afgan sınırındaki Torkham köyünde noktalanan ünlü geçidin kırk kilometresi Pakistan'da, gerisi ise Afganistan'da.
Huzursuz bir bekleyiş içindeyiz... Dedikleri gibi, üç, dört gün alırsa, tüm program altüst olabilir. Bekliyoruz...Az sonra rehber görünüyor kapıda. Hepimiz endişeyle ona bakıyoruz! Rehberin ağzı kulaklarında. "Tamam!" diyor. Artık dosdoğru Hayber Geçidi'ne...
Patanların üç kuralı
Hayber'le birlikte, dağ insanları Patanlar'la karşı karşıyayız artık. Cesur, neşeli ve son derece yardımsever olan bu insanlara, dost olarak, sonuna kadar güvenilebileceği anlatılıyor. Ama düşman olarak Patanlar, köşe bucak sakınılması gereken acımasız insanlar.
Patanların yaşamındaki üç önemli kuraldan bahsediyor herkes. Birinci kural, "kendilerine sığınanı korumak". Rehberimiz, "Peşaver'de adam öldüren biri bile, bu bölgeye ulaştığı takdirde paçayı kurtarmış demektir!" diye örnekliyor bu kuralı. Patanların ikinci kuralı, "göze göz, dişe diş", üçüncüsü ise herkese gösterilen "misafirperverlik".
"Super de lux" kaçakçılık!
Hayber Geçidi'nin başındaki Jamrud kasabasındayız. Önümüzde, Hayber Geçidi'nin sembolik girişi Hayber Kapısı yükseliyor. Dükkânların önüne çömeşip safranlı pilav yiyen silahlı Patanlar, gözümüze çarpıyor hemen!
İskender'in geçtiği eski yolun hemen yanından, şimdi, kaçak buzdolaplarıyla yüklü kamyonlar işliyor vızır vızır. Bu kaçak malların, Hong Kong ve Singapur'dan, gemiyle Karaçi'ye geldiği, oradan da tırlara ve trenlere yüklenip Peşaver'e getirildiği anlatılıyor. Sonra da kamyonlarla Afganistan'a girdi çıktı yapılıp tekrar Pakistan'a geri dönüyor kaçak mallar.
Kamyonların çoğu, eski, püskü, bir kısmı ise her an araba mezarlığını boylayacak derecede dökülüyor, ama hemen hepsinin üzerine eğri büğrü de olsa "Super de lux" yazılmış! İnsanlar, otobüslerin üstündeki bagaj konulan yere bağdaş kurmuş, sanki kahvede otururmuşçasına, manzaraya nazır ve doğal havalandırmalı püfür püfür yolculuk yapıyorlar bu bölgede.
"Hayber'in Tüfekleri" denilen askeri bölgenin hemen yanından geçiyoruz. Ali-Mescid Kalesi ise bir kartal yuvası gibi uzanıyor önümüzde. Hz.Ali'nin buraya geldiğine inanılıyormuş. Hayber Geçidi'nin en yüksek noktası olan Landi Kotal'e on beş kilometre mesafedeyiz. Vızır vızır geçen kamyonlar, sınıra gidip gidip geliyor. Ve kim bilir, neler neler getiriyorlar?
Hayber Geçidi'nin ortasında, kırmızı rengiyle Şagayi Kalesi dikiliyor karşımıza. İngilizler, kaleyi, Patanların, gelene geçene saldırmasını engellemek ve Afganistan yolunun açık tutulabilmesini sağlamak için bundan yetmiş yıl önce yapmış.
İpeğin uzun yolculuğu...
Karşımızda Hindikuş dağları uzanıyor. Eski ipek yolları da işte bu dağların eteklerinden süzülüyor. İpek yolu, Çin İmparatorluğu'na toplam on bir asır başkentlik yapmış olan Hsi-an'dan başlayıp boydan boya Çin'i geçiyor, Sovyetler, Hindistan, Pakistan, İran, Irak, Suriye, Ürdün'den sonra Türkiye'yi de kat ederek Roma'ya ulaşıyor. Çin'den İtalya'ya, toplam on üç bin kilometrelik bir yol bu! Dile kolay, deve sırtında on üç bin kilometre!..
Hindikuş dağlarının hemen arkası ise Afganistan. Az ilerimizdeki sınır köyü Torkham'ın, yarısı Afganistan'da yarısı Pakistan'da kalmış. Üzerinde 1, 2, 3 diye numaralar bulunan üç sınır karakolu görüyoruz.
Çatışmalar yoğunlaşınca, doların kuru düşüyor!
Sınır köyünden dönüşte, bahçeleri, tepeleme kaçak otomobil lastiğiyle tıka basa dolu evler görüyoruz yolun iki yanında. Bölgenin temel geçim kaynağı kaçakçılık... Peşaverli rehberimiz de kaçak Japon sigarası içiyor. Bu sigaralar Afganistan üzerinden gelip, gizlice Pakistan'a sokuluyormuş. İşin ilginci, Japonya'da otuz küsur rupiye satılan Japon sigaraları, kaçak olarak sokuldukları Pakistan'da on rupiye satılıyor. Oysa Pakistan'ın kendi sigaraları bile yirmi rupi yani bir dolar!
Karaborsa fiyatlarının ve döviz kurlarının, tamamen, Afganistan'daki çatışmalara bağlı bir seyir izlediğini öğreniyoruz. Şartlar kaçakçılığa müsaitse dolara talep artıyor ve kurlar yükseliyor. Çatışmalar yoğunlaşırsa kaçakçılık yavaşlıyor, doların kuru da düşüyor!
Ayakkabı astarı mı ne?
Landi Kotal bölgesindeki kaçakçı pazarında dolaşıyoruz. Vitrinin birinde, ayakkabı astarına benzeyen koyu renkli bir şey, dikkatimizi çekiyor. Ben tam, "ayakkabı astarının da vitrine konduğunu ilk kez görüyorum!" gibisinden düşünürken, rehberimiz, "Bakın bunlar esrar!" diyor. Şaşırıp kalıyoruz! Afganistan'dan gelen esrar, açıkça vitrinde sergileniyor. Orada, dört dolara satılan esrar parçasının ABD'de yüzlerce dolara alıcı bulabileceğini söylüyor işin erbabı!
Bize, bir de "kalite kontrolü" gösterisi düzenliyorlar hemencecik. Bir parça esrarı kırıp ısıtıyorlar, toz haline gelince sigaranın içine sarıyorlar. Yirmi rupiye yani bir dolara da şiş uzunluğunda esrarlar satılıyor bu dükkânda. İşten anlayanlar, ilk iki yıldan sonra, hâlâ bu alışkanlıktan kurtulamayanların, sonunun, hiç de hayırlı olmayacağını söylüyorlar! Bu yöntemlere ek olarak, Pakistan'da, buti adlı bir bitkiyi kurutup, ya da ezip sütle karıştırarak keyif verici bir madde elde edildiğini öğreniyoruz.
Kanunsuz bölge!
12 Mart. Yeni bir "no-law-land"e yani "kanunsuz bölge"ye giriyoruz. Pakistan yasalarının uygulanmadığı bu kabile bölgelerinin değişmez manzarasını, sıkça rastlanan kontrol noktaları, kalaşnikoflu vatandaşlar ve yüksek duvarlı evler oluşturuyor. Yüksek duvarların, hem savunmaya, hem de özel yaşamın gizlenmesine yönelik olduğu anlatılıyor.
Otobüslere tutunup giden insanlar görüyoruz yol boyu. Biri, bir eliyle otobüsün dışındaki merdivene sarılmış, öbür eliyle de yanındaki arkadaşına el ve ayak şakası yapıyor! Bu şakalar yapılırken, birinden birinin eli bir kurtulsa, boylu boyunca düşüp arkadan gelen arabanın altına girivermesi içten bile değil! Gerçekten cesur insanlar şu Patanlar!..
Etrafta, "şekerkamışı suyu" satıcılarına rastlıyoruz sık sık. İki merdanenin arasında şekerkamışını ezip suyunu çıkarıveriyorlar anında.
Kalaşnikofa evet, roketatara hayır!
Kohat Vadisi'nin ortasındaki Darra kasabasındayız. Paştu dilinde "geçit" anlamına geliyor Darra. Kentin, adı gibi kendi de her anlamda bir geçit! Afganlı Mücahitler, silahı buradan alıp Afganistan'a geçiveriyorlar. Binden fazla silah dükkânı var minicik kasabada! Hani neredeyse hemen her aileye bir silah dükkânı düşüyor! Kimi dükkân sahipleri de kırk iki kilometre mesafedeki Peşaver'de oturur, her gün gider gelirmiş Darra'ya. Bu bölgede, yaklaşık on bin kişinin, bir şekilde silah işine bağlantılı olduğunu öğreniyoruz!
Pazara girmeden önce, muhafız veriyorlar yanımıza. Bizi koruyacak olan askeri de arkamızdaki koltuğa yerleştiriyoruz. Yerimiz dar olduğundan tüfekle sürekli yakın temas halindeyiz. Kâh ensemizde, kâh yanağımızda... Yolda sürekli silah sesleri duyuluyor. Her yer kalaşnikof mağazalarıyla dolu. Silahlı çocuklar geçiyor yanımızdan. Sanki omuzlarında otomatik tüfek değil de su testisi taşıyorlar! O derece rahat ve kaygısızlar ki!..
Ancak "silahsal özgürlük!" tamamen de denetimsiz değil anlaşılan... Pakistan hükümeti, "her şeyin bir sınırı olmalı!" deyip roketatar satışına karşı bir operasyon düzenlemiş bir süre önce. Sonuçta "Kalaşnikof imalatına evet, roketatara hayır!" gibi bir orta yol bulunmuş. Böylece roketatarlar da vitrinlerden kaldırılıp illegal ticaretin alanına girivermiş!
Savaşçı kabilelere yüzyılı aşkın süredir silah sağlayan imalatçı bir kasaba Darra... Silah yanı sıra içki ve esrar da açıkça satılıyor bu bölgede. Öyle, el altından falan da değil!..
Adamın biri, İngilizce olarak "Noor Muhammad Silah Satıcısı" yazmış dükkânının üstüne ve Kalaşnikof'tan Smith Wesson'a kadar aklınıza ne gelirse satıyor. Bir diğer silahçı, kartını tutuşturuyor elimize. Kartta bir Kalaşnikof resmi var, bir de "Hamayun İnsaf Silah Dükkânı" yazıyor. İnsaf sözcüğünden sonra da kapkara tüfeğin resmini çizdirmiş kartına. Gel de "El insaf!" deme!
Silah satışı ve şeker ikramı!..
Berberin, terzinin hemen yanında, makineli tüfek imalatçısının dükkânı bulunuyor bu kasabada. Sokakta, salkım saçak satılan etlerin yanı başında, malının kalitesini göstermek için, bir şarjör mermiyi havaya boşaltan silah satıcıları görüyoruz. Silah pazarlıkları ise tüm hızıyla devam ediyor.
Yetmiş, seksen yaşlarında dedeler, ellerinde çiviler, çekiçlerle bir tüfeğin başında uğraşıp duruyorlar... Bir diğeri, yeni dükkân açmış, gelene geçene şeker ikram ediyor. "Hayırlı olsun!" demek pek gelmiyor doğrusu insanın içinden! Sanki açılan, silahçı değil de bakkal dükkânı! Silah satışı ve şeker ikramı!.. Bağdaştırmak çok zor gibi geliyor insana, ama, bu bölgede öylesine doğal karşılanıyor ki!..
Gerçeküstü bir film seyreder gibiyiz sanki!
İmalatçı atölyelerinin bulunduğu arka sokağa yöneliyoruz. Dükkânın birinde, beyaz renkli demiri, bir asidin içine sokup kaynatıyorlar. Bir süre sonra çıkardıklarında, koyu bir renk alıyor tüfek. Sıfırdan başlayıp o tüfeği tamamlamak on altı günlerini alıyormuş silahçıların.
Her dükkânın uzmanlık alanı da farklı. Dükkânın biri, sadece silaha renk veriyor örneğin. Diğerinde yivin, namlunun yapılışını izliyoruz. Ustalar, yaptıkları işten son derece gurur duyuyor besbelli! Kıvançla gösteriyorlar dükkânlarındaki tüfekleri. Çocuklar, silahlar, tatlılar yan yana... Gerçeküstü bir film seyreder gibiyiz sanki! Tam bunu düşünürken göğü yırtan makineli tüfek takırtıları geliyor hemen yanımızdan. Bu ses, hiç de gerçeküstü değil doğrusu!
Müthiş bir faaliyet görülüyor dükkânlarda. Körüklü bir ateşle demir boruyu ısıtıyor, sonra çekiçle dövüyorlar. Dikine tutulan, ucu kıpkırmızı demire, sanki hınçla vuruyor kara saçlı, kara gözlü adam. Belki, düşmanlarının yerine koyuyor demiri ve hınçla vuruyor! Birkaç darbede, kızgın demire istediği biçimi veriyor işin erbabı ustalar. Asit buharları yükseliyor her bir yandan. Çalışanlar, ağızlarına birer mendil germiş, ama, ölümcül buharları durdurabilir mi acaba o minicik mendiller?..
Yüz elli küsur yıldır silah üretiliyor bölgede. 1918 yapımı bir tüfek çıkarıyorlar, dükkânın birinde. Tek bir parçası için bile makine kullanılmamış; tamamen el yapımı!
Kısa bir gezinti sonucu, Darra'da Rus AK47'sinden uçaksavarlara kadar hemen her silahın bulunduğunu anlıyoruz... Mükemmel kopyaları çıkarılan İngiliz Lee Enfield 303'ler bölgenin en çok tutulan silahlarından. Ayda düzinelerce satılıyormuş bu tüfekten.
Çok yakınımızdan, sürekli silah sesleri geliyor. Rehberimiz, "Aman, dikkati elden bırakmayın, her an, her şey olabilir bu bölgede!" diyor. Yanımızdaki dükkânda silah deniyorlar. Namluyu göğe çevirip, basıyorlar tetiğe! Kulakları sağır edici bir takırtı duyuluyor yeniden...
1500 rupiye yani yaklaşık 75 dolara, 7 mm. tüfekler sergileniyor dükkânlarda. Bu tüfeklerin en pahalısının 350 dolar olduğunu söylüyor dükkân sahibi. Satıcı, ceviz kabzalı bir tüfek gösteriyor. Parker Hell markanın son derece usta bir kopyasıymış bu. "Bizim yaptığımız, orijinalinden daha sağlamdır!" diyor satıcı. Belli ki son derece güveniyor malına! Silah sesleri bir türlü dinmek bilmiyor. Gökyüzü, kalaşnikoflarla deliniyor sürekli...
Makaranın yanında muşta!
Çekim yapmak istediğimizi söylüyoruz bir silah satıcısına. Pek seviniyor. Paketler açılıyor, bakır renkli mermiler şarjöre doluyor tek tek. Dükkân sahibi, dolu silahı, müşterinin eline vermiyor genellikle; kendi çekiyor tetiği. Dışarı çıkıyoruz, kulakları sağır edici bir gürültü... Gök, bir kez daha yırtılıyor. Çocuklar koşuşturup boş kovanları kapışıyorlar. Bunları toplayıp, tekrar dolduruyorlar ya da boş kovanlarla oyun oynuyorlar!.. Mermilerin parasını verip ayrılıyoruz.
Bir manifaturacı dükkânının önünden geçiyoruz. Vitrinde, bir sürü düğmeler, makaralar... Tam geçerken, biraz dikkatli bakıyorum vitrine. O da nesi! Düğmelerin, makaraların yanında, muştalar, boy boy sustalı bıçaklar!.. Demek ki muşta ve sustalı bıçak da, düğme, makara kadar "her eve lazım!" bir ihtiyaç bu bölgede.
Ayak parmak arası şiş!
Sokakta, Kalaşnikoflarını kucaklarına koymuş, yemek yiyen insanlara rastlıyoruz. Rehberimiz, "pilavla helva yiyorlar!" diyor. Bu iki yemek ismi de Urduca'da aynen bizdeki gibi kullanılıyor.
Adamın biri, ayak parmaklarının arasına bir bıçak yerleştirmiş, etleri o bıçağın üstüne getirip getirip kesiyor. Bir diğeri ise, yine ayak parmakları arasına bir kebap şişi koymuş, et parçalarını geçiriyor tek tek. Az sonra ateşe atılıp şiş kebap olacak, bu, ayak parmakları arasında şişe geçirilen etler. Yan yana iki oğlan yürüyor... Biri sebze küfesini yüklenmiş, öbürü silah kabzalarını omuzlamış, kim bilir nereye götürüyorlar?.. Yaşları da, olsun olsun sekiz dokuz!..
500 dolara Kalaşnikof, 7 dolara kalem tabanca!
Kalem tabancalar çıkarıyorlar. Hem yazıyor, hem ateş ediyor. Biraz daha ağır olması dışında, görünüş olarak, bir dolmakalemden hiçbir farkı yok bu tabancaların. "On metreden çok iyi iş görür!" diyor satıcı. 7 dolarmış bu tehlikeli dolmakalemler!
Bir kişinin, bir ayda imal ettiği söylenen Kalaşnikoflara, bölge halkı "Dangar" adını takmış. Paştucada "hayvan" anlamına geliyor bu sözcük. "Hayvan"lar 500 dolardan alıcı buluyormuş. Toplu tabancalar 20 dolar, otomatik tabancalarsa 40 dolar imiş.
Dünya piyasasına yeni giren her ürünün, birkaç gün içinde kopyasının yapılabildiğini söylüyor Darralılar. Silah konusunda, el maharetinin, şahikasına ulaştığı bir yer burası... İnşaat demirinden bile, tabanca, tüfek yapıyorlar bu bölgede. Yetmişlik bir ihtiyar, silahın mekanizmasını nasıl yaptığını tarif ediyor bize. O da, "Elle yapılan daha sağlamdır" diyor ve ekliyor "üç günde bitiririm bir mekanizmayı".
"Kaç ton esrar isterseniz bulurum!"
Pakistan'ın Afgan sınırına yakın bu minik kasabasında, silah kadar esrar ticareti de yoğun. Önünde, hayvan postu ile, bir siyah, bir beyaz bayrak asılı dükkânlardan birine yolunuz düşerse haşhaş ve eroin ticaretinin göbeğindesiniz demektir. Eski zamanlarda, okuma yazma pek bilinmediğinden, bu simgeleri görenler, içerde haşhaş satıldığını anlarlarmış. Dükkânın önünde bir de at nalı asılı. Uğur getirirmiş!..
Esrarlı sigara hazırlıyorlar ikram olsun diye! Yarım dolarlık esrarın on, on beş sigaraya yeteceğini söylüyorlar. Bize uzatıyorlar sigarayı, kullanmadığımızı söylüyoruz. Bunun üzerine dükkân sahibi, kendisi yakıp bir derin nefes çekiyor.
Kilosu 60 dolar olan haşhaş, açıkta satılıyor ama eroin ticareti biraz daha illegal yürütülüyormuş. Silahçılar gibi esrar satıcılarının da kendilerine güveni sonsuz! "Kaç ton esrar isterseniz bulurum. Üç dört kamyon getirin hepsini doldurayım!" diyor biri. Haşhaşın, özellikle Pakistanlı kamyon şoförleri arasında, hayli popüler olduğunu duyuyoruz.
Kale gibi evlerin içinde, kocaman aileler halinde, geleneklerine bağlı ve son derece dindar insanlar yaşıyor. Dışardan, yoksul izlenimi veren bu evlerin kimilerinde, korkunç bir zenginlik var. Sürekli yeni inşaat yapılıyor Darra'da. İşler iyi anlaşılan! Tuğla yüklü kamyonlar geçtikçe, "yine yüksek duvarlar örülecek her halde bir yerlere!" diyoruz.
Bana kristalini göster, sana kim olduğunu söyleyeyim!
Dört kabile bölgesinde yaşayanların sayısının toplam bir milyonu geçtiğini öğreniyoruz. Bunların arasında, silahtan esrara kadar her türlü kaçakçılıktan köşeyi dönmüş aileler var. Bu işlerden, köşeyi, bir değil, birçok kere dönmüş bir aileye konuk oluyoruz. Peşaver'e kırk altı kilometre uzaklığı gösteren tabelanın hemen önündeki bu saray yavrusu, dışardan tam bir kale görüntüsü veriyor.
Rehberimiz, "Eviniz ne kadar güzel!" deyince onlar da gururla evlerine buyur ediyorlar yabancı konuklarını! Tam evden içeri gireceğiz, muhafızımız zınk diye duruyor kapıda; ağzından da tek söz çıkıyor: "Ne ben girerim, ne de sizi sokarım!". Hayli ilginç bir durum doğrusu! Ev sahibi içeri buyur ediyor, bizi korumakla görevli muhafızımız "Giremezsiniz!" diyor. Sonunda öğreniyoruz ki, aile reisi hakkında ağır suçlamalarla tutuklama kararı varmış!
Ne ilginç işler oluyor şu dünyada! Adamın biri kaçakçı, hakkında tutuklama kararı var, ama o, herkesin bildiği bir saray yavrusunda oturmaya devam edebiliyor! Öyle, ele geçirilemez kartal yuvası gibi bir yer de değil doğrusu bu kaçakçı evi! Ne dağın başında, ne de okyanusun uçsuz bucaksızlığında kaybolmuş adalardan birinde! Tam tersine!.. Şehirlerarası yolun üzerinde bu ev! Landi Kotal'e bir, Torkham'a sekiz kilometre mesafede...
Yani, kaçakçının yeri belli, yurdu belli! Bunu hükümet de biliyor, devletin askeri ve polisi de! Biliyor bilmesine amma kimse adamı tutuklayamıyor. Kaçakçı, arkasını sağlam yere dayamış anlaşılan!.. Benimki de iş mi sanki! Çok şaşırtıcı bir şeymiş gibi anlatıyorum bütün bunları. Sanki adresi belli olduğu halde yakalanamayan kaçakçı, dünyanın bir başka yerinde yok!
Ne yapacağımızı konuşuyoruz aramızda. "Belki bölge valisi izin verir!" deyip yollara düşüyoruz. Hayber bölgesi Landi Kotal biriminin siyasi sorumlusuna gidiyoruz. Afgan sınırından, Pakistan'ın 72 kilometre içine kadar uzanan yüz bin nüfuslu şeridin Mücahitlerin denetiminde olduğunu anlatıyor siyasi sorumlu.
Eski zamanlarda, buradan geçen ipek yolunun Suriye'ye kadar gittiğini öğreniyoruz. Siyasi sorumlu, bizim sekiz kişilik ekibin, altısının sigara içtiğini görünce eski gözlemlerinin de ışığında "Türklerin yarısından fazlası sigara içiyor olsa gerek!" diyor gülerek. Ayrılırken de, "Evleri ve kadınları çekmeyin sakın, tehlikeli olabilir sizin için!" diye uyarıyor.
Siyasi sorumluyu ziyaretimizden sonra, tekrar kaçakçının evine yöneldik. Bu kez muhafızımız daha yumuşak... Onu, kalemsi saray yavrusunun dışında bırakıp biz içeri giriyoruz. İçerisi, kaçakçının silahlı muhafızlarıyla dolu. Mihmandarımız da aranan kaçakçı reisinin oğlu! Makine mühendisi olduğunu anlatıyor gururla... Bence, baba mesleğine gayetle uygun bir eğitim! Bir de kimya mühendisliğinde yüksek lisans yapsaymış, dört dörtlük olurmuş doğrusu! Biliyorsunuz, hem silah hem de esrar pazarlaması son derece bilimsel yöntemlerle yürütülüyor günümüzde!
Reisin oğlu ve silahlı adamları, bize malikâneyi göstermeye başladılar. Aman efendim, neler yok neler, bu saray yavrusunda!.. Yetmiş kişilik ailenin, seksen hizmetçisiyle birlikte yaşadığı malikânede, Hollanda ineklerinden Bohemya kristallerine, otomatik perdelerden altın kapı tokmakları ve yine altın banyo musluklarına kadar neler neler...
Her şeyin ithal edildiğini anlatıyorlar gururla! Her yer lambri kaplı. Kale-malikânenin içindeki kimi sokak duvarları bile!.. Adım başı sütunlar yükseliyor!.. Mermerler de ya İtalya'danmış ya Yunanistan'dan... Ağaç kaplamalarsa Burma ve Seylan'dan gelmiş imiş! Kristaller de çok ilginçti doğrusu. Ya kılıç, ya bıçak ya da tabanca şeklindeydi kristallerin çoğu. "Bana kristalini göster sana kim olduğunu söyleyeyim!" diye boşuna söylememiş atalarımız!
Reisin oğlu, gururla anlatmaya devam ediyor, "Şunun dış kaplaması sedir ağacından, bunun değeri şu kadar milyon dolar..." falan diye. Sonunda da ekliyor "Sizin bu gördükleriniz evin sadece üçte biri! Seneye daha da büyüteceğiz!". İçimden, "Biz size mani olmayalım!" demek geldi bir an. Neme lazım, adam, alay ediyorum falan zanneder de!..
Tam bizim arabalara yöneldik ki aranan kaçakçı reisle burun buruna geldik. Anlaşılan, bir "iş toplantısı" dağılıyordu. Reis, toplantıya gelen diğer kaçakçı liderleri uğurladı. Elde kameralarla bizi görünce, hiç konuşmadan, hızlı adımlarla uzaklaştı yanımızdan. Reisin filmini çekmeye bile yeltenmedik zaten. Oysa, bize, hiçbir şey söylemediler, çekmeyin gibisinden. Sadece reisin oğlu ve silahlı muhafızlarıyla göz göze geldik bir an!..
Peşaver'e otelimize dönüyoruz. Ancak Patanların ülkesinde silahlar susmuyor. Uzaktan gelen makineli tüfek seslerini dinleye dinleye uykuya dalıyoruz...
|
Yazılan Yorumlar... |
Engin D (13 Şubat 2012)
|
|
Akla zarar bir macera ve keyifle okunan bir yazı Kaleminize sağlık
|
Fatih (25 Ocak 2012)
|
|
Türkiyedeki patanların hepsi aynı soydanımı ve tam olarak nereden geldiğini merak ediyorum bu konuda bir araştırmanız varsa paylaşmanızı istiyorum
|
kadir (13 Eylül 2011)
|
|
ben bu gün peşavere gidiyorum ama şimdiden murat bey sayesnde gitmiş oldum...teşekkürler:)
|
fatma (24 Mart 2011)
|
|
murat bey yazılarınızı okurken çok keyif aldım ellerinize sağlık.
|
Nurhayat Özdemir (03 Şubat 2011)
|
|
Sevgili Murat , belgesel ızlemiş kadar oldum ; coğrafyasının oldugu kadar , yaşayanlarının da dramı, ancak bu denli yumuşak bir dille anlatılır. teşekkürler
|
Şükrü Künüçen (28 Ocak 2011)
|
|
Sevgili Murat, beni yeniden anlattığın yerlere götürdün, anılarım tazelendi. Anlatımın o kadar görsel ki okuyucu rahatlıkla anlatılanları hayal edebilir. Seninle oralarda bulunmak ve yaşadıklarımızı paylaşmak çok güzeldi. Yazarak ne iyi yapmışsın. Dostlukla. Ş. Künüçen
|
mehmet culum (27 Ocak 2011)
|
|
Keyifle okunurken, çaktırmadan bilgilendiren, tam Muratça bir yazı ve olağanüstü resimler. Sağ ol değerli dostum.
|
Ahmet Semih Deniz (27 Ocak 2011)
|
|
Abi müthiş valla belgesel gibi.Çok şey öğrendim.Ellerine sağlık.
|
Davut TÜZÜNER (26 Ocak 2011)
|
|
Muratcığım, çok keyifli bir yazı olmuş, eline sağlık.
|
feriha yıldırım (26 Ocak 2011)
|
|
Muratcım, insanı alıp götüren yazını büyük bir heyecanla (zaman zaman da dehşete düşerek) okudum.. Okurken de elbette çook düşündüm bu bizden çok uzak gibi görünen ama yine de çok yakınımızda olan dünyayı.. Yazan ellerine, gören gözlerine, düşünen beynine ve cesur yüreğine sağlıklar olsun..
|
Esra Korad (26 Ocak 2011)
|
|
Sevgili Murat hocam, Hakikaten şahane, insanın içinden hemen şu an kalkıp oralara gidesi geliyor...
|
Hülya Kurt (26 Ocak 2011)
|
|
Heyecan verici aynı zamanda harika hadim olma böyle yazıyorum ama sanki ekibinizdeydim ve yazdığınız her şey canlandı gözümde. İki defa okudum birincisi hızlı hızlı ikincisini de yavaş yavaş her iki durumda da inanın ki benim heyecanım şimdi ne olacak ne çıkacak durumu hep devam etti. Benimle de paylaştığınız için çok teşekkürler. Sevgi ve Saygılarımla Hülya
|
Arzu Ünal (26 Ocak 2011)
|
|
Okumaktan yine çok keyif aldım. Zaten Turkuaz Günleri kitabınıda bir solukta bitirmiştim ve nasıl da imrenmiştim..Teşekkürler..
|
eray keleş (26 Ocak 2011)
|
|
murat abi ellerine sağlık digerleri gibi bu yazında harika olmuş keyifle okudum..
|
Nazim Alemdar (25 Ocak 2011)
|
|
Sevgili Murat
Gezmeyi ve tanimayi cok arzu ettigim bölge ile ilgili yazdiklarini okurken, sanki orada kendim gözlemlemiscesine heyecan duydum.
Tesekkür ediyorum.
Nazim Alemdar / Almanya
|
NEŞE (25 Ocak 2011)
|
|
Murat beyin müthiş anlatımı Belkıs hanımın derin ve şahane yorumu ile birleşince yazı daha da muhteşem oldu,"Uçurtma Avcısı "nı bir kez daha okumak gerekecek galiba..
|
Dilek Özsoy Çakılcıoğlu (25 Ocak 2011)
|
|
Keyifle okudum, her daim gez, her daim yaz demek istedim. Sevgiler
|
Hüseyin Yıldırım (25 Ocak 2011)
|
|
Sevgili Murat Kardeşim.Kitabını okuduğum zamanki heyacanı tekrar yaşadım.Ne mutlu bana,senin gibi bir dostu tanımak ve başarılı işlerinle gurur duymak.İyi ki varsın.Selamlar.
|
Belkıs C. Çetinsoy (25 Ocak 2011)
|
|
Beni nerelere götürdünüz bir bilseniz !! - Mithat Bereketin Afganistani anlattigi belgeseli geldi gözümün önüne. Sanki aynı sahneler vardı. - Pakistan Lahorda beni _sahip_ diye seven hastane temizlik görevlisi geldi gözümün önüne. - Hindistan ziyaretinde karşıma çıkan Nakşi Şeyhlerin türbeleri ile MUGHAL EMPIRE diye anlatilan halis muhlis Türk olan Babürşah İmparatorluğuna ait eserleri anımsadım. - Khaled Hosseininin dilimize UÇURTMA AVCISI adıyla çevrilen "The Kite Runner" kitabını yeniden okudum sanki. - Farkında olmadan elim kütüphaneme gitti. Tekrar karıştırdım Pirim Kadirovun "Son Timurlu Babür ve Oğullarının Romanı" ile Adil Yakubovun "Uluğbeyin Hazinesi" adlı kitabını. Çok şanlısınız çook ! Galiba ben de. :) Selam ve saygılarımla.
|
Belkıs C.Çetinsoy (25 Ocak 2011)
|
|
Hayber Geçidi, her kula kısmet olmayacak bir deneyim. Yazınızı keyifle okudum Murat Bey. Teşekkürler.
|
İsmet Beşik (25 Ocak 2011)
|
|
Murat hocam, Teşekkürler,sizden öğrenecek çok şey var. Saygılar, İsmet Beşik
|
Necati Ekmekçioğlu (24 Ocak 2011)
|
|
Sevgili Murat, bu güzel geziyi senden fotoğraflar eşliğinde 1-2 kez dinleme imkanım olmuştu. Ama tekrar okumak çok keyif verdi. Turkuaz Günlerinin diğer duraklarınıda paylaşman dileklerimle... Sayende GEZİALEMİ nide keşfetme ve tanıma imkanını buldum. Teşekkürler, Necati Ekmekçioğlu
|
hakangeziyor (23 Ocak 2011)
|
|
Murat hocam, bu güzel ve keyifli yazıyla aramıza hoşgeldiniz diyorum...
Kaleminize sağlık...
|
NEŞE (23 Ocak 2011)
|
|
Sanki bir macera filmi izledim,bize çok değişik görüntüler eşliğinde ilginç şeyler anlattınız..Bu bölgeye gitme imkanımızın olmadığını düşünürsek yazınız iki kat değerli oluyor benim için. Çok teşekkürler.
|
Yorum yazmak isterseniz...
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.
|
|