Gezi Alemi

e-Posta:    Şifre:     Kaydol | Şifremi Unuttum
 
Gezi Alemi ::::: Moğolistan ::::: Moğolistan Genel ::::: Moğolistan- Orhun Vadisi Günlükleri        
Ülke Şehir Ekleme Düzenleme Gezi Tarihleri Okunma Yorum Yazan 
Moğolistan Moğolistan Genel 18 Kasım 2012 07 Ağustos 2012
23 Ağustos 2012
7082 0 srpc 

 Moğolistan- Orhun Vadisi Günlükleri
 (Genel)

Rusya' da 29 gün kaldıktan sonra ülkeyi terk etmem gerekiyordu ve ben de Moğolistan'a geçmeye karar vermiştim. İrkutsk'da Moğol Elçiliğinden vize aldım. Normal vize 3 200 Ruble yaklaşık 100 USD ve üç günde veriyorlar, aynı gün almak isterseniz fazladan 100 USD daha ödemeniz gerekiyor.

 

 
Ulan Ude' den sabah saat 06:40 da otobüslerin hareket edeceği (Lenin Caddesinin yanındaki fıskiyelerin bulunduğu meydanın arka tarafındaki) alana geldim. Benden başka, sırt çantalı Alman ve İspanyol turistler vardı; Almanlarla biraz sohbet ettim, su almaya gittiğimde onlara da aldım, çünkü orada otobüslerde su ve yiyecek servisi yok. Almanlar beklemedikleri bu davranışa biraz şaşırdılar. 07:15 de hareket ettik, otobüste Yol boyunca çam ormanları içerisinden geçtik, Moğolistan sınırına yaklaştıkça coğrafya yavaş yavaş değişiyordu. 4-5 saatlik bir yolculuktan sonra sınıra geldik. Önce Rusya'yı terk etmemiz gerekiyordu, o yüzden sınırda otobüsten indik, bagajları alıp işlemlerin yapılacağı binaya girdik. Bavullar havaalanlarında olduğu gibi kontrol ediliyor, sonra sıraya giriyorsunuz ve pasaportunuza çıkış damgası vuruluyor. Pasaportla birlikte girişte damgalanıp size verilen formu iade ediyorsunuz. Bu forma hiçbir şey yazmıyorsunuz, sadece kaldığınız yerlerde ve bilet alırken görmek istiyorlar. Benim işlemi genç bir memur yaptı, pasaportumu alıp giderken arkamdan
 
"Yaxşı yol" dedi, ben de;
"Spasiba" diyerek teşekkür ettim.
 

Bende Jeton üç adım sonra düştü, görevli bana Azeri lehçesinde "İyi yolculuklar" demişti, söylediğini anlamıştım ama o anda farlılığı algılayamamıştım.

Yabancılar burada ellerindeki Rubleleri Tugrug'la değiştiriyor, ben geri döneceğim için değiştirmedim, nasıl olsa dönüşte lazım olacaktı. Otobüse binerken kendilerine su aldığım iki Alman genç bana bir avuç dolusu bozuk Ruble verdi, gümrükteki döviz büfesi bozukları kabul etmemiş, onlar da Rusya' ya döneceğimi bildikleri için yanlarında götürmektense bana vermeyi tercih etmişler. Ben karşılığını Tugrug olarak vermek istedim ama kabul etmediler.
 

Rus gümrüğünden kolayca geçtik, otobüse binip yola çıktık, bu defa aynı işlemler Moğolistan tarafında yapılacaktı; ancak gümrüğe gelmeden bir yerde mola verdik. Diğer yolcularla birlikte ben de yemek için restorana gittim, hesap öderken bendeki Tugrug'ları bozamadılar, ben de bozuk Ruble ile ödemeyi teklif ettim, hemen kabul ettiler. Almanlar bana vermek yerine o paralarla burada yemek yiyebilirmiş.


Yemek yedikten sonra kendi kupama çay koydurup dışarı çıktım, yağmur başlamıştı. Kemerimden çakı ve sırt çantamdan limon çıkartıp bir dilim kestim ve çaya attım. Sundurmanın altında dikiliyordum ve yavaş yavaş çayımı yudumluyordum. Bu sırada kapının diğer tarafındaki 12-13 yaşlarındaki çocuk sessizce beni izliyordu. Üzerinde eski püskü kıyafetler vardı, kısa kesilmiş saçları ve sevimli yüzüyle Charles Dickens' ın romanlarındaki çocuk kahramanları hatırlatıyordu. Bir süre beni süzdükten sonra çekinerek usulca yanıma geldi ve cebinden çıkarttığı eski bir kâğıt paranın ucunu bana gösterdi.

 

Göz ucuyla elindeki parayı işaret ederek "Para mı istiyorsun?" diye sakince sordum. Türkçe sormuştum ama o ne dediğimi anlamıştı. "Evet" anlamında başını salladı.  O anda Almanların verdiği bozukluk Rubleler geldi aklıma, bende de onların verdiği kadar vardı. Sonra elimi kemerimdeki bozuk para cüzdanına daldırıp Rublelerin tamamını çıkarttım ve çocuğun avucuna doldurdum. Gözleri sevinçle parladı, başını "Sağ ol" manasında hafifçe eğip içerideki bakkala doğru seğirtti. Biraz sonra omzunda bir koliyle çamurlu sokakta uzaklaşırken gördüm.

Almanlar yemeklerini yiyip dışarı çıktığında onlara: "Bana verdiğiniz paraları az önce burada dikilen yoksul çocuğa verdim" dedim; bu onların da hoşuna gitti.

Bir saatlik yemek molasından sonra otobüs tekrar hareket etti ve Moğol sınır kapısına geldik. Burada bir form doldurmamız istendi, yine genel bilgiler ve ne için geldiğimiz soruluyor. Vizemde ne için kalacağım belirtilmemiş, o yüzden birkaç soru sordular, "Turist olarak geldim" deyince pasaportuma giriş kaşesini vurup iade ettiler.
 

Moğolistan'a girince yalnız coğrafya değişmiyor her şey değişiyor, derme çatma binalar, bozuk yollar, farklı simaya sahip insanlar başka bir ülkeye geldiğinizi gösteriyor. Rusya'da tipik turistler gibi giyinip meraklı gözlerle etrafa bakınmıyorsanız yabancı olduğunuz pek anlaşılmaz ama Moğolistan da yüz metreden yabancı olduğunuz belli oluyor. Arazi genelde düz, ama ufukta, uzaklarda dağ silsileleri görülüyor. Çok sonraları Ulan Ude' de tanıştığım Alman gençler böyle bir dağ silsilesi arasındaki vadide on günlük yürüyüş yapmışlar. Otobüs yaklaşık dört saatte Ulan Batur'a vardı, zaten kötü olan trafik akşam saatlerinde iyice yavaşlamıştı; ineceğimiz yere varmamız iki saatimizi aldı. Ben bir otogar beklerken Otobüs bir benzinliğe girdi ve bizi orada indirdi. Yeni bir ülkeye gelmenin heyecanıyla indiğimiz yerin neresi olduğunu ve geri dönüşün nasıl olacağını sormayı akıl edememiştim. Yağmur çiseliyordu ve ana yolda berbat bir trafik vardı; Almanlarla vedalaştım, onlar yürüyerek gideceklerdi. Ama benim yolum uzundu, Ulan Ude' de Avustralyalıların adresini verdiği Guesthous' a ('Yatak kiralayan pansiyon' şeklinde tanımlayabiliriz) gidecektim ve orası da şehrin kenarında bir yerdeydi. Etrafa bakınırken gözüm dip tarafta duran iki araca ilişti, şoförleri kapıları açmış sohbet ediyordu ve büyük ihtimal bunlar "Taksi" olarak çalışıyordu. Yanlarına yaklaşıp guesthouse' un adresini gösterdin ve bu adresi bilip bilmediklerini sordum. Adresi biliyorlarmış, 10 000 bin Tugrug' a anlaştık. (Yaklaşık: 12,5 TL ) Yol bir zamanlar asfalt yapılmış ama o zamandan geriye kalana yol demek biraz zor, bir de iki şerit yolda dört şerit ilerlemeye çalıştığı için daha da ıstırap verici hale dönüşüyordu.
 

Yarım saat sonra kalacağım yere ulaştık ve yağmur altında içeri girdim. Geniş bir bahçe içinde konukların araçları ve kalacak gerler (Ger: Moğol çadırı) vardı. Burada ger olmasını beklemiyordum doğrusu, misafir evini işletenlerle yazışırken bundan bahsetmemişlerdi. Burasının işletmecilerinin Alman olduğunu biliyordum, benimle ilgilenen de bir Alman bayan oldu. Bahçede iki katlı bir bina vardı, giriş katında güzel bir kafe, mutfak, duşlar ve üst katta da kalacak odalar vardı. Bana bahçedeki gerlerden birisinde yer ayırmışlar. Yandaki gerin önünde üç tane motor duruyordu, bahçenin sürgülü demir kapısının önünde de arazi araçları ve bir minibüs vardı. Burası aslında araçla seyahat edenlerin tercih ettiği bir yer, öyle olduğu için benim araçsız gelip burada kalmama şaşırdılar, çünkü daha ucuza şehir merkezinde birçok yer olduğunu biliyorlardı.

Benim kaldığım gerde benden başka 55 yaşlarında bir alman vardı, o da aracıyla tek başına yolculuk yapıyormuş. Buradan benim geldiğim yoldan Rusya ya geçecekti ve oradan Vladivostok' a oradan da Amerika' ya gidecekti.
 
Kafeden çay aldım, mola yerinde aldığım çiğ börekleri çantamdan çıkartıp karnımı doyurdum ve yattım. (Moğolistan'daki çiy börekler bambaşka; hamuru ve içindeki et çok lezzetli, bizde yapılanlarla tat olarak ilgisi yok.) Gece olduğunda hava iyice soğumuştu, üzerime kalın poları giydim ve iki tane de battaniye örttüm, ancak ısınabilmiştim. Ağustosun ilk haftasında gece bu kadar soğuk olacağını beklemiyordum. Sabah uyandığımda yataktan zorlukla çıktım, hava resmen soğuktu, hani evde olsam kesin soba yakardım. Gerde de soba kuruluydu ama orada fazla kalmayacağım için uğraşmaya değmezdi. Sonradan daha dikkatle bakınca gerin eteklerinin açık olduğunu gördüm, tavandaki pencereden de hava tahliye olduğu için biz aslında içeride soğuk hava akımı içinde kalıyorduk. Karakurum' da kaldığım gerin etekleri toprağa gömülü olduğundan bu kadar soğuk olmuyordu.

Ertesi gün Misafir evinin karşısındaki yola çıktım ve orada otobüs bekleyenlerin yanına gittim. Herkes şöyle bir yan gözle bana baktı, ben de aralarında İngilizce bilen birileri olabilir mi diye baktım, çünkü şehir merkezine hangi otobüsün gittiğini bilmiyordum. Sonra şöyle bir mantık yürüttüm; " Kenar mahalleden gelen bütün otobüsler büyük ihtimalle merkezden ya da merkeze yakın bir yerden geçmeli". Buradan hareketle gelen fazla kalabalık olmayan bir otobüse bindim, en kötü ihtimal biraz dolaşarak giderdim, zaten ben de dolaşmaya gelmemiş miydim? Otobüs, bozuk yolların da dışındaki kenar köşelerden bata çıka yol alarak merkeze ulaştı. Merkezde yollar kenar mahalleler gibi kötü değil ama birçok yolu merkeze bağladıkları için trafik çok zor ilerliyor.
Şehir merkezinde birçok yüksek bina inşaatı vardı, kenar mahallelerde de konutlar yapılıyordu.

 

 Sukhbaatar Meydanı

Kalabalık bir caddede indim, neresi olduğunu bilmiyordum ama pek te önemli değildi, nasıl olsa 3-4 gün burada kalacaktım ve yürüyerek her yeri dolaşıp öğrenecektim. Araç trafiğinin aktığı yöne doğru yürümeye başladım. Geniş caddenin iki tarafında da mağazalar ve lokantalar vardı. Bir saat kadar yürüdükten sonra şehrin tam merkezine geldim. Bu meydanın adı "Sukhbaatur Meydanı' ; meydanın bitimindeki bina "Meclis Binası', girişinde ise tahta kurulmuş haliyle Cengiz Han'ın heykeli var. Meydanın yola bakan tarafında, yolun hemen karşı tarafında yandan bakıldığında "yelken" şeklinde yüksek bir cam bina var; bu bina çok uzaklardan seçilebildiği için nirengi noktası olarak kullanabilirsiniz. Yine meydanın yola bakan tarafında, sağdaki bina sırasında küçük bir ofiste "Turizm Danışma Bürosu" var. Meydandan ana caddeye çıkıp sağ tarafa doğru biraz yürürseniz merkez postaneyi görebilirsiniz, biraz daha ilerde yabancıların pek rağbet ettiği "Kafe Amsterdam" ve beş yüz metre ( Belki daha uzak ) kadar sonra da "Türk Büyükelçiliği" var.

İlk hedefim Orhun Vadisine nasıl gideceğimi öğrenmekti, o yüzden doğrudan Turizm Danışma Bürosu na gittim. Aslında bu bilgiler gezgin arkadaşların sitelerinde de varmış, ben sonradan gördüm, çünkü yola çıkarken Moğolistana gelmekle ilgili kesin bir kararım olmadığı için araştırma yapmamıştım. Orada çalışan iki bayan bana Karakurum' a gitmem gerektiğini ve nasıl gideceğimi Ulan Batur haritası üzerinde gösterdiler, haritayı da hediye ettiler. Karakurum' a Otogar' dan ( Dragon ) her gün saat 11:00 da otobüs kalkıyor; Dragon,  merkeze on kilometre uzaklıkta, vaktim olduğu için gidip bilet almaya karar verdim. Meydandan ana caddeye çıkıp sağa döndüm ve birkaç yüz metre ilerdeki otobüs durağında beklemeye başladım. 27 numaraya bindim ve otogarın önünde indim. Bizdeki kasaba otogarlarının bile bundan daha düzgün olduğunu söyleyebilirim. Neyse, ben gişeden 17 000 Tugrug (1 TL=800 Tugrug =22,5 TL) ödeyerek üç gün sonrasına biletimi aldım ve merkeze geri döndüm. Artık şehri dolaşabilirdim, burada trafik yürümediği için yürüyerek gezecektim, gezinin ilk gününden beri antrenmanlı olduğum için günde 6-7 saat yürümek hiç sorun olmuyordu.
 

Ulan batur' un merkezinde müzelerden başka görülecek fazla bir şey yok, "Doğa Müzesi" ve  "Milli Tarih Müzesi" nin güzel olduğunu bir yerlerde okumuştum. Bir de şehrin (Ne kadar uzak olduğunu bilmiyorum) dışında Tonyukuk Anıtı olduğunu biliyordum. Sonraki günlerde Doğa Müzesini gezdim, Moğolistan'daki yaban hayatının bütün örneklerinden koymuşlar; özellikle kuşlar ve kelebekler çok geniş bir çeşitlilik içeriyordu. Dinazorların olduğu bölüm de çok ilginçti, giden herkese ziyaret etmelerini tavsiye ederim. Diğer yerleri başka bir sefere bıraktım, çünkü bu ülkeye birkaç ziyaret daha yapacağım.
 

Gideceğim sabah yolların durumunu bildiğimden biraz erken kalkıp kahvaltı yaptım ve hesabı ödedim. Burası merkezdeki hostellerden (Hostele'de yatak kiralayan pansiyon diyebiliriz) daha pahalıydı; yatak + kahvaltı 18 USD. Araçla gelenler için çok iyi bir yer ama benim gibi sırt çantasıyla seyahat edenler için hem yeri hem de fiyatı uygun değildi. Merkeze giden otobüse bindim ve Suhbatur Meydanında indim. Daha vakit vardı o yüzden otobüs durağının yakınındaki Kafe Amsterdam' a gidip bir kahve içtim, sonra da otobüse binip Dragon' a gittim. Otobüsü bulup büyük çantamı verdim ve biraz etrafı dolaşmaya başladım. Gözüme, az ilerde bina çıkıntısına yaslanmış, güneş gözlüklü düzgün giyimli, gençten yabancı birisi ilişti. Yanına yaklaşıp selam verdim, biraz sohbet ettik; Fansızmış, Afrika' da bir gaz şirketinde çalışıyormuş, bir gün Karakurum' da kalıp başka bir şehre geçecekmiş.

Otobüsün hareket saati gelince ben de yerime gittim; baktım benim özellikle istediğim cam kenarı koltukta 15 yaşlarında genç bir Moğol kızı oturuyordu, eşyalarını da yerleştirmişti. Ben fotoğraf çekmek için özellikle cam kenarı almıştım ama onu oradan kaldırmaya gönlüm razı olmadı. Otobüs Güney Kore malı idi, camlar da koyu renk film kaplıydı; tavandan camlara doğru sarkan dantelli kumaşlar bütün camları sarıyordu. Buradaki bütün otobüslerin camları koyu film kaplı, sanırım güneş ışığıyla araları pekiyi değil.
 

Otobüs hareket etmeden önce ortadaki aralığa eşyalar konulmaya başladı, eşyalar bitince arada gidecekler için tabureler konuldu. Bu manzara bana uzun yıllar önce yaşadığım kasabadaki otobüsleri hatırlattı, ama oralarda artık bu görüntülerden eser kalmadı. İki sıra önümdeki sırt çantalı genç bayan turistlerden birisi de arada oturuyordu. Yolculuk yedi saat sürecekti, demek ki bir gün daha beklemek istememişler ve arada gitmeyi tercih etmişlerdi. Otobüs hareket ettiğinde müziğin sesini açtılar, bizde de durum böyleydi ama artık müzik dinlerken kocaman LCD ekrandan klip de seyredebiliyorsunuz. Yol yer yer bozuk olmasına rağmen fazla rahatsız etmiyordu, sağda solda göz alabildiğine yeşil bozkırlar uzanıyordu. Yol kenarlarında kasaba ya da köy yoktu, yalnız uzaklarda beyaz nokta şeklinde gerler (Moğol çadırı) vardı. Genelde birkaç aile iki ya da üç gerde kalıyor, diğerleriyle aralarında en az 5-6 kilometre mesafe var. Merkezden uzaklaştıkça bu mesafeler daha da uzuyor. Otobüs 3-4 saat sonra bir yerde mola verdi. Böyle yerlerdeki yemeklerin çok lezzetli olduğunu bildiğim için ben de yemek yemeye gittim. İçerisi kalabalıktı, bir İspanyol aile beni masalarındaki boş yere davet ettiler. Hem sohbet ettik hem de güzel Moğol yemeklerinden yedik. Burada da bütün yemekler Rusya ile aynı malzemeden yapılıyor, et, hamur, lahana, havuç ve patates.

Yemekten sonra tekrar yola koyulduk, zaman zaman otobüs koyun/keçi sürülerine ya da at sürülerine yol vermek için duruyordu. Moğolistan'da büyük baş hayvan az besleniyor, çoğunlukla koyun, keçi ve at besliyorlar. Sanıldığı gibi atları binmek için değil, sütü için besliyorlar. Çünkü Moğolistan'da kırsal alanda ve büyük oranda şehirlerde de insanların içtiği iki temel içecek var; bir tanesi "yak sütü", diğeri de at sütünden yayıkta yayılarak yapılan ekşi ayran tadındaki "Ayrag". Yak sütü sıcak olarak içiliyor ayrag ise ortam ısısında içiliyor, sıcaklarda rahatlatıcı etkisi var, içimi de güzel. Bizim "Kımız" dediğimiz içecek bir rivayete göre bu ayrag oluyor. 

 

Karakurum - (Yerel dildeki söylenişi: Hari Horin )

Yola çıkmadan önce kardeşlerime gönderdiğim son postaya şöyle yazmıştım: "Karakurum' a kalacak yer ayarlayamadan gidiyorum, ama içimde hiçbir endişe yok, bu zamana kadar her şey yolunda gitti, orada da işlerin gönlüme göre olacağına inanıyorum. " Gerçekten de otobüsten indiğimde daha etrafıma bile bakınamadan daha sonra adının "Suvd " olduğunu öğreneceğim hanımla burun buruna geldim. Bana kibarca ve güler yüzle kalacak yerim olup olmadığını sordu; ben de " Henüz yok" dedim. Kendilerinin küçük bir "Misafir evi " olduğunu eğer istersem araçlarıyla götürüp gösterebileceklerini söyledi. Memnuniyetle görmeye gidebileceğimi söyledim. Çantalarımı sırtlanıp onu takip ettim; az ileride, sonradan eşi olduğunu öğrendiğim bey de otobüste benimle gelen genç bayanları arazi aracına bindiriyordu. Karakurum küçük bir kasaba, Moğol İmparatorluğunun başkenti olduğu günlerden iz bile kalmamış. Kasabanın birkaç yerinde şimdi kullanılmayan eskiden kalma beton binalar var. Onların dışında bütün evler keresteden yapılmış ve etrafları tahta perde ile çevrili. Kasaba içerisindeki yollar toprak, çukurlar ve küçük gölcüklerle dolu; biz de bata çıka gidiyoruz.
 

Guesthouse' ın yeri biraz sapaydı ama bahçe zemini çim, etraf tahta çitle çevrili idi ve bahçeden vadinin göz alabildiğine uzanan düzlüklerini görebiliyordum. Gerler çok temizdi, yerlerde muşamba ve üzerinde halı vardı, ortada da her gerde olduğu gibi soba duruyordu. Fiyatını da söyleyince orada kalmaya karar verdim, daha iyisini hayal bile edemezdim. Fiyatlar şöyle idi: Sadece yatak 8 000 Tugrug (Söylerken "u"lar biraz "ü ye benziyor)1 TL= 800 Tugrug = 10 TL. Kahvaltı, akşam yemeği, duş ve internet bağlantısı ile 18 000 Tugruk = 22,5 TL. Suvd' un eşinin adı Ganbaatar; o bana istersem atla gezi ayarlayabileceğini de söyledi. "Körün istediği bir göz "benimse bütün hayallerim patır patır kucağıma düşüyordu. Böyle bir yer bulabilmeyi, Orhun Vadisinde atla yolculuğu hayal ediyordum, ama bu kadar kolay ve hızlı olacağını ummuyordum. Daha buraya geleli yarım saat olmamıştı ve neredeyse ikisi de avuçlarımın içerisindeydi. Kesin yukarıda beni gözeten birileri vardı, St. Petersburg' dan buraya kadar bırakın kötü bir olayı beni tedirgin edecek en küçük bir olay dahi yaşamamıştım. (Bu arada kolay kolay tedirgin olmayacağımı da belirtmek isterim.)


 

 
Ganbaatar beni ortadaki gere, genç bayanları da sağdaki gere yerleştirdi. O arada kızlarla biraz sohbet ettim, İsveçlilermiş, expedition için gelmişler. Ertesi gün yürüyerek başka bir yerleşim birimine gideceklermiş, bana da onlarla gitmemi teklif ettiler. Benim çadır ve uyku tulumum olmadığını söyledim, olsaydı harita üzerinde planlarını incelerdim ve muhtemelen de giderdim. Benim kışa kadar zamanım çoktu o yüzden bunun gibi fazladan bir aksiyon benim işimi aksatmazdı. Bu dağlarda artık Camoka' nın askerlerinden korkmaya gerek yok, ayılarla ilgili o taraflarda kötü hikâyeler duymadım ama hesaba katılması gereken bir unsur. Dönüş yolunda trende tanıştığım bir gezgin Başkurt olan Sergey ayıları kaçırmak için çantasında fosforlu işaret fişeği taşıdığını söylemişti. 
 

Gece hava bozdu, iyice serinledi, bir ara yağmur atıştırdı ama devam etmedi. Gerde dört yatak vardı ve ben yalnız kalıyordum. Gece çok iyi uyumuşum, sabah saat sekizde uyandım, tuvalete gitmek için dışarı çıktığım, yağmur çiseliyordu.  İsveçli kızları çantalarını yüklenmiş yola çıkmaya hazır vaziyette Ganbaatara konaklama ücretini ödüyorlardı. Yiyecekleri varmış, gece dağda kalacaklarmış; ne diyeyim, kendilerine bol şans diledim, sonra da düşündüm; buna acaba bizim kaç gencimiz cesaret edebilirdi.

O gün Ganbaatar' a vadideki "Orhun Yazıtları" nın bulunduğu yere atla yolculuk yapmak istediğimi, bu turu yapmak isteyen gruplara katılabileceğimi söyledim. O da turu ayarlayacağına söz verdi.

O gün kasabayı gezdim, zaten görecek pek bir şey yoktu, kasabanın bir kilometre doğusunda bir müze ve Budist Tapınağı vardı. Burada daha birkaç gün kalacağım için oraları gezmekte acele etmiyordum. Kasabanın meydanında bir hareketli bölge gördüm, o tarafa doğru yürüdüğümde yan yana dizilmiş konteynırlardan oluşan küçük bir çarşı olduğunu fark ettim. Üç sıra halinde dizilmiş konteynırların etrafı kapatılmış ve tek bir yerden girilen çarşıya dönüştürülmüş. Giriş kapısının sağında en sağlam dişleri bile sızlatacak sertlikte bir santim kalınlığında bisküvi boyutunda sarı peynirler satılıyor. Hafif tatlımsı bir tadı var. Kadınlar benim onları almayacağımı bildikleri için bana tuzsuz taze yumuşak bir peynir tattırdılar. Çok hoşuma gitti, bir parça satın alıp çantaya attım, kahvaltıya iyi çeşni olacaktı. Sizin de yolunuz buralara düşerse bu peynirden alın, zaten alacak başka bir şey bulamayacaksınız.
Sonra yavaş yavaş etrafı dolaştım, satıcıların çoğu bayan, arada çocuklar da var, onlar daha cesaretli oldukları için bana bir şeyler satmak için çabalıyorlar. Buradaki esnaf kibarca dükkânına davet ediyor, ama hiçbir şekilde rahatsız etmiyor. Ben de hepsine güler yüzle selam verip Türkçe "Hayırlı işler" diyorum. Nasıl olsa bildiğim diğer dilleri de anlamayacaklar ama söyleyiş şeklimden ve tebessümümden iyi bir şeyler söylediğimi anlıyorlardır herhalde. Oradan kasabanın içinden geçen asfaltlanmış ana yola çıktım. Bu yol Orhun Yazıtları' na kadar giden yol, dolayısıyla parasını T.C 'nin ödediği yolun parçası.  Ben aksi istikamette yürüyerek kasabanın dışına kadar yürüdüm, yolun solundaki çimenlikte büyük bir at sürüsü vardı, arka planda yemyeşil bir düzlük ve düzlüğün arkasında da Orhun Nehri ve tepeler vardı. Manzara çok güzeldi ama hava bulutluydu ve ışık benim amatör kamera için yeterli değildi. Kenarda oturdum etrafı seyretmeye koyuldum, atlar bazen 8-10 metre yanıma kadar sokuluyordu. İlerideki düzlükte yüzlerce koyun ve keçi otluyordu. Kaşmir denilen yün de bu keçilerin tüyünden yapılıyor ve Moğolistan'ın gelirinin ( Kimi kaynaklara göre %20) kayda değer bir kısmını bundan elde ediliyor. Ben dönmek için kalkmaya hazırlanırken bulutlar biraz aralandı ve ben de birkaç kare fotoğraf çekebildim.

Bulutlar tekrar ışığı engelleyince kalkıp geldiğim yoldan geriye yürümeye başladım. Kasabanı girişinde solda bir kafe vardı, sundurmanın altındaki tahta masanın etrafında birkaç yabancı oturmuş sohbet ediyorlardı, ben de bir bira içmek için oraya yöneldim. İçerden bir bira alıp dışarı çıktım ve sohbet edenlere selam verip bir kenara oturdum. Konuşmalarından İspanyol oldukları anlaşılıyordu, içlerinden bir tanesi esmerdi ve uzun saçları vardı, o da İspanyolca konuşuyordu ama pek İspanyol'a benzemiyordu. Biraz sonra konuşmalarına ara verince bana dönüp nereli olduğumu sordular; Türk olduğumu söyleyince biraz şaşırdılar, bu taraflarda hiç Türk'e rastlamamışlar. Esmer olan Şilili imiş ve dört kişilik grup Moğolistan'da bisikletle yolculuk yapıyorlarmış. Hallerinden çok memnunlardı; bir süre Avrupa Birliğinden ve uygulamaların ülkelere yansımasından falan bahsettiler, o konuda biraz dertlilerdi.

Sohbete devam ederken içlerindeki bayan çantasından Moğolların tahta gibi sert olan peynirlerinden çıkartıp ikram etti, o anda aklıma çarşı girişinden aldığım peynir geldi, ben de onu çıkartım ve çakı ile birlikte tatmaları için ortaya koydum, çok beğendiler. Biz peynirleri atıştırırken bir Fransız grup geldi, onlarla da tanıştık ve bir süre sohbete katıldılar. Onlar on günlük atla yapılacak bir tur için gelmişler. On günlük tur Orhun Nehri üzerindeki şelalenin olduğu yere yapılıyor.


Akşamüzeri kaldığım yere döndüm, yapacak bir şey yoktu, belki internetten arkadaşlara ve kardeşlerime iyi olduğumu söylemek için e-posta gönderebilirdim. Çadırda otururken kapı açıldı ve Ganbaatar' la birlikte içeriye bir kadın girdi, o da aynı gerde kalacakmış. Adı 'Mika' idi, yaklaşık otuz beş yaşında sessiz sedasız bir Japon. Karakurum' a iki günlüğüne gelmiş, daha sonra başka bir kasabaya geçecekmiş. O arada akşam yemeği geldi ve beraber yemek yedik. Bu arada Ganbaatar' ın oğlu Bayırbatur gerdeki bilgisayarı internete bağlamak için geldi ve birkaç defa hatalı kod girdiği için hattı kilitledi. Benim cep telefonu da orada çalışmıyormuş, hâlbuki GSM operatörünün müşteri hizmetlerine sormuştum ve oradan görüşebileceğimi söylemişlerdi. Biz internete bağlanmak için uğraşırken gere iki Çinli geldi; ellili yaşlarda bir erkek ve bir kadın. Adam önce Mika' dan yatağını değiştirmesini istedi. Daha sonra orasını da beğenmedi tekrar değiştirtti, Çinli erkeklerin kaba olduklarını filmlerde görüyordum da gerçeğini hiç görmemiştim.
 

Neyse, ertesi gün Çinliler erkenden kalkıp gittiler, sonra Mika bütün gün 'Çinliler akşam dönecek mi?' diye sorup durdu. Akşam hiç sesini çıkartmamıştı ama Çinli adamdan hiç hoşlanmadığı belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra Mika ile gezmeye çıktık, kasabanın yakınındaki Budist Tapınağını ve müzeyi gezecektik; önce tapınağa gittik. Burası kasabanın en turistik yeri olduğu için kasabaya gelen herkes buraya mutlaka uğruyordu, o yüzden ön tarafında birçok arazi aracı ve motor vardı. Bu kadar turist gelir de satıcılar gelmez mi; onlar da giriş kapısının karşısında tek sıra hizaya gelmiş askerler gibi çadırlarını dizmişlerdi.
 

 

Tapınağın uzun bir geçmişi var ve günümüzde de kullanılıyor, biz oradayken iki genç keşiş dört beş metre yüksekliğindeki kuleye çıkıp deniz kabuklarıyla yapılacak töreni duyurdular. O kabuklardan sadece filmlerde böyle ses çıktığını sanıyordum ama gerçekten de etkileyici ve yüksek bir ses çıkıyormuş. Rahipler binadan içeri girince bütün turist kalabalığı ellerinde kameralarla içeriye hücum ettiler. Kısa bir süre sonra Mika dışarı çıktı ve biz gezmeye devam ettik. Bahçenin arka kapısından çıkıp beş yüz metre ileride çimenliğin ortasında duran 'Kaplumbağa' figürünü görmeye gittik. Kaplumbağa figürü, yaklaşık doksan santim yüksekliğinde ve yüz elli santim boyundaydı. Kabaca yontulmuştu ve sırt kısmında dikdörtgen şeklinde içi oyuk bir yer vardı. Bu da, bir zamanlar üzerinde bir taş anıt olduğunu gösteriyor.

Kaplumbağayı da ziyaret ettikten sonra Tarih Müzesi' ne doğru yola çıktık, bu arada epey vakit geçmişti ve acıkmıştık, müzenin yolu üzerinde bir yapı vardı, içeride lokanta olduğu belli oluyordu, hiç düşünmeden içeri daldım. Ama içeride bizi kötü bir sürpriz bekliyordu; özenle hazırlanmış masaların yanında duran bir görevli tüm yemeklerin ve yerlerin ayırtıldığını söyledi. Daha önce böyle bir şey ne duymuştum ne de görmüştüm. Mika' ya dönüp "Turistlerden nefret ediyorum, onların yüzünden aç kaldık" dedim. Mika gülerek, "Biz de turistiz" dedi. Ben kendimi turist gibi görmüyordum, ne de olsa bu yerler atalarımızın binlerce yıl yaşadığı kendi yurtlarımızdı. Bir de ucu açık bir süre için seyahate çıktığınızda gerçekten farklı hissediyorsunuz.


Oradan Müze' ye gittik, binanın yapısından burasına da bir yabancı eli değdiği belli oluyordu, (Bir yerlerde Japonların desteği ile yapıldığını duydum ama kesin bilmiyorum)içeride yiyecek bir şeyler olması ihtimali yüksekti. Neyse, beklediğim gibi içeride küçük bir kafe vardı ve vitrininde sandviç ve kek vardı. Mika' ya "önce karnımızı doyuralım yoksa biz dolaşana kadar burada da yiyecek kalmayacak" dedim, hiç itiraz etmedi. Yemekten sonra müze giriş biletini aldık, yaklaşık beş lira idi. İkimizden başka kimse yoktu, rehber İngilizce olarak anlatacaktı, Mika' nın İngilizcesi benimkinden de kötüydü o yüzden rehbere basitçe anlatmasını ve yavaş konuşmasını rica ettim. Rehber eski çağları gösteren büyük haritalar üzerinde Moğolistan tarihini anlatmaya başladı. En eski haritada Avrupa sınırından Pasifike kadar bütün Asya Türk devletleriyle doluydu. Gördüğümüz beş haritada değişik çağlardaki durum gösteriliyordu ve yine bütün Asya Türk devletleriyle doluydu, Moğol Devleti küçücük bir bölgede görünüyordu. Son haritada ise bütün Asya "Moğol İmparatorluğu" olarak gösterilmişti.
 

Peki, bu nasıl olmuştu, onca Türk devleti buhar olup nereye gitmişti, ya da bu kadar büyük bir bölgeyi kaplayacak Moğol nereden gelmişti. Bu öyle bir imparatorluktu ki yalnızca batı kanadını oluşturan Altın Ordu Hanlığı (Dört hanlıktan birisi)Batuhan kumandasında yüz bin kişilik bir ordu ile Avrupa üzerine yürümüştü. İşin aslı şuydu: Moğollar devleti kuran soydu, daha sonra Asya'daki Türk Devletleri Cengiz Hanın liderliğini benimsediler ve onun tabiiyetine girdiler. Böylece, bu kadar kısa bir zamanda böylesine büyük bir imparatorluk kurulabildi. İmparatorluğun resmi yazışma dili "Türkçe" idi; halkın yüzde doksanı Türk olunca bu kaçınılmaz bir şey. "Doğudan yükselen Güç Moğollar" kitabında kuruluş ve işleyişle ilgili geniş bilgi bulabilirsiniz. Ekonomi konusunda ondan fazla kitap yazmış, Anadolu'nun birçok ilinde konferanslar vermiş yakın bir tanıdığım bu kitapla ilgili şöyle demişti: "Bu

kitabı okuyunca, Moğol İmparatorluğu konusundaki cehaletimden utandım."  
 

Neyse, müzedeki gezimiz bittikten sonra Mika ile yavaş yavaş kaldığımız Misafir Evine döndük. Oraya vardığımızda Ganbaatar iyi haberi verdi, yarın değil ertesi gün bir rehberle birlikte Orhun Yazıtlarına doğru yola çıkacaktım. İçimin ürperdiğini hissetim, çünkü bir hayalim gerçek olmak üzereydi. O gece Çinliler

gelmedi, gerde Mika ile kaldık, epey sohbet ettik, o da ertesi gün sabah yola çıkacaktı. Sabah olduğunda kahvaltı yapıp dışarı çıktık, ben Mika' yı yolcu etmek için merkeze gitmeye hazırlanırken Ganbaatar gelip yola bu gün çıkacağımı haber verdi. Rehberle konuşup bu günün daha uygun olduğuna karar vermişler. Benim acilen gidip çizme, yağmurluk ve bir de şapka almam gerekiyordu. Mikanın otobüsünün hareketine daha birkaç saat vardı, o yüzden hızlı bir şekilde merkezdeki çarşıya gittim. Çizmeyi ikinci elden alacaktım, çünkü beş günlüğüne yeni çizme almaya gerek yoktu. Çarşıya vardığımda çizme alacağım dükkânın kapalı olduğunu gördüm; biraz dolaşıp geniş kenarlı güzel bir şapka, uzun bir yağmurluk ve kalın bir pamuklu eşortman benzeri altlık aldım. Saat 10.30 olmuştu ama dükkân hala açılmamıştı, bu arada Ganbaatar çarşıya geldi, o da atın koşumları için bir şeyler satın alıp gitti. Anladığım kadarıyla ellerinde hazır ikinci bir koşum takımı yoktu ve yeni düzüyorlardı. Bir süre daha bekledikten sonra yeni bir çizme almaya karar verdim. Ayaklarım kırk üç numaraydı ve bana göre çizme bulamıyordum, sonunda bir tanesinde karar kıldım, biraz sıkıyordu ama nasıl olsa hep at üstünde olacaktım, o yüzden ayağımı vurma tehlikesi yoktu. Yolculuğun bir gün öne alınması bana biraz pahalıya geldi. Pazarlık sonunda çizmeyi 35 000 Tugruga aldım, yaklaşık 45 TL. Yalnız beş gün giyeceğim düşünülürse bir sırt çantalı gezen için az para değil.


Aldıklarımla hızlı hızlı yürüyerek çadıra döndüm, tabi bu arada Mika çoktan gitmişti, onunla vedalaşamadım. Çadıra vardığımda rehberimin atlarla geldiğini ve bahçede benim kullanacağım koşum takımını hazırlamakta olduklarını gördüm. Ganbaatar bizi tanıştırdı, rehberimin adı "Tsalıman" idi, en azından söylenişi böyleydi. Yanımıza alacağımız yiyecekleri onlar ayarlamışlardı, ben hiçbir şeye karışmamıştım, (Bir daha atla tura çıkacağım zaman yiyecekleri kesinlikle ben satın alacağım, siz de bu işi başkalarına bırakmayın) Ganbaatar nezaket gösterip kendi yerel kıyafeti olan "Del" ini yolculuk için bana verdi.

Öğlen saat on iki de yola çıkmaya hazırdık. Yanıma küçük sırt çantamı almıştım, içinde polar, yağmurluk, bir pantolon, çay, kahve, çay kupası, sabun, fotoğraf makinesi, cep telefonu vs. vardı. Suları ve bir kısım yiyeceği dellerimizin içine koyduk. Zaten Moğollar delin göğüs kısmını çanta gibi kullanıyorlar. Altıma çarşıdan aldığım pamuklu kalın altlığı giydim, çizmeleri de çekince kıyafetim tamamlanmıştı.

İlk konuşmamızda Ganbaatar bana:

    "Ata binmesini biliyor musun?" diye sormuştu; ben de espriyle karışık:
    " Her Türk ata binmesini bilir" diye cevap vermiştim.

Yola çıkarken:
 

  "Merak etme yolda öğrenirim" dedim.

On iki yaşındayken iki ay bir köyde kalmıştım ve diğer çocuklarla birkaç defa köyün kırda dolaşan atlarına binmiştim, onun dışında bir tecrübem yoktu.
Sonunda yola çıkma vakti geldi ve atlara bindik, atın yularını Tsalıman tuttu, dizginleri de bana verdi. Ger kampının arkasından çayı geçerek vadiye doğru yola koyulduk, Ganbaatar arkamızdan su döktüğümü bilmiyorum ama içimde derin bir huzur ve biraz da heyecan vardı. En küçük bir endişe duymadığımı da söylemeliyim. Kendimi köyümdeymiş kadar rahat hissediyordum, bir de Taslıman' la konuşabilseydim... Tsalıman yalnız dört beş İngilizce kelime biliyordu, o yüzden at sürme konusunda bir şeyler sormam mümkün değildi;  deneyerek kendim öğrenecektim.
 

Atı sürmesini öğrenmek için rehberimin atı ile yan yana gitmeye çalışıyordum, bu şekilde 45 dakika kadar yol aldıktan sonra Tsalıman tuttuğu yuları da bana verdi, artık at tamamen benim kontrolümdeydi. Hava çok sıcaktı, üzerimizdeki deller kalın olduğu için üst kısmını belimize kadar sıyırmıştık. Yem yeşil ovada bazen sulak alanlardan bazen de küçük çaylardan geçiyorduk. Yine sulak bir çayırlık alanda turnaların arasından geçtik, kuşlar en fazla 30 metre uzağımızdaydı ama havalanmadılar. Aynı şekilde bir de kartalın yanından geçtik, o da havalanmadı. Hava sıcaktı ama nem olmadığı için rahatsız edici değildi. Vadide hiçbir yerleşim birimi yoktu, uzaklarda nokta şeklinde birkaç ger görünüyordu o kadar.

Üç saat kadar vadide at sürdükten sonra tepelere doğru yöneldik, tepeler de yemyeşil otla kaplıydı. Ben daha ne kadar yolumuz kaldığını bilmediğim için Tasılıman' a işaretle soruyordum, o da tepenin arkasını işaret ediyordu. Bir tepe aşıyorduk arkasından başka bir tepe daha çıkıyordu, at sırtında gidiyor olsanız da bir süre sonra güneşin de etkisiyle yorulduğunuzu hissetmeye başlıyorsunuz.

 
Yola çıkışımız hızlı oldu, o yüzden yolculuğumuzun ayrıntılarını Ganbaatara soracak fırsatım olmadı, gerçi sorsam da değişen bir şey olmayacaktı. İlk gün beş saat at sürdük, çoğunlukla hızlı bir tempoda yürüyerek bazen da tırısta gidiyorduk. Bu kadar uzun süre at sırtında kalmak bizim gibi yumuşak popolular için elbette ki rahatsız edici oluyor. Ama Türk Milletinin itibarını bir Moğol karşısında iki paralık edecek değildim, o yüzden dişimi sıktım ve hiç sızlanmadım.
Beş saatin sonunda gece misafir olacağımız Moğol ailenin gerlerine ulaştık. Burada üç tane ger vardı ve biz de aile ile birlikte kalacaktık, bizim için hususi bir yer yoktu. Çadırların ön tarafında ailenin 30 kadar atı vardı, bunlar sütü için besleniyor.

Gere girdiğimizde iyice yorgun hissediyordum, kimse ile konuşmak mümkün

değildi, dil bilen yoktu. Bana kapının solundaki geniş sediri gösterdiler ve uzanabilmem için yastık verdiler ve sıcak yak sütü ikram ettiler. Onun karşısında bir sedir daha vardı ve kapının karşısında da bir yer yatağı vardı. Gerde 6,7 kişi varken orada yatmak bize uygun düşmüyordu ama gerçekten çok yorgundum. Buralara pek Türk gelmediği için beni epeyce incelediler. Birkaç saat sonra bir kâsede yeni yoğrulmuş hamurdan yapılma makarna verdiler, içinde çok az patates ve et vardı. Açtım ama yarısını ancak yiyebildim, kalanı yanımdaki sehpanın üzerine koydum ve uyumaya çalıştım.

Bize bu gerlerde misafir olduğumuz söyleniyor, Tsalıman onlara bir ödeme yapıyor mu bilmiyorum. Bu benim ilk tecrübemdi ve pek hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Özellikle sigara dumanı çok rahatsız ediciydi. Duş falan yok tabiî ki, burada yaşayanlar nerede nasıl yıkanıyor hiçbir fikrin yok, o tarafı beni ilgilendirmiyor ama bu demektir ki ben de beş gün yıkanmayacağım, neyse, sorun değil.

 

Sabah kalktım, giyindim, baktım Tsalıman akşamdan kalma makarnadan bir kâse almış, üzerine yak sütü döküp yiyor. Ben de akşamdan kalan yarısı makarna dolu kâseyi aldım ve kalan makarnayı yemeye başladım, yanına bir kâse yak sütü verdiler. Makarnaları yedikten sonra teşekkür edip çadırdan çıktık, burada ne hoş geldin ve el sıkışma ne de güle güle olayı var. Bizimle birlikte ailenin erkekleri de çıktılar ve atlarına binip koyun, keçi sürülerine doğru dörtnala uzaklaştılar.

 

 

Biz de atlarımıza binip yola çıktık, buradan Orhun Yazıtlarının olduğu müzeye 3 saatlik yolumuz vardı. Düz vadide yol alıyorduk ve yolumuz uzun olmadığı için acele etmiyorduk. Hava yine açık ve sıcaktı, yolculuk iyi geçiyordu. Bir saat kadar yol aldıktan sonra rehberim ufuk çizgisinde belli belirsiz bir binayı işaret etti, vadi dümdüz olduğu için iki saat mesafedeki bina görülebiliyordu. Müze binasına vardığımızda öğle saatini geçmişti. Atlarımızı müzenin önündeki direklere bağladık ve içeri girdik, işte bir hayalim gerçek olmuştu, at sırtında atalarımızın huzuruna gelmiştim. Bina da yolu gibi bizim devletimiz tarafından yaptırılmıştı ve içerisi özenerek yapılmıştı. Girişin solunda bir ofis sağında ise giriş bileti ve hediyelik eşya satılan bir bölüm vardı. Burada yaz kış bir aile yaşıyor ve bütün işleri onlar yapıyor. Bekçi ile selamlaştıktan sonra kızından bilet aldım ve içeri geçtim.

Bir koridordan geçtikten sonra sağdaki kapıdan yazıtların olduğu salona girdim, salonun dip kısmında yaklaşık beş metre arayla Bilge Kaan ve Kültegin yazılı taşları karşımda duruyordu. Tüylerim diken diken olmuştu, içimi tuhaf bir duygu kapladı; biraz heyecan, biraz da gurur vardı içinde. Kayaların üzerinde eski Türk yazısını görmek ve onlara dokunmak inanın müthiş bir duygu yaşatıyor insana. Kazılarda çıkan diğer eşyalar da müzede sergileniyor, içlerinde Bilge Kağanın altın tacı da var.

 

 

Müzedeki gezi bittikten sonra dışarıda da biraz dolaştım, bekçiden müzenin karşısındaki gerlerin kiralık olduğunu öğrendim. Rehberim akşam kalacağımız gerlerin iki saatlik mesafede olduğunu söyledi. Gidip kiralık gerlerin içerisine baktım, çok güzeldi, dün geceki kaldığımız yeri düşününce bunlar şahsımıza özel saray gibiydi. Orada kalmaya karar verdim, gerin gecelik kirası 20 000 Tugruk (Yaklaşık 23 TL)idi, iyi bir uyku için buna değerdi. Bize termosla sıcak su getirdiler, çay kahve içtik, azık olarak aldıkları konserveler benim para verip alacağım şeyler değildi ama bağırsaklarımı bozmadığı sürece sorun yoktu, bozmadı da. Ama bu bana iyi bir ders oldu, bir daha yiyecek alışverişini kimseye bırakmam. Bulunduğumuz yerin doğusunda kap kara bulutlar vardı yağmuru uzaktan görebiliyorduk ama üzerimize gelmiyordu neyse ki. Yağmurun arkasından çok güzel bir gökkuşağı oluştu.

Güzel bir uykunun arkasından sabah yine o berbat konservelerle kahvaltı yaptık, ben daha çok kuru ekmeği ve kahveyi tercih ettim. Öyle ya da böyle karnımın doyması yeterliydi. İki kupa kahveyi de içtikten sonra keyfim yerine geldi ve yazıtların gerçek yerlerini gezmeye gittim. Yazıtların gerçek yerleri müzenin yaklaşık 500 metre uzağında ve iki yazıt yeri aralarında yine 500 metre kadar mesafe var. Gerçeğinin yerine betondan kötü birer taklidi konulmuş ve yaklaşık 2-3 dönümlük bir alan duvarla çevrilmiş. Ben yazıtların taşınmadan önceki hallerinin fotoğraflarını gördüm, taşıma esnasında hasar görmüşler.

Neyse, olan olmuş artık, testi kırıldıktan sonra konuşmak faydasız. Öğle saatinde atlarımızı eyerledik, bu defa kendi atımı kendim eyerledim ve dizginlerini kendim taktım. Burada konaklamak hem bedenen hem de zihnen iyi gelmişti bana. Yarım saat yol aldıktan sonra Tsalıman'a hızlı sürmek istediğimi işaretle anlattım, bir şekilde öğrenmek istiyordum ve artık buna hazırdım. Atları topukladım ve tırıs gitmeye başladık, ama ben atın üzerinde nasıl durmam gerektiğini bilmediğim için her şekli deniyordum, bir taraftan da Tsalıman'a bakıyordum, o da bana bakıyordu. Daha önce Azerbaycan'da Gence'de tanıştığım atı olan bir arkadaş bana uzun mesafede en hızlı ve konforlu sürüşün hızlı tırıs gitmek olduğunu söylemişti. Ben de atı daha da hızlandırdım. Gerçektende çok rahattı, önce bir elimle eyerin ön kısmından tutuyordum, daha sonra vücudum dengeye gelince onu da bıraktım. İşte keyif buydu. Tsalıman benim rahat olduğumu görünce biraz daha hızlandı, benim atım tırısta ona yetişemeyince dörtnal gitmeye başladı, bir süre öyle gittim ama hızlı tırıs daha konforlu olduğu için dizginleri hafifice çekerek tırısa geçirdim. Bir süre daha bu şekilde sürdükten sonra yavaşladık ve yine yürüyüş temposuna döndük. Harikaydı, yavaş yavaş hızlı sürmesini de öğreniyordum.

 

 

Yola öğlen on ikide çıkmıştık, dönüşte başka bir yol izliyorduk, yine tepeler aşıyor derelerden geçiyorduk. İki saat kadar yol aldıktan sonra yemek için mola verdik, vadinin ortasındaydık hava çok sıcaktı ve gölge yapabilecek hiçbir şey yoktu. Yiyecek hazırlarken kollarımın yanmaya başladığını fark ettim, beyaz etim kızarmaya başlamıştı bile. Hava del giyemeyecek kadar sıcaktı, o yüzden üst kısımları belimize kadar sıyırmıştım. Tsalıman alışıktı, o rahatsız olmuyordu. Yanımda uzun kollu tişörtte yoktu. Aklıma başka bir çözüm geldi,

çantadan bir çift çorap çıkarttım, burun kısımlarını kestim ve kollarıma geçirdim, tam olmuştu. Bu arada Tsalıman ilgiyle beni seyrediyordu. Molayı uzatmadan tekrar yola çıktık, yoksa orada yumurta gibi pişecektik.

Bir saat kadar daha yol gittikten sonra bir dere kenarına geldik ve mola verdik, baktım Tsalıman çizmeleri çıkartmış ben de soyunup dökündüm, derede ayakları eli yüzü yıkamak iyi geldi. O arada Tsalıman'ın yanında çimenlerin üzerinde bir zamanlar beyaz renkte olan elliye yüz ebatlarında iki bez parçası gördüm. Bu defa ben ilgiyle bakarken o bezin bir tanesini alıp ikiye katladı, seri hareketlerde ayağına bandaj gibi sardı ve üzerine çizmesini giydi. Çizme içine çorap yerine bez sargı bence de çok iyi fikir, hem ayağın burkulmaz hem çorap gibi kokmaz.

Bir süre dinlendikten sonra yine yola çıktık, yarım saat kadar gitmiştik ki kupkuru ovada güpegündüz sivrisineklerin saldırısına uğradık. Üzerimdeki ince giysilerin hiçbir faydası yoktu, kollarımda ve sırtımda onlarcası birden kanımı emiyordu. Bir taraftan atı tırısta sürüyordum bir taraftan da yuların ipiyle üzerime konan sivrisinekleri uzaklaştırmaya çalışıyordum ama faydası olmuyordu. Yan tarafımızda bizi takip eden bulut gibi sivrisinek sürüsünü görünce "Çouuu" diye bağırıp topuklayarak atımı dörtnala koşturmaya başladım, başka türlü bunlardan kurtulamayacaktık. (Moğollar atları koşsun diye bu şekilde bağırıyor) Epeyce gittikten sonra sinekleri geride bıraktık ve yavaşladık. Sol kolumun dış tarafı tamamen kabarcıkla kaplanmıştı.  Yola çıkalı beş saat olmuştu ama hala kalacağımız gerlere ulaşamamıştık, arada bir "Gerler nerede?" diye soruyorum; o hep ilerideki beyaz noktaları gösteriyordu. Sık sık tırısa ya da dörtnala koşturuyorduk atları, bu şekilde giderek altı saatin sonunda nihayet kalacağımız yere vardık.

İki tane ger ve iki aile vardı, kadınlardan birisinin kocası ölmüş, çadırın bir köşesinde onun için mumlar yakıyordu. Buradakiler daha güler yüzlü ve cana yakın insanlardı, ben de yorgun olmama rağmen hemen yatıp uzanmadım. Bize önce sıcak yak sütü ikram ettiler. Akşamüzeri güneş batıyordu ve fotoğraf çekmek için güzel bir ışık vardı, atların birkaç fotoğrafını çektim. Akşam Tsalıman çorapları kesip kollarıma giyişimi anlattı ev sahiplerine, sonra yemek yedik, yani makarna. Yemekten sonra ev sahibi büyücek bir kaptan bir kâseye at sütünden yapılan ayrag (Bizim kımız dediğimiz hafif ekşi ayran tadındaki içecek)koyup bana uzattı tadı güzeldi, ferahlatıcıydı. Beğenmedi demesinler diye kafama dikip hepsini içtim. Düşünceli davranmaya çalışmıştım ama isabetli bir karar olmamış. Kadınlar bir hayret nidası çıkartarak bana baktılar, adam da kötü kötü bana bakıyordu. Ben de soran gözlerle Tsalıman' a baktım, o da donuk bir yüzle bana bakıyordu. Kâseyi geri verdim, adam aynı kâseyi doldurup başka birisine uzattı, o yarısını içip geri verdi, demek ki usul böyleymiş. Tsalıman beni bu konuda uyarmamıştı, nereden bilebilirdim yalnız yarısını içmek gerektiğini. Meğer o kâse hiç boşaltılmıyormuş, son içen kişiden sonra da yarısı dolu olarak bırakılıyormuş. Biraz utanmıştım ama benim bu işte bir suçum yoktu. Sizler de oralara giderseniz bu geleneğe mutlaka uyunuz. Kadınlardan birisi bana bağırsaklarımın bozulabileceğini işaretle anlattı. Ben de işaretle "Bir şey olmaz" dedim ama yine de ilk seferde bir tane ishal hapı yuttum. Sonraki günlerde de bol bol ayrag içmeme rağmen hiçbir rahatsızlık yaşamadım.
 

Birkaç saat sonra misafirler geldi; dillerini hiç konuşamıyor olmak çok kötü bir şey, orada öylece oturup bakmaktan öte bir şey yapamıyorsunuz. Bu defa ayrag dağıtım işini misafirlerden birisi yaptı. Ben de her defasında yarısını içip geri verdim. Moğolların su içtiğini görmedim. Ya yak sütü içiyorlar ya da ayrag, tabi kasabada ve şehirlerde bira ve votka çokça tüketiliyor. Ger içinde kadınlar erkeklerle aynı düzeyde, onlar da erkeklerle sohbete katılıyor. Diğer çadıra gidip çocuklarla oturmuyorlar. Ben uyumak için misafirlerin gitmesini bekledim, sigara içtikleri için çok rahatsız oluyordum ama yapacak bir şey yoktu. Nihayet gece yarısı gittiler ve ben de yatabildim. Yattım ama daha uyuyamadan çadıra insanlar geldi, dönüp yüzlerine bakmadım ama 3-4 kişilerdi sanırım, saatlerce oturup konuştular, votka ve sigara içiyorlardı. Ne zaman uyudum hatırlamıyordum ama bundan sonraki turlarda mecbur olmadıkça ailelerin yanında kalmayacaktım, bu kadarı yeterliydi. Sabah saat dokuzda uyandım, akşamki ıstırap dolu saatlere rağmen dinlenmiş ve uykumu almıştım. Dışarıda çok güzel ışık vardı, kamerayı alıp dışarı çıktım. Ev sahibinin otuz civarında atı vardı, biraz fotoğraf çektim. Sonra kahvaltı olarak yine akşamdan kalan makarnadan yedik, Tsalıman bana biraz ekmek ve bir kâsede kaymak verdi. Kahvaltı yaptıktan sonra yine dışarı çıktım, artı Karakurum'a üç saatlik mesafedeydik ve acele etmemize gerek yoktu. O yüzden orada kaldık ve kadınların atlardan süt sağışını seyrettim. Adamlar önce tayı getirip annesini biraz emzirtiyorlar, süt gelmeye başlayınca tayı kenara çekiyorlar ve kadınlar sağmaya başlıyor. Bu atların varlık nedeni süt, yoksa binmek için bu kadar ata gerek yok. Bozkırda sağılan atların sütünden yapılan ayraglar büyük plastik bidonlara dolduruluyor ve Ulan Batur'a gönderiliyor. Ulan Batur' da da insanlar evlerde ve lokantalarda su yerine ayrag içiyorlar.

 

 

Ben özellikle insanların fotoğraflarını çekmekten kaçınıyorum; Mika peynir satan kadınların fotoğrafını çektiğinde kadınlar tepki göstermişlerdi. İnsanlar genellikle bundan hoşlanmıyor, Japon Nori , Tsalıman'la benim fotoğraflarımı çektiğinde ben de bundan hoşlanmamıştım. Bu size normal gelebilir ama herkes öyle hissetmiyor, onlara saygı göstermek gerekir. Bu yüzden atların sağılışıyla ilgili uzaktan çektiğim yalnız bir tane fotoğraf var. Sağım işi devam ederken evin yaklaşık sekiz yaşındaki tombul yanaklı oğlu kendi atına bindi ve dörtnala koşturarak sürünün yanına doğru ufukta kayboldu, anne babası arkasından bakmadılar bile. Biraz sonra da evin büyük çocuğu ( o da en fazla on iki yaşındaydı) babasının motoruna bindi, ayakları yere değmiyordu, o yüzden babası seleden tutuyordu. Sonra motoru çalıştırdı, vitese takıp Karakurum'a doğru hızla sürdü ve gözden kayboldu. O yaştaki çocukların bunları yapıyor olması ailesi için normaldi, çocukları için en küçük bir endişe duymuyorlardı, çocuklarına güveniyorlardı. Aynı yaştaki çocuklara bizdeki ailelerin davranışını sizlere anlatmama gerek yok sanırım. Ne ekersen onu biçiyorsun.

Sağım işi bittikten sonra dışarıdan gelen bir adamın bir koyunu beyaz bir örtünün üzerinde sırt üstü yatırdığını gördüm. Ev sahibi de bana işaretle "fotoğraf çek" diyordu. Ben adamın ne yapmaya çalıştığını anlayamadan bıçakla göğsünde on santim kadar bir yeri boylamasına kesti ve elini koluna kadar hayvanın içine soktu, 15 saniye sonra da dışarı çıkarıp beklemeye başladı. Ben de hayretle seyrediyordum, hayvan birkaç derin nefes alıp verdi ve yapım dakika içinde öldü. Tek damla kan akmamıştı, adamın ne yaptığını bilmiyordum. Sonra ev sahibi hızlı bir şekilde hayvanın derisini yüzdü ve karnını yardı. Bağırsakları bir leğene boşalttılar ve kadın içlerini temizlemeye başladı. Ciğerlerin olduğu bölümü açınca hayvanın nasıl öldüğünü anladım, adam elini içeri sokunca hayvanın şah damarını kesmiş ve kan içeri akmış. Daha sonra kara ciğeri bir tencereye koydular ve kanı bir kase ile aynı tencereye boşalttılar. Dışarıya bir damla kan akmadı, çünkü kanı da yiyecek olarak değerlendirecekler. Ben yemedim ama bir yerlerde kanın bağırsağa doldurulup sucuk gibi bağlanarak pişirildiğini okumuştum. Dillerini bilmediğim için nasıl yediklerini öğrenemedim. Bu insanların çoğunlukla koyun ve keçi sürüleri var ama zannedildiği gibi her gün et yemiyorlar, bu hayvanlar onların geçim kaynağı. Ama onca hayvanın sütü nereye gidiyor onu anlayamadım, çünkü ne tereyağı ne bizimkilere benzer peynir, yoğurt ya da süt gördüm.
 

Bu işler olurken öğlen olmuştu ve bizim de gitme vaktimiz gelmişti. Atlarımızı eyerledik, binmeye hazırlanırken Tsalıman bana işaretle hala koyun parçalarıyla uğraşan kadını göstererek biraz para vermemi söyledi. Neden diye sormadım, cüzdandan beş bin Tugruk çıkartıp Tsalıman'a gösterdim, başıyla onayladı, ben de gidip kadının dizinin dibine bıraktım. Kadın bana soran gözlerle bakıyordu, eşi de görmüştü ama bir şey demedi. Ben de başımla selam verip atımın yanına döndüm. Vadideki son günümüzdü ve atlarımızı Karakurum'a doğru sürdük. Kasabaya yaklaştıkça daha sık olarak gerlerin yanından geçiyorduk hatta bir yerde yaklaşık kırk gerden oluşan bir kamp vardı. İnternette bu kamplara ait hiç bilgi bulamamıştım. Üç saatlik yolculuğun sonunda Karakurum'a ulaştık, bir hayalimi daha gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu ruhumun derinliklerinde hissediyordum. 

Yola çıkmadan önce kaldığım günlerin ücretini ödemeyi unutmuştum, yanımda da para yoktu o yüzden misafir evine gitmeden önce bankaya uğramak istiyordum. Atlarımızı kasabanın merkezine sürdük ve bankanın önünde durduk. Attan indim ve atın yularını bankanın bahçesinin çitlerine bağladım. Üzerimde del, ayağımda çizmeler ve başımda şapka ile bankaya girdim. Banka ana yolun kenarında bahçe içinde tek katlı bir binaydı. Diğer müşteriler ilgiyle beni tepeden tırnağa süzüyordu, ben hiç aldırmadan sıramın gelmesini bekledim ve işim bitince dışarı çıkıp atıma bindim ve oradan misafir evine gittik.

Onca sıcağa rağmen hava kuru olduğu için terlememiştim ama yine de ilk işim duşa girmek oldu. Kaldığım gerde bir Japon ve bir de güney Koreli genç adam kalıyordu. Bana yolculuğum hakkında birçok soru sordular.

Ertesi gün saat on bir de Tsalıman atlarla geldi, turu beş gün olarak planlamıştık, o yüzden bir gün daha beraber dolaşacaktık. Kasabanın içinden geçerek doğu tarafından araziye çıktık, ben nehir tarafını işaret ettim ve o tarafa yöneldik. Kasabanın kuzey batısında bir tepe vardı ve üzerinde bir anıt vardı. Onun ne olduğunu tam olarak öğrenemedim, o yüzden buraya bir şey yazmak istemiyorum. Anıtın arka tarafından bakınca tepelerin arasından akan Orhun Nehri görülüyordu. Oradan birkaç fotoğraf çektim, sonra atlarımızı tepeden aşağıya nehir kenarına doğru sürdük. Tepe dik ve kayalıktı, filmlerde kovboyların böyle yerlerden inişini çok seyretmiştim, atlar hiç zorlanmadan iniyordu. Nehrin kenarında atları suladık, biz de el yüz yıkadık.

 

 Orhun Nehri

Orhun nehri çok uzak olmayan bir bölgeden doğuyordu ve hiç kirlenmeden buralara kadar ulaşıyordu. Rengi bizim Gök Irmak gibi gök renkliydi; nehir kenarında balık tutan kimse yoktu ama mutlaka balık olmalıydı. Yanımda olta takımı getirmemiştim ama çarşıdan bulabileceğimi umuyordum. Daha birkaç gün burada kalacaktım ve balık tutmayı denemek istiyordum.
 

Nehrin bulunduğu bölgeden kasabaya döndük ve yol kenarındaki lokantaya bira içmeye gittik. Yine bir Fransız grup atlarla yola çıkmak için hazırlık yapıyorlardı. Bu grupta Fransa'dan gelen rehber de vardı. Moğol rehberleri de İngilizce biliyordu. Yolculukları on gün sürecekti, Orhun Nehri boyunca bizim gittiğimiz istikametin ters yönünde yol alıp dört günde şelaleye ulaşacaklardı. Yol üzerinde yedi tane göl olduğunu söylemişlerdi. Moğol rehberleri yiyecek çantalarını yük hayvanlarına yükledi, yanlarında ayrıca üç tane de yedek at götürdüler. Çadır da götürdüler mi görmedim ama en iyi tur bu şekilde çadırla yapılan turlardır. Ailelerin yanında kalmak bence iyi fikir değil.

Ertesi gün Karakurum'da Naadam Festivali varmış o yüzden Ulan Batur'a dönüş için iki gün sonrasına otobüs bileti aldım. Kahvaltıdan sonra çarşıya olta takımı için malzeme almaya gittim. Çarşıdaki yaşlı satıcıların bazıları Rusça biliyordu, o yüzden malzeme alabileceğim dükkânı kolayca buldum. İstediğim kalınlıkta misina ve uygun kanca vardı ama kurşun yoktu. Nehrin suyu çoktu be hızlı akıyordu, ağırlık olarak taş kullanmaktan başka çarem yoktu. Yürüyerek kırk beş dakikada nehir kenarına vardım, olta hazırlamak sorun değildi ama solucan bulmak kolay olmadı. Zaten 4,5 tane bulabildim. Saat öğleden sonra üç olana kadar vakit geçirdim, solucanları balığın av verdiği saatte kullanmak istiyordum. Olta atmaya başlayınca ağırlık olarak taşın yetersiz kaldığını gördüm, akıntının az olduğu bir yer bulmak için akıntı yönünde yürümeye başladım; bir taraftan da çocukluk anılarımı hatırlıyordum. Bu şekilde ırmak boylarında ne kadar güzel günlerim geçmişti. Olta atabileceğim uygun bir yer bulduğumda saat beş olmuştu, tam balık vaktiydi ama başka bir sorunum daha vardı; havada yağmur bulutları toplanmaya başlamıştı, arkası çok kötü görünüyordu. Oltayı toplayıp dönmeyi düşünürken bir balık yemi yuttu, iri istavrit büyüklüğündeydi, yem takıp tekrar arttım. Atmamla çekmem bir oldu, aynı boyda bir tane daha geldi. Bir gözüm oltada diğeri ise havadaydı, bu şekilde on dakikada beş tane ballık tuttum. Solucanım bitmişti ve hava da beni iyice tedirgin etmeye başlamıştı. Yanımda bir rüzgârlık vardı ama ancak belime kadar geliyordu, hem bu havanın getireceği yağmuru geçirme ihtimali yüksekti. Etrafta yağmurdan korunacak bir yer olmadığı için hızlıca toplanıp yola çıktım, gerlere yüz metre kala yağmur taneleri düşmeye başladı, gerden içeri girdiğimde bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamıştı.
 
Buraya tekrar geldiğimde yanımda iyi takımlar getireceğim, şelaleye atla yolculuk yapmayı planlıyorum. Akşamüzerleri uygun yerlerde kamp yapıp balık tutmak çok keyifli olacaktır. O turda keşke yanımda arkadaşlarım da olabilse.

 

 

Naadam Festivali, Orhun Nehri kenarında yapıldı, önce Moğolca şarkılar vardı, sonra güreş müsabakaları ve at yarışları yapıldı. Yarışların çocuk kategorisinde (yaklaşık 6-12 yaşlarındakiler katılmıştı)yarışanların atları nasıl sürdüğü görülmeye değerdi. Güreşler bizdekinden biraz farklı, güreşçilerin özel kıyafetleri var, seremoni aslında şahinle yapılan avı canlandırıyor. Güreşçi kolları kenarda açık, başında kukuletasıyla uçuş taklidi yaparak meydandaki bir adamın yanına geliyor, bir eli adamın omzunda uçuşu tamamlıyor ve başını adamın göğsüne doğru eğiyor. Adan (canlandırmaya göre avcı) güreşçinin başından kukuletasını alıyor ve alana salıyor. (Şahinin başından kukuletasını çıkartıp avın üzerine göndermesi hareketi.) Güreşçi seyirciler arasından çıkan rakibini yenince yine kollar açık süzülerek adamın yanına gidiyor, adam (avcı) güreşçinin başına kukuletasını koyuyor ve ödülünü alması için yandaki masaya gönderiyor. Oradan güreşçiye bir avuç kıyılmış peynir veriyorlar. Şahinde avını yakaladığında avcı şahine ödül olarak bir parça et verir.

Ben sonuna kadar izlemedim, ertesi gün yola çıkacağım için kaldığım yere döndüm. Karakurum'da daha fazla kalmak isterdim ama havalar bozmadan Rusya'ya dönüp Baykal Gölü kenarındaki Turka Köyü'ne gitmek istiyordum. Buraya tekrar gelmeyi düşündüğüm için şartları zorlamadım.
 
Ertesi sabah hava bozmuştu ve yağmur başlamıştı,  benimle birlikte bir İspanyol aile ve iki kişi daha Ulan Batur'a gidecekti, hepimiz üst üste Ganbaatar'ın arazi aracına doluştuk. Otobüs yine ayrag bidonlarıyla doluydu, araya da bir sıra doldurdular. Yine arada seyahat edenler vardı, yol boyunca yağmur yağdı. Ulan Batur'da yağmıyordu ama yolculuğumun tek tatsız olayı orada otobüs garında oldu. Yerler çamur olduğu için herkes otobüsün yanında bagaj kapılarının açılmasını bekliyordu, kapılar açıldığında en öndeki sırt çantası çamura düştü, benimki de düşmek üzereydi, o tarafa doğru herkesle birlikte hareket edince üzerime doğru gelen birisini fark ettim, elinde bir kazak vardı sanırım. Ben kalabalıktan kurtulup çantaya ulaştığımda o da çamura düştü. Kaldırıp bir kenarda temizledikten sonra üzerimdeki rüzgârlığın önde bulunan cebinin fermuarının açık olduğunu fark ettim, cüzdanım çalınmıştı. Üzerime gelen o adam mı yürüttü yoksa otobüste yanımda oturan genç kız mı bilmiyorum. Cüzdanda benim tembelliğim yüzünden keseme aktarmadığım bin Ruble, otuz bin Tugruk, ATM kartı ve eve bırakmayı unuttuğum nüfus cüzdanı vardı. Ama en kıymetlisi cüzdanın kendisiydi. Yurda döndükten sonra başka bir Türk arkadaşın sitesinde yine Karakurum dönüşü aynı yerde cüzdanını çaldırdığını okudum, ilginçti. Hırsızın suçu sabit de ben daha dikkatli olsaydım bu olay yaşanmayabilirdi. Sonuçta giden para bir şey değildi, toplam 85 TL civarındaydı, tabi insanı üzen bu olayı yaşamış olmaktı.

Sizlere tavsiyem paranızı, pasaportunuzu ve kartlarınızı asla cüzdanda ya da çantada taşımayınız, cebinizde günlük ihtiyaçlarınıza yetecek yerel para taşıyabilirsiniz, bunun tutarı da 30-40 TL yi geçmez. Giderse bu kadarı gider. Bu tür olayların Avrupa ülkelerinde de, bizim ülkemizde de çok dah fazlasının olduğunu unutmayınız ve moralinizi bozmayınız.

Neyse,  yapacak bir şey yoktu, böyle bir ders için yüksek bir bedel sayılmazdı. Yanımda bozuk para kalmamıştı, demek ki ceplere dağıtmak gerekiyormuş. ATM lerde de para kalmamıştı ama içimde bir his rahat olmamı ve her şeyin yoluna gireceğini söylüyordu. Birkaç dakika sonra bir sırt çantalı gördüm, taksicilerle pazarlık yapıyordu. Yanına gidip selam verdim, o da şehre gidecekmiş ve taksi parasını bölüşecek arkadaş arıyormuş, adı Tomas, Fansızmış. Kendisine durumu anlattım, o da yol parasını verebileceğini, dert etmememi söyledi. O pazarlığa devam ederken aklıma belediye otobüsü geldi, Toması çağırdım ve az ötedeki ana yola çıktık. Bizim gideceğimiz yere 27 numaranın gittiğini biliyordum, ben Tomas'ı 15 bin Tugrug ödemekten kurtardım, o da benim için elli kuruş ödeyerek beni bu uğursuz yerden kurtardı.

Tomas bir hostelde rezervasyon yaptırmış, hostel binasının karşısındaki otobüs durağında indik. Yer varsa ben de orda kalacaktım, yoksa internetten başka bir hostel bulacaktım. Neyse ki yer varmış ve yer aramaktan kurtuldum. Bu hostelin odaları oldukça küçüktü ama her yatağın yanında kilitli gömme kasa, piriz ve lamba vardı. Yatakların etrafı da perde ile kapatılabiliyordu, kahvaltı dâhil günlüğü 7 dolardı. Rusya' ya göre neredeyse üçte bir fiyat. Çantamı hostele bırakıp dışarı çıktım, ATM kartını iptal ettirmek için bankayı aramam gerekiyordu. Postaneye gittiğimde saat akşam altıyı geçmişti ve kapalıydı, zaten Pazar olduğu için pek te umudum yoktu. Hostele geri döndüm, hostelin bilgisayarında "skype"a girdim ama benim üyeliğimde daha önceden ödeme yapmadığım için arayamıyordum. Tomas kendi sayfasını açtı ve oradan aradık, bankaya ulaşmıştım ama onlar beni duymuyordu. Bu defa benim tabletten bağlandık, mikrofon ve kulaklık kablosunu çıkarttım. Tomas her türlü yolu deneyip sonunda bağlantıyı sağladı ve ben de kartı iptal ettirdim. Tomas'a teşekkür ettikten sonra üzerimi değiştirmek için yatağın yanına gittim. Artık rahatlamıştım, o olayı da unutmaya hazırdım. Ben çantadan eşyaları çıkartırken arka tarafta yaşlı bir adamla konuşan genç kadının İngilizce olarak"Türk olduğumu duyunca çok şaşırdılar" cümlesini duyunca birden dönüp gayrı ihtiyarı İngilizce olarak "Siz Türk müsünüz" diye sordum. "Evet" diyince bu defa Türkçe olarak "Ben de Türküm" dedim ve konuştuğu adamdan özür dileyip Türkçe konuşmaya başladık. Uzun zamandır Türkçe konuşmuyordum ve kendi dilinde konuşmamın ne kadar keyifli olduğunu anladım. Hanım'ın adı Canset'miş, Avustralya'da yaşıyormuş. Türk Büyükelçiliğinin inşaatına gidip "Orada Türkçe bilen var mı" diye bağırışını, sonra gelen mühendisin "Bayramınız kutlu olsun" dediğinde şaşkınlıkla  "Ne bayramı?" diye soruşunu anlattı. Bu defa ben şaşkınlıkla "Ne bayramıymış" diye sordum. Ben Temmuzun 9 unda Türkiye'den ayrılmıştım ve ne gazete okuyordum, ne de haber sitelerine giriyordum, Ramazan Bayramını da tesadüfen öğrenmiş oldum. Canset' le daha uzun konuşmak isterdim ama o yemeğe çıktı, ertesi sabah ta iki günlük bir tura gitti. Ben Ulan Batur' da fazla kalmak istemiyordum çünkü görülecek fazla bir şey yoktu, mağazalarını, Pazar yerlerini, ana caddelerini gezmiştim.
 
Ertesi gün geldiğim otobüslerin kalktığı yeri bulup dönüş bileti alacaktım, ama bütün çabama rağmen bulamadım. İndiğim benzinliği hatırlamıyordum; hosteldekilerin tarif ettiği ofis binasını da bulamadım. Kaldığım yer ucuzdu ve vaktimde sınırlı değildi o yüzden dert etmedim, ertesi gün tren garına gidip tren için bilet almaya karar verdim. Ama önce bu akşam Tomas' a yemek ısmarlayacaktım, çok içten bir şekilde yardım etmişti, ben de en azından bu şekilde teşekkür etmek istiyordum. Bir Özbek lokantasına gittik ve yemek yedik, epey sohbet ettik, yemekler çok iyi değildi. Çalışanlarla Türkçe konuşmaya çalıştığımda Özbek olmadıklarını öğrendim. Yemeklerin neden iyi olmadığı belli olmuştu. Oysa Rusya da hem Özbek hem de Tacik lokantalarında yemek yemiştim ve çok lezzetliydi yemekler.
Ertesi gün Tren garına gittim, başka ülkelere gidecek tren biletleri garın karşısında bir yerde satılıyormuş. Binanın girişinde sağda "Danışma" vardı oradaki bayana Rusça "Yarın için bilet var mı" diye sordum, ekrandan bakıp "Var" dedi, ama bilet üst katta satılıyormuş. Üst kattaki ofiste iki tane suratsız kadın vardı(kadınlardan özür dileyerek yazıyorum ) bir tanesi bana "Yarın için bilet yok" dedi "Ay sonuna kadar da yok" diye ilave etti. Ben de "Beş dakika önce danışmada sordum var dediler" diye itiraz ettim. Kadın benim kararlı duruşumu görünce ekrana bir süre bakıp bileti kesti. Daha sonra garda tanıştığım iki Fransız gence de aynı numarayı çekmişler, onlar da sınıra kadar bilet alabilmişler. Bileti alıp hostele döndüm, orada not defterime bir şeyler yazarken biletle ilgili bilgileri de kaydetmek için bilete baktım, tarih bana pek doğru gelmedi, tren bileti dışında tarihle ilgilenmediğim için günün tarihini de bilmiyordum. Soruşturup öğrendiğimde tren biletinin o gün için olduğunu öğrendim. Neyse ki daha dört saat vardı, bakmasaydım bilet yanacaktı. Geziyi bu kadar ayrıntılı anlatıyorum çünkü ilk defa uzun yolculuğa çıkacaklar bunları bilirse daha bilinçli hareket edebilirler. Saat öğleden sonra dört olmuştu o yüzden görevliye o günün ücretini de ödeyebileceğimi söyledim ama kabul etmedi, sağ olsun.
 

Tren Garına kaç numaralı otobüsün gittiğini biliyordum, 50 kuruşa gitmek varken taksiye binmeye gerek yoktu, zaten Gar şehrin merkezindeydi. Tren başka bir ülkeye gideceği için plats (3,mevki) vagon yoktu, tamamı kupeydi (4 kişilik kompartıman)Ben alt katta kalıyordum, üst katımda ve diğer iki yatakta Avustralyalı bir gruptan yaşlı insanlar kalıyordu. Grubun rehberi olan orta yaşlı bayan benden üst katta yatan yaşlı beyle yatakları değiştirmemi rica etti. Normalde böyle bir ricayı geri çevirmezdim ama bu ayarlamayı kendi grupları içerisinde de yapabileceklerini düşünerek kabul etmedim. Etmedim ama içim de rahat etmedi, çünkü üst kat pek rahat olmuyor ve yaşlı bir insan için daha da zordu. Biraz sonra rehber gelip yandaki kupeye geçip geçemeyeceğimi sordu, orası boşmuş. Ben de memnuniyetle kabul edebileceğimi söyledim, böylece içim rahat edecekti. Yandaki kupeye geçtim, gerçekten de boştu, bilet satan görevliler aklıma geldi, bunlar bir film çeviriyordu ama ne olduğunu anlayamamıştım, ama yakında öğrenecektim.

Tren yola çıktı ben de çay kahve ile çantamdaki yiyecekleri atıştırıyor bir taraftan da defterime seyahat notlarını yazıyordum. Bu arada Avustralyalılarla da biraz sohbet ettim. İçlerinden bir kadın en sevdiği ülkenin Türkiye ve en sevdiği insanların da Türkler olduğunu söyledi. Ne diyeyim, güzel memleketimiz ve güzel insanlarımız var, bizi sevmeyen ölsün.

Ulan Ude'de tanıştığım Avustralyalı motorcunun konuştuklarının yarısını ancak anlayabiliyordum, ben de bütün Avustralyalıların öyle konuştuğunu zannetmiştim. Oysa bu gruptakiler çok düzgün konuşuyorlardı ve anlamakta hiç zorlanmıyordum.

Sınıra geldik, önce Moğol sınırında durduk, burada pasaportlar toplanıp çıkış kaşesi vuruldu. Pasaportumu çok sevimli bir bayan görevli verdi ve gülümseyerek Türkçe " İş için mi geldiniz" diye sordu. İnanın böyle durumlarda beyniniz ne yapacağını şaşırıyor, nutkunuz tutuluyor, ne diyeceğinizi şaşırıyorsunuz. Aynısı Rus gümrüğünde Moğolistan'a geçerken de olmuştu; Azerice "Yaxşı yol" sözünü duyunca zihnimde bir patinaj yaşanmıştı ve toparlamam on, on beş saniye sürmüştü. Çünkü hiç beklemiyorsunuz ve başka bir dilde konuşmaya öyle alışmışsınız ki.

İşlemler bittikten sonra Tren hareket etmeden birçok yeni insan bindi, ellerinde büyük çantalar ve koliler vardı. Benim kupeye önce Fransızları gönderdiler, sonra onları çıkartıp 7 kişi yerleştirdiler. Kupe 4 kişilik ve biz 8 kişi olmuştuk. Her yere koliler sıkıştırdılar. Tren hareket etti ve yarım saatten fazla yol aldıktan sonra Rus Gümrüğüne geldik. Burası küçük bir yerleşim yeriydi. Ciddi ve düzgün giyimli Rus görevliler kadın erkek vagonlarda pasaportları topladılar. Bana giriş formu doldurttular, işlemler ve geri dağıtmaları iki saat kadar sürdü. Bu arada trene sınırda binenler çantaları toplayıp treni terk ettiler. Bunlar aslında sınır ticareti yapan insanlardı, Moğolistan' dan aldıkları malları sınırdan geçirmek için trene binmişlerdi. Ulan Batur' da neden tüm yerleri satmadıkları anlaşılıyordu, bu insanlardan hariçten para alıyor olmalılar, o yüzden tüm yerleri satmıyorlar ve burada bu insanlardan para kazanıyorlar.
 

Herkes inmişti, trenin daha iki saat orada kalacağını öğrenince ben de inmeye karar verdim. Vagondan inince yine küçük bir şaşkınlık yaşadım, çünkü ortada bizim vagon tek başına duruyordu. Etrafa bakınınca cebimdeki Tugrug' ları bozduracak yer göremedim, hâlbuki otobüsle yaptığımız girişte bir ofis vardı ve orada paraları değiştirebiliyordunuz. Burada böyle bir yer olmayabileceği aklıma gelmemişti, köydeki bankada değiştirebileceğimi söylediler ama orada dolar ve Euro dan dan başka para kabul etmiyorlardı. Bakkal da kabul etmedi, zaten Ruslarda Rubleden başka para pek geçmiyor. İstasyonda Moğol birisi var mı diye bakınırken bankta oturan bir bayan gördüm, yaklaşıp ona sordum "Ben değiştiriyorum" dedi, söylediği kur bankadan daha yüksekti, memnuniyetle kabul ettim.

Bu arada, ortada tek başına duran vagona bir lokomotif kilitlendi, onu başka vagonlarla birleştirdi ve ortaya yine yolculuğa hazır bir tren çıktı. Biz de  yerlerimizi aldık ve tren hareket etti. Artık Rusyadaydık ve Ulan Ude'ye doğru yol alıyorduk.

Böylece ilk Moğolistan macerası son ermiş oldu. Bu ülkeye tekrar gelmeyi ve at sırtında çadırla gezmeyi çok istiyorum, umarım bu hayalim de gerçekleşir, kalbim temiz, neden olmasın
:)

Umarım sizler de böyle bir seyahat yaparak güzel Ata yurtlarımızı ziyaret etme fırsatı bulursunuz.



http://bilinmeyenasya.blogspot.com/











 Yazılan Yorumlar...
  Henüz Yorum Yazılmamıştır
 Yorum yazmak isterseniz...
 
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.