Rusya' da 29 gün
kaldıktan sonra ülkeyi terk etmem gerekiyordu ve ben de Moğolistan'a geçmeye
karar vermiştim. İrkutsk'da Moğol Elçiliğinden vize aldım. Normal vize 3 200
Ruble yaklaşık 100 USD ve üç günde veriyorlar, aynı gün almak isterseniz
fazladan 100 USD daha ödemeniz gerekiyor.
Ulan Ude' den sabah saat 06:40 da otobüslerin hareket edeceği (Lenin Caddesinin
yanındaki fıskiyelerin bulunduğu meydanın arka tarafındaki) alana geldim.
Benden başka, sırt çantalı Alman ve İspanyol turistler vardı; Almanlarla biraz
sohbet ettim, su almaya gittiğimde onlara da aldım, çünkü orada otobüslerde su
ve yiyecek servisi yok. Almanlar beklemedikleri bu davranışa biraz şaşırdılar.
07:15 de hareket ettik, otobüste Yol boyunca çam ormanları içerisinden geçtik,
Moğolistan sınırına yaklaştıkça coğrafya yavaş yavaş değişiyordu. 4-5 saatlik
bir yolculuktan sonra sınıra geldik. Önce Rusya'yı terk etmemiz gerekiyordu, o
yüzden sınırda otobüsten indik, bagajları alıp işlemlerin yapılacağı binaya
girdik. Bavullar havaalanlarında olduğu gibi kontrol ediliyor, sonra sıraya
giriyorsunuz ve pasaportunuza çıkış damgası vuruluyor. Pasaportla birlikte girişte
damgalanıp size verilen formu iade ediyorsunuz. Bu forma hiçbir şey
yazmıyorsunuz, sadece kaldığınız yerlerde ve bilet alırken görmek istiyorlar.
Benim işlemi genç bir memur yaptı, pasaportumu alıp giderken arkamdan
"Yaxşı yol" dedi, ben de;
"Spasiba" diyerek teşekkür ettim.
Bende Jeton üç adım sonra
düştü, görevli bana Azeri lehçesinde "İyi yolculuklar" demişti, söylediğini
anlamıştım ama o anda farlılığı algılayamamıştım.
Yabancılar burada
ellerindeki Rubleleri Tugrug'la değiştiriyor, ben geri döneceğim için
değiştirmedim, nasıl olsa dönüşte lazım olacaktı. Otobüse binerken kendilerine
su aldığım iki Alman genç bana bir avuç dolusu bozuk Ruble verdi, gümrükteki
döviz büfesi bozukları kabul etmemiş, onlar da Rusya' ya döneceğimi bildikleri
için yanlarında götürmektense bana vermeyi tercih etmişler. Ben karşılığını
Tugrug olarak vermek istedim ama kabul etmediler.
Rus gümrüğünden kolayca
geçtik, otobüse binip yola çıktık, bu defa aynı işlemler Moğolistan tarafında
yapılacaktı; ancak gümrüğe gelmeden bir yerde mola verdik. Diğer yolcularla
birlikte ben de yemek için restorana gittim, hesap öderken bendeki Tugrug'ları
bozamadılar, ben de bozuk Ruble ile ödemeyi teklif ettim, hemen kabul ettiler.
Almanlar bana vermek yerine o paralarla burada yemek yiyebilirmiş.
Yemek yedikten sonra kendi kupama çay
koydurup dışarı çıktım, yağmur başlamıştı. Kemerimden çakı ve sırt çantamdan
limon çıkartıp bir dilim kestim ve çaya attım. Sundurmanın altında dikiliyordum
ve yavaş yavaş çayımı yudumluyordum. Bu sırada kapının diğer tarafındaki 12-13
yaşlarındaki çocuk sessizce beni izliyordu. Üzerinde eski püskü kıyafetler
vardı, kısa kesilmiş saçları ve sevimli yüzüyle Charles Dickens' ın
romanlarındaki çocuk kahramanları hatırlatıyordu. Bir süre beni süzdükten sonra
çekinerek usulca yanıma geldi ve cebinden çıkarttığı eski bir kâğıt paranın
ucunu bana gösterdi.
Göz ucuyla elindeki parayı işaret ederek "Para mı istiyorsun?" diye sakince
sordum. Türkçe sormuştum ama o ne dediğimi anlamıştı. "Evet" anlamında başını
salladı. O anda Almanların verdiği
bozukluk Rubleler geldi aklıma, bende de onların verdiği kadar vardı. Sonra
elimi kemerimdeki bozuk para cüzdanına daldırıp Rublelerin tamamını çıkarttım
ve çocuğun avucuna doldurdum. Gözleri sevinçle parladı, başını "Sağ ol" manasında
hafifçe eğip içerideki bakkala doğru seğirtti. Biraz sonra omzunda bir koliyle
çamurlu sokakta uzaklaşırken gördüm.
Almanlar yemeklerini
yiyip dışarı çıktığında onlara: "Bana verdiğiniz paraları az önce burada
dikilen yoksul çocuğa verdim" dedim; bu onların da hoşuna gitti.
Bir saatlik yemek
molasından sonra otobüs tekrar hareket etti ve Moğol sınır kapısına geldik.
Burada bir form doldurmamız istendi, yine genel bilgiler ve ne için geldiğimiz
soruluyor. Vizemde ne için kalacağım belirtilmemiş, o yüzden birkaç soru
sordular, "Turist olarak geldim" deyince pasaportuma giriş kaşesini vurup iade
ettiler.
Moğolistan'a girince yalnız coğrafya değişmiyor her şey değişiyor, derme çatma
binalar, bozuk yollar, farklı simaya sahip insanlar başka bir ülkeye
geldiğinizi gösteriyor. Rusya'da tipik turistler gibi giyinip meraklı gözlerle
etrafa bakınmıyorsanız yabancı olduğunuz pek anlaşılmaz ama Moğolistan da yüz
metreden yabancı olduğunuz belli oluyor. Arazi genelde düz, ama ufukta,
uzaklarda dağ silsileleri görülüyor. Çok sonraları Ulan Ude' de tanıştığım
Alman gençler böyle bir dağ silsilesi arasındaki vadide on günlük yürüyüş
yapmışlar. Otobüs yaklaşık dört saatte Ulan Batur'a vardı, zaten kötü olan
trafik akşam saatlerinde iyice yavaşlamıştı; ineceğimiz yere varmamız iki
saatimizi aldı. Ben bir otogar beklerken Otobüs bir benzinliğe girdi ve bizi
orada indirdi. Yeni bir ülkeye gelmenin heyecanıyla indiğimiz yerin neresi
olduğunu ve geri dönüşün nasıl olacağını sormayı akıl edememiştim. Yağmur
çiseliyordu ve ana yolda berbat bir trafik vardı; Almanlarla vedalaştım, onlar
yürüyerek gideceklerdi. Ama benim yolum uzundu, Ulan Ude' de Avustralyalıların
adresini verdiği Guesthous' a ('Yatak kiralayan pansiyon' şeklinde
tanımlayabiliriz) gidecektim ve orası da şehrin kenarında bir yerdeydi. Etrafa
bakınırken gözüm dip tarafta duran iki araca ilişti, şoförleri kapıları açmış
sohbet ediyordu ve büyük ihtimal bunlar "Taksi" olarak çalışıyordu. Yanlarına
yaklaşıp guesthouse' un adresini gösterdin ve bu adresi bilip bilmediklerini
sordum. Adresi biliyorlarmış, 10 000 bin Tugrug' a anlaştık. (Yaklaşık: 12,5 TL
) Yol bir zamanlar asfalt yapılmış ama o zamandan geriye kalana yol demek biraz
zor, bir de iki şerit yolda dört şerit ilerlemeye çalıştığı için daha da
ıstırap verici hale dönüşüyordu.
Yarım saat sonra
kalacağım yere ulaştık ve yağmur altında içeri girdim. Geniş bir bahçe içinde
konukların araçları ve kalacak gerler (Ger: Moğol çadırı) vardı. Burada ger
olmasını beklemiyordum doğrusu, misafir evini işletenlerle yazışırken bundan
bahsetmemişlerdi. Burasının işletmecilerinin Alman olduğunu biliyordum, benimle
ilgilenen de bir Alman bayan oldu. Bahçede iki katlı bir bina vardı, giriş
katında güzel bir kafe, mutfak, duşlar ve üst katta da kalacak odalar vardı.
Bana bahçedeki gerlerden birisinde yer ayırmışlar. Yandaki gerin önünde üç tane
motor duruyordu, bahçenin sürgülü demir kapısının önünde de arazi araçları ve
bir minibüs vardı. Burası aslında araçla seyahat edenlerin tercih ettiği bir
yer, öyle olduğu için benim araçsız gelip burada kalmama şaşırdılar, çünkü daha
ucuza şehir merkezinde birçok yer olduğunu biliyorlardı.
Benim kaldığım gerde
benden başka 55 yaşlarında bir alman vardı, o da aracıyla tek başına yolculuk
yapıyormuş. Buradan benim geldiğim yoldan Rusya ya geçecekti ve oradan
Vladivostok' a oradan da Amerika' ya gidecekti.
Kafeden çay aldım, mola yerinde aldığım çiğ börekleri çantamdan çıkartıp
karnımı doyurdum ve yattım. (Moğolistan'daki çiy börekler bambaşka; hamuru ve
içindeki et çok lezzetli, bizde yapılanlarla tat olarak ilgisi yok.) Gece
olduğunda hava iyice soğumuştu, üzerime kalın poları giydim ve iki tane de
battaniye örttüm, ancak ısınabilmiştim. Ağustosun ilk haftasında gece bu kadar
soğuk olacağını beklemiyordum. Sabah uyandığımda yataktan zorlukla çıktım, hava
resmen soğuktu, hani evde olsam kesin soba yakardım. Gerde de soba kuruluydu
ama orada fazla kalmayacağım için uğraşmaya değmezdi. Sonradan daha dikkatle
bakınca gerin eteklerinin açık olduğunu gördüm, tavandaki pencereden de hava
tahliye olduğu için biz aslında içeride soğuk hava akımı içinde kalıyorduk.
Karakurum' da kaldığım gerin etekleri toprağa gömülü olduğundan bu kadar soğuk
olmuyordu.
Ertesi gün Misafir evinin karşısındaki yola çıktım ve orada otobüs
bekleyenlerin yanına gittim. Herkes şöyle bir yan gözle bana baktı, ben de
aralarında İngilizce bilen birileri olabilir mi diye baktım, çünkü şehir
merkezine hangi otobüsün gittiğini bilmiyordum. Sonra şöyle bir mantık
yürüttüm; " Kenar mahalleden gelen bütün otobüsler büyük ihtimalle merkezden ya
da merkeze yakın bir yerden geçmeli". Buradan hareketle gelen fazla kalabalık
olmayan bir otobüse bindim, en kötü ihtimal biraz dolaşarak giderdim, zaten ben
de dolaşmaya gelmemiş miydim? Otobüs, bozuk yolların da dışındaki kenar
köşelerden bata çıka yol alarak merkeze ulaştı. Merkezde yollar kenar
mahalleler gibi kötü değil ama birçok yolu merkeze bağladıkları için trafik çok
zor ilerliyor.
Şehir merkezinde birçok yüksek bina inşaatı vardı, kenar mahallelerde de
konutlar yapılıyordu.
Sukhbaatar Meydanı
Kalabalık bir caddede
indim, neresi olduğunu bilmiyordum ama pek te önemli değildi, nasıl olsa 3-4
gün burada kalacaktım ve yürüyerek her yeri dolaşıp öğrenecektim. Araç
trafiğinin aktığı yöne doğru yürümeye başladım. Geniş caddenin iki tarafında da
mağazalar ve lokantalar vardı. Bir saat kadar yürüdükten sonra şehrin tam
merkezine geldim. Bu meydanın adı "Sukhbaatur Meydanı' ; meydanın bitimindeki
bina "Meclis Binası', girişinde ise tahta kurulmuş haliyle Cengiz Han'ın
heykeli var. Meydanın yola bakan tarafında, yolun hemen karşı tarafında yandan
bakıldığında "yelken" şeklinde yüksek bir cam bina var; bu bina çok uzaklardan
seçilebildiği için nirengi noktası olarak kullanabilirsiniz. Yine meydanın yola
bakan tarafında, sağdaki bina sırasında küçük bir ofiste "Turizm Danışma
Bürosu" var. Meydandan ana caddeye çıkıp sağ tarafa doğru biraz yürürseniz
merkez postaneyi görebilirsiniz, biraz daha ilerde yabancıların pek rağbet
ettiği "Kafe Amsterdam" ve beş yüz metre ( Belki daha uzak ) kadar sonra da
"Türk Büyükelçiliği" var.
İlk hedefim Orhun
Vadisine nasıl gideceğimi öğrenmekti, o yüzden doğrudan Turizm Danışma Bürosu
na gittim. Aslında bu bilgiler gezgin arkadaşların sitelerinde de varmış, ben
sonradan gördüm, çünkü yola çıkarken Moğolistana gelmekle ilgili kesin bir kararım
olmadığı için araştırma yapmamıştım. Orada çalışan iki bayan bana Karakurum' a
gitmem gerektiğini ve nasıl gideceğimi Ulan Batur haritası üzerinde
gösterdiler, haritayı da hediye ettiler. Karakurum' a Otogar' dan ( Dragon )
her gün saat 11:00 da otobüs kalkıyor; Dragon,
merkeze on kilometre uzaklıkta, vaktim olduğu için gidip bilet almaya
karar verdim. Meydandan ana caddeye çıkıp sağa döndüm ve birkaç yüz metre
ilerdeki otobüs durağında beklemeye başladım. 27 numaraya bindim ve otogarın
önünde indim. Bizdeki kasaba otogarlarının bile bundan daha düzgün olduğunu
söyleyebilirim. Neyse, ben gişeden 17 000 Tugrug (1 TL=800 Tugrug =22,5 TL)
ödeyerek üç gün sonrasına biletimi aldım ve merkeze geri döndüm. Artık şehri
dolaşabilirdim, burada trafik yürümediği için yürüyerek gezecektim, gezinin ilk
gününden beri antrenmanlı olduğum için günde 6-7 saat yürümek hiç sorun
olmuyordu.
Ulan batur' un merkezinde müzelerden başka görülecek fazla bir şey yok, "Doğa
Müzesi" ve "Milli Tarih Müzesi" nin
güzel olduğunu bir yerlerde okumuştum. Bir de şehrin (Ne kadar uzak olduğunu
bilmiyorum) dışında Tonyukuk Anıtı olduğunu biliyordum. Sonraki günlerde Doğa
Müzesini gezdim, Moğolistan'daki yaban hayatının bütün örneklerinden koymuşlar;
özellikle kuşlar ve kelebekler çok geniş bir çeşitlilik içeriyordu.
Dinazorların olduğu bölüm de çok ilginçti, giden herkese ziyaret etmelerini
tavsiye ederim. Diğer yerleri başka bir sefere bıraktım, çünkü bu ülkeye birkaç
ziyaret daha yapacağım.
Gideceğim sabah yolların
durumunu bildiğimden biraz erken kalkıp kahvaltı yaptım ve hesabı ödedim.
Burası merkezdeki hostellerden (Hostele'de yatak kiralayan pansiyon
diyebiliriz) daha pahalıydı; yatak + kahvaltı 18 USD. Araçla gelenler için çok
iyi bir yer ama benim gibi sırt çantasıyla seyahat edenler için hem yeri hem de
fiyatı uygun değildi. Merkeze giden otobüse bindim ve Suhbatur Meydanında
indim. Daha vakit vardı o yüzden otobüs durağının yakınındaki Kafe Amsterdam' a
gidip bir kahve içtim, sonra da otobüse binip Dragon' a gittim. Otobüsü bulup
büyük çantamı verdim ve biraz etrafı dolaşmaya başladım. Gözüme, az ilerde bina
çıkıntısına yaslanmış, güneş gözlüklü düzgün giyimli, gençten yabancı birisi
ilişti. Yanına yaklaşıp selam verdim, biraz sohbet ettik; Fansızmış, Afrika' da
bir gaz şirketinde çalışıyormuş, bir gün Karakurum' da kalıp başka bir şehre
geçecekmiş.
Otobüsün hareket saati
gelince ben de yerime gittim; baktım benim özellikle istediğim cam kenarı
koltukta 15 yaşlarında genç bir Moğol kızı oturuyordu, eşyalarını da
yerleştirmişti. Ben fotoğraf çekmek için özellikle cam kenarı almıştım ama onu
oradan kaldırmaya gönlüm razı olmadı. Otobüs Güney Kore malı idi, camlar da
koyu renk film kaplıydı; tavandan camlara doğru sarkan dantelli kumaşlar bütün
camları sarıyordu. Buradaki bütün otobüslerin camları koyu film kaplı, sanırım
güneş ışığıyla araları pekiyi değil.
Otobüs hareket etmeden
önce ortadaki aralığa eşyalar konulmaya başladı, eşyalar bitince arada
gidecekler için tabureler konuldu. Bu manzara bana uzun yıllar önce yaşadığım
kasabadaki otobüsleri hatırlattı, ama oralarda artık bu görüntülerden eser
kalmadı. İki sıra önümdeki sırt çantalı genç bayan turistlerden birisi de arada
oturuyordu. Yolculuk yedi saat sürecekti, demek ki bir gün daha beklemek
istememişler ve arada gitmeyi tercih etmişlerdi. Otobüs hareket ettiğinde
müziğin sesini açtılar, bizde de durum böyleydi ama artık müzik dinlerken
kocaman LCD ekrandan klip de seyredebiliyorsunuz. Yol yer yer bozuk olmasına
rağmen fazla rahatsız etmiyordu, sağda solda göz alabildiğine yeşil bozkırlar
uzanıyordu. Yol kenarlarında kasaba ya da köy yoktu, yalnız uzaklarda beyaz
nokta şeklinde gerler (Moğol çadırı) vardı. Genelde birkaç aile iki ya da üç
gerde kalıyor, diğerleriyle aralarında en az 5-6 kilometre mesafe var.
Merkezden uzaklaştıkça bu mesafeler daha da uzuyor. Otobüs 3-4 saat sonra bir
yerde mola verdi. Böyle yerlerdeki yemeklerin çok lezzetli olduğunu bildiğim
için ben de yemek yemeye gittim. İçerisi kalabalıktı, bir İspanyol aile beni
masalarındaki boş yere davet ettiler. Hem sohbet ettik hem de güzel Moğol
yemeklerinden yedik. Burada da bütün yemekler Rusya ile aynı malzemeden
yapılıyor, et, hamur, lahana, havuç ve patates.
Yemekten sonra tekrar
yola koyulduk, zaman zaman otobüs koyun/keçi sürülerine ya da at sürülerine yol
vermek için duruyordu. Moğolistan'da büyük baş hayvan az besleniyor, çoğunlukla
koyun, keçi ve at besliyorlar. Sanıldığı gibi atları binmek için değil, sütü
için besliyorlar. Çünkü Moğolistan'da kırsal alanda ve büyük oranda şehirlerde
de insanların içtiği iki temel içecek var; bir tanesi "yak sütü", diğeri de at
sütünden yayıkta yayılarak yapılan ekşi ayran tadındaki "Ayrag". Yak sütü sıcak olarak içiliyor ayrag ise ortam ısısında içiliyor, sıcaklarda rahatlatıcı etkisi var, içimi de güzel. Bizim "Kımız" dediğimiz içecek bir rivayete göre bu ayrag oluyor.
Karakurum - (Yerel dildeki söylenişi: Hari Horin )
Yola çıkmadan önce kardeşlerime gönderdiğim son postaya şöyle yazmıştım:
"Karakurum' a kalacak yer ayarlayamadan gidiyorum, ama içimde hiçbir endişe
yok, bu zamana kadar her şey yolunda gitti, orada da işlerin gönlüme göre
olacağına inanıyorum. " Gerçekten de otobüsten indiğimde daha etrafıma bile bakınamadan
daha sonra adının "Suvd " olduğunu öğreneceğim hanımla burun buruna geldim.
Bana kibarca ve güler yüzle kalacak yerim olup olmadığını sordu; ben de " Henüz
yok" dedim. Kendilerinin küçük bir "Misafir evi " olduğunu eğer istersem
araçlarıyla götürüp gösterebileceklerini söyledi. Memnuniyetle görmeye
gidebileceğimi söyledim. Çantalarımı sırtlanıp onu takip ettim; az ileride,
sonradan eşi olduğunu öğrendiğim bey de otobüste benimle gelen genç bayanları
arazi aracına bindiriyordu. Karakurum küçük bir kasaba, Moğol İmparatorluğunun
başkenti olduğu günlerden iz bile kalmamış. Kasabanın birkaç yerinde şimdi
kullanılmayan eskiden kalma beton binalar var. Onların dışında bütün evler
keresteden yapılmış ve etrafları tahta perde ile çevrili. Kasaba içerisindeki
yollar toprak, çukurlar ve küçük gölcüklerle dolu; biz de bata çıka gidiyoruz.
Guesthouse' ın yeri biraz
sapaydı ama bahçe zemini çim, etraf tahta çitle çevrili idi ve bahçeden vadinin
göz alabildiğine uzanan düzlüklerini görebiliyordum. Gerler çok temizdi,
yerlerde muşamba ve üzerinde halı vardı, ortada da her gerde olduğu gibi soba
duruyordu. Fiyatını da söyleyince orada kalmaya karar verdim, daha iyisini
hayal bile edemezdim. Fiyatlar şöyle idi: Sadece yatak 8 000 Tugrug (Söylerken
"u"lar biraz "ü ye benziyor)1 TL= 800 Tugrug = 10 TL. Kahvaltı, akşam yemeği,
duş ve internet bağlantısı ile 18 000 Tugruk = 22,5 TL. Suvd' un eşinin adı
Ganbaatar; o bana istersem atla gezi ayarlayabileceğini de söyledi. "Körün
istediği bir göz "benimse bütün hayallerim patır patır kucağıma düşüyordu.
Böyle bir yer bulabilmeyi, Orhun Vadisinde atla yolculuğu hayal ediyordum, ama
bu kadar kolay ve hızlı olacağını ummuyordum. Daha buraya geleli yarım saat
olmamıştı ve neredeyse ikisi de avuçlarımın içerisindeydi. Kesin yukarıda beni
gözeten birileri vardı, St. Petersburg' dan buraya kadar bırakın kötü bir olayı
beni tedirgin edecek en küçük bir olay dahi yaşamamıştım. (Bu arada kolay kolay
tedirgin olmayacağımı da belirtmek isterim.)
Ganbaatar beni ortadaki
gere, genç bayanları da sağdaki gere yerleştirdi. O arada kızlarla biraz sohbet
ettim, İsveçlilermiş, expedition için gelmişler. Ertesi gün yürüyerek başka bir
yerleşim birimine gideceklermiş, bana da onlarla gitmemi teklif ettiler. Benim
çadır ve uyku tulumum olmadığını söyledim, olsaydı harita üzerinde planlarını
incelerdim ve muhtemelen de giderdim. Benim kışa kadar zamanım çoktu o yüzden
bunun gibi fazladan bir aksiyon benim işimi aksatmazdı. Bu dağlarda artık
Camoka' nın askerlerinden korkmaya gerek yok, ayılarla ilgili o taraflarda kötü
hikâyeler duymadım ama hesaba katılması gereken bir unsur. Dönüş yolunda trende
tanıştığım bir gezgin Başkurt olan Sergey ayıları kaçırmak için çantasında
fosforlu işaret fişeği taşıdığını söylemişti.
Gece hava bozdu, iyice
serinledi, bir ara yağmur atıştırdı ama devam etmedi. Gerde dört yatak vardı ve
ben yalnız kalıyordum. Gece çok iyi uyumuşum, sabah saat sekizde uyandım,
tuvalete gitmek için dışarı çıktığım, yağmur çiseliyordu. İsveçli kızları çantalarını yüklenmiş yola
çıkmaya hazır vaziyette Ganbaatara konaklama ücretini ödüyorlardı. Yiyecekleri
varmış, gece dağda kalacaklarmış; ne diyeyim, kendilerine bol şans diledim,
sonra da düşündüm; buna acaba bizim kaç gencimiz cesaret edebilirdi.
O gün Ganbaatar' a
vadideki "Orhun Yazıtları" nın bulunduğu yere atla yolculuk yapmak istediğimi,
bu turu yapmak isteyen gruplara katılabileceğimi söyledim. O da turu
ayarlayacağına söz verdi.
O gün kasabayı gezdim, zaten görecek pek bir şey yoktu, kasabanın bir kilometre
doğusunda bir müze ve Budist Tapınağı vardı. Burada daha birkaç gün kalacağım
için oraları gezmekte acele etmiyordum. Kasabanın meydanında bir hareketli
bölge gördüm, o tarafa doğru yürüdüğümde yan yana dizilmiş konteynırlardan
oluşan küçük bir çarşı olduğunu fark ettim. Üç sıra halinde dizilmiş
konteynırların etrafı kapatılmış ve tek bir yerden girilen çarşıya
dönüştürülmüş. Giriş kapısının sağında en sağlam dişleri bile sızlatacak
sertlikte bir santim kalınlığında bisküvi boyutunda sarı peynirler satılıyor.
Hafif tatlımsı bir tadı var. Kadınlar benim onları almayacağımı bildikleri için
bana tuzsuz taze yumuşak bir peynir tattırdılar. Çok hoşuma gitti, bir parça
satın alıp çantaya attım, kahvaltıya iyi çeşni olacaktı. Sizin de yolunuz
buralara düşerse bu peynirden alın, zaten alacak başka bir şey
bulamayacaksınız.
Sonra yavaş yavaş etrafı dolaştım, satıcıların çoğu bayan, arada çocuklar da
var, onlar daha cesaretli oldukları için bana bir şeyler satmak için
çabalıyorlar. Buradaki esnaf kibarca dükkânına davet ediyor, ama hiçbir şekilde
rahatsız etmiyor. Ben de hepsine güler yüzle selam verip Türkçe "Hayırlı işler"
diyorum. Nasıl olsa bildiğim diğer dilleri de anlamayacaklar ama söyleyiş
şeklimden ve tebessümümden iyi bir şeyler söylediğimi anlıyorlardır herhalde.
Oradan kasabanın içinden geçen asfaltlanmış ana yola çıktım. Bu yol Orhun
Yazıtları' na kadar giden yol, dolayısıyla parasını T.C 'nin ödediği yolun
parçası. Ben aksi istikamette yürüyerek
kasabanın dışına kadar yürüdüm, yolun solundaki çimenlikte büyük bir at sürüsü
vardı, arka planda yemyeşil bir düzlük ve düzlüğün arkasında da Orhun Nehri ve
tepeler vardı. Manzara çok güzeldi ama hava bulutluydu ve ışık benim amatör
kamera için yeterli değildi. Kenarda oturdum etrafı seyretmeye koyuldum, atlar
bazen 8-10 metre yanıma kadar sokuluyordu. İlerideki düzlükte yüzlerce koyun ve
keçi otluyordu. Kaşmir denilen yün de bu keçilerin tüyünden yapılıyor ve
Moğolistan'ın gelirinin ( Kimi kaynaklara göre %20) kayda değer bir kısmını
bundan elde ediliyor. Ben dönmek için kalkmaya hazırlanırken bulutlar biraz
aralandı ve ben de birkaç kare fotoğraf çekebildim.
Bulutlar tekrar ışığı engelleyince kalkıp geldiğim yoldan geriye yürümeye
başladım. Kasabanı girişinde solda bir kafe vardı, sundurmanın altındaki tahta
masanın etrafında birkaç yabancı oturmuş sohbet ediyorlardı, ben de bir bira
içmek için oraya yöneldim. İçerden bir bira alıp dışarı çıktım ve sohbet
edenlere selam verip bir kenara oturdum. Konuşmalarından İspanyol oldukları
anlaşılıyordu, içlerinden bir tanesi esmerdi ve uzun saçları vardı, o da
İspanyolca konuşuyordu ama pek İspanyol'a benzemiyordu. Biraz sonra
konuşmalarına ara verince bana dönüp nereli olduğumu sordular; Türk olduğumu
söyleyince biraz şaşırdılar, bu taraflarda hiç Türk'e rastlamamışlar. Esmer
olan Şilili imiş ve dört kişilik grup Moğolistan'da bisikletle yolculuk
yapıyorlarmış. Hallerinden çok memnunlardı; bir süre Avrupa Birliğinden ve
uygulamaların ülkelere yansımasından falan bahsettiler, o konuda biraz
dertlilerdi.
Sohbete devam ederken içlerindeki bayan çantasından Moğolların tahta gibi sert
olan peynirlerinden çıkartıp ikram etti, o anda aklıma çarşı girişinden aldığım
peynir geldi, ben de onu çıkartım ve çakı ile birlikte tatmaları için ortaya koydum,
çok beğendiler. Biz peynirleri atıştırırken bir Fransız grup geldi, onlarla da
tanıştık ve bir süre sohbete katıldılar. Onlar on günlük atla yapılacak bir tur için gelmişler. On günlük tur Orhun Nehri
üzerindeki şelalenin olduğu yere yapılıyor.
Akşamüzeri kaldığım yere döndüm, yapacak bir şey yoktu, belki internetten
arkadaşlara ve kardeşlerime iyi olduğumu söylemek için e-posta gönderebilirdim.
Çadırda otururken kapı açıldı ve Ganbaatar' la birlikte içeriye bir kadın
girdi, o da aynı gerde kalacakmış. Adı 'Mika' idi, yaklaşık otuz beş yaşında
sessiz sedasız bir Japon. Karakurum' a iki günlüğüne gelmiş, daha sonra başka
bir kasabaya geçecekmiş. O arada akşam yemeği geldi ve beraber yemek yedik. Bu
arada Ganbaatar' ın oğlu Bayırbatur gerdeki bilgisayarı internete bağlamak için
geldi ve birkaç defa hatalı kod girdiği için hattı kilitledi. Benim cep
telefonu da orada çalışmıyormuş, hâlbuki GSM operatörünün müşteri hizmetlerine
sormuştum ve oradan görüşebileceğimi söylemişlerdi. Biz internete bağlanmak
için uğraşırken gere iki Çinli geldi; ellili yaşlarda bir erkek ve bir kadın.
Adam önce Mika' dan yatağını değiştirmesini istedi. Daha sonra orasını da
beğenmedi tekrar değiştirtti, Çinli erkeklerin kaba olduklarını filmlerde
görüyordum da gerçeğini hiç görmemiştim.
Neyse, ertesi gün Çinliler erkenden kalkıp gittiler, sonra Mika bütün gün
'Çinliler akşam dönecek mi?' diye sorup durdu. Akşam hiç sesini çıkartmamıştı
ama Çinli adamdan hiç hoşlanmadığı belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra Mika ile
gezmeye çıktık, kasabanın yakınındaki Budist Tapınağını ve müzeyi gezecektik; önce
tapınağa gittik. Burası kasabanın en turistik yeri olduğu için kasabaya gelen
herkes buraya mutlaka uğruyordu, o yüzden ön tarafında birçok arazi aracı ve
motor vardı. Bu kadar turist gelir de satıcılar gelmez mi; onlar da giriş
kapısının karşısında tek sıra hizaya gelmiş askerler gibi çadırlarını
dizmişlerdi.
Tapınağın uzun bir
geçmişi var ve günümüzde de kullanılıyor, biz oradayken iki genç keşiş dört beş
metre yüksekliğindeki kuleye çıkıp deniz kabuklarıyla yapılacak töreni
duyurdular. O kabuklardan sadece filmlerde böyle ses çıktığını sanıyordum ama
gerçekten de etkileyici ve yüksek bir ses çıkıyormuş. Rahipler binadan içeri
girince bütün turist kalabalığı ellerinde kameralarla içeriye hücum ettiler.
Kısa bir süre sonra Mika dışarı çıktı ve biz gezmeye devam ettik. Bahçenin arka
kapısından çıkıp beş yüz metre ileride çimenliğin ortasında duran 'Kaplumbağa'
figürünü görmeye gittik. Kaplumbağa figürü, yaklaşık doksan santim
yüksekliğinde ve yüz elli santim boyundaydı. Kabaca yontulmuştu ve sırt kısmında
dikdörtgen şeklinde içi oyuk bir yer vardı. Bu da, bir zamanlar üzerinde bir
taş anıt olduğunu gösteriyor.
Kaplumbağayı da ziyaret
ettikten sonra Tarih Müzesi' ne doğru yola çıktık, bu arada epey vakit geçmişti
ve acıkmıştık, müzenin yolu üzerinde bir yapı vardı, içeride lokanta olduğu
belli oluyordu, hiç düşünmeden içeri daldım. Ama içeride bizi kötü bir sürpriz
bekliyordu; özenle hazırlanmış masaların yanında duran bir görevli tüm
yemeklerin ve yerlerin ayırtıldığını söyledi. Daha önce böyle bir şey ne
duymuştum ne de görmüştüm. Mika' ya dönüp "Turistlerden nefret ediyorum,
onların yüzünden aç kaldık" dedim. Mika gülerek, "Biz de turistiz" dedi. Ben
kendimi turist gibi görmüyordum, ne de olsa bu yerler atalarımızın binlerce yıl
yaşadığı kendi yurtlarımızdı. Bir de ucu açık bir süre için seyahate
çıktığınızda gerçekten farklı hissediyorsunuz.
Oradan Müze' ye gittik, binanın yapısından burasına da bir yabancı eli değdiği
belli oluyordu, (Bir yerlerde Japonların desteği ile yapıldığını duydum ama
kesin bilmiyorum)içeride yiyecek bir şeyler olması ihtimali yüksekti. Neyse,
beklediğim gibi içeride küçük bir kafe vardı ve vitrininde sandviç ve kek
vardı. Mika' ya "önce karnımızı doyuralım yoksa biz dolaşana kadar burada da
yiyecek kalmayacak" dedim, hiç itiraz etmedi. Yemekten sonra müze giriş
biletini aldık, yaklaşık beş lira idi. İkimizden başka kimse yoktu, rehber
İngilizce olarak anlatacaktı, Mika' nın İngilizcesi benimkinden de kötüydü o
yüzden rehbere basitçe anlatmasını ve yavaş konuşmasını rica ettim. Rehber eski
çağları gösteren büyük haritalar üzerinde Moğolistan tarihini anlatmaya
başladı. En eski haritada Avrupa sınırından Pasifike kadar bütün Asya Türk
devletleriyle doluydu. Gördüğümüz beş haritada değişik çağlardaki durum
gösteriliyordu ve yine bütün Asya Türk devletleriyle doluydu, Moğol Devleti
küçücük bir bölgede görünüyordu. Son haritada ise bütün Asya "Moğol
İmparatorluğu" olarak gösterilmişti.
Peki, bu nasıl olmuştu, onca Türk devleti buhar olup nereye gitmişti, ya da bu
kadar büyük bir bölgeyi kaplayacak Moğol nereden gelmişti. Bu öyle bir
imparatorluktu ki yalnızca batı kanadını oluşturan Altın Ordu Hanlığı (Dört
hanlıktan birisi)Batuhan kumandasında yüz bin kişilik bir ordu ile Avrupa
üzerine yürümüştü. İşin aslı şuydu: Moğollar devleti kuran soydu, daha sonra
Asya'daki Türk Devletleri Cengiz Hanın liderliğini benimsediler ve onun
tabiiyetine girdiler. Böylece, bu kadar kısa bir zamanda böylesine büyük bir
imparatorluk kurulabildi. İmparatorluğun resmi yazışma dili "Türkçe" idi;
halkın yüzde doksanı Türk olunca bu kaçınılmaz bir şey. "Doğudan yükselen Güç
Moğollar" kitabında kuruluş ve işleyişle ilgili geniş bilgi bulabilirsiniz.
Ekonomi konusunda ondan fazla kitap yazmış, Anadolu'nun birçok ilinde
konferanslar vermiş yakın bir tanıdığım bu kitapla ilgili şöyle demişti: "Bu
kitabı okuyunca, Moğol İmparatorluğu konusundaki cehaletimden utandım."
Neyse, müzedeki gezimiz bittikten sonra Mika ile yavaş yavaş kaldığımız Misafir
Evine döndük. Oraya vardığımızda Ganbaatar iyi haberi verdi, yarın değil ertesi
gün bir rehberle birlikte Orhun Yazıtlarına doğru yola çıkacaktım. İçimin
ürperdiğini hissetim, çünkü bir hayalim gerçek olmak üzereydi. O gece Çinliler
gelmedi, gerde Mika ile kaldık, epey sohbet ettik, o da ertesi gün sabah yola
çıkacaktı. Sabah olduğunda kahvaltı yapıp dışarı çıktık, ben Mika' yı yolcu
etmek için merkeze gitmeye hazırlanırken Ganbaatar gelip yola bu gün çıkacağımı
haber verdi. Rehberle konuşup bu günün daha uygun olduğuna karar vermişler.
Benim acilen gidip çizme, yağmurluk ve bir de şapka almam gerekiyordu. Mikanın
otobüsünün hareketine daha birkaç saat vardı, o yüzden hızlı bir şekilde
merkezdeki çarşıya gittim. Çizmeyi ikinci elden alacaktım, çünkü beş günlüğüne
yeni çizme almaya gerek yoktu. Çarşıya vardığımda çizme alacağım dükkânın
kapalı olduğunu gördüm; biraz dolaşıp geniş kenarlı güzel bir şapka, uzun bir
yağmurluk ve kalın bir pamuklu eşortman benzeri altlık aldım. Saat 10.30
olmuştu ama dükkân hala açılmamıştı, bu arada Ganbaatar çarşıya geldi, o da
atın koşumları için bir şeyler satın alıp gitti. Anladığım kadarıyla ellerinde
hazır ikinci bir koşum takımı yoktu ve yeni düzüyorlardı. Bir süre daha
bekledikten sonra yeni bir çizme almaya karar verdim. Ayaklarım kırk üç
numaraydı ve bana göre çizme bulamıyordum, sonunda bir tanesinde karar kıldım,
biraz sıkıyordu ama nasıl olsa hep at üstünde olacaktım, o yüzden ayağımı vurma
tehlikesi yoktu. Yolculuğun bir gün öne alınması bana biraz pahalıya geldi.
Pazarlık sonunda çizmeyi 35 000 Tugruga aldım, yaklaşık 45 TL. Yalnız beş gün
giyeceğim düşünülürse bir sırt çantalı gezen için az para değil.
Aldıklarımla hızlı hızlı yürüyerek çadıra döndüm, tabi bu arada Mika çoktan
gitmişti, onunla vedalaşamadım. Çadıra vardığımda rehberimin atlarla geldiğini
ve bahçede benim kullanacağım koşum takımını hazırlamakta olduklarını gördüm.
Ganbaatar bizi tanıştırdı, rehberimin adı "Tsalıman" idi, en azından söylenişi
böyleydi. Yanımıza alacağımız yiyecekleri onlar ayarlamışlardı, ben hiçbir şeye
karışmamıştım, (Bir daha atla tura çıkacağım zaman yiyecekleri kesinlikle ben
satın alacağım, siz de bu işi başkalarına bırakmayın) Ganbaatar nezaket
gösterip kendi yerel kıyafeti olan "Del" ini yolculuk için bana verdi.
Öğlen saat on iki de yola
çıkmaya hazırdık. Yanıma küçük sırt çantamı almıştım, içinde polar, yağmurluk,
bir pantolon, çay, kahve, çay kupası, sabun, fotoğraf makinesi, cep telefonu
vs. vardı. Suları ve bir kısım yiyeceği dellerimizin içine koyduk. Zaten
Moğollar delin göğüs kısmını çanta gibi kullanıyorlar. Altıma çarşıdan aldığım pamuklu
kalın altlığı giydim, çizmeleri de çekince kıyafetim tamamlanmıştı.
İlk konuşmamızda
Ganbaatar bana:
"Ata binmesini biliyor musun?" diye
sormuştu; ben de espriyle karışık:
" Her Türk ata binmesini bilir" diye
cevap vermiştim.
Yola çıkarken:
"Merak etme yolda öğrenirim" dedim.
On iki yaşındayken iki ay
bir köyde kalmıştım ve diğer çocuklarla birkaç defa köyün kırda dolaşan
atlarına binmiştim, onun dışında bir tecrübem yoktu.
Sonunda yola çıkma vakti
geldi ve atlara bindik, atın yularını Tsalıman tuttu, dizginleri de bana verdi.
Ger kampının arkasından çayı geçerek vadiye doğru yola koyulduk, Ganbaatar
arkamızdan su döktüğümü bilmiyorum ama içimde derin bir huzur ve biraz da
heyecan vardı. En küçük bir endişe duymadığımı da söylemeliyim. Kendimi
köyümdeymiş kadar rahat hissediyordum, bir de Taslıman' la konuşabilseydim...
Tsalıman yalnız dört beş İngilizce kelime biliyordu, o yüzden at sürme
konusunda bir şeyler sormam mümkün değildi;
deneyerek kendim öğrenecektim.
Atı sürmesini öğrenmek için
rehberimin atı ile yan yana gitmeye çalışıyordum, bu şekilde 45 dakika kadar
yol aldıktan sonra Tsalıman tuttuğu yuları da bana verdi, artık at tamamen
benim kontrolümdeydi. Hava çok sıcaktı, üzerimizdeki deller kalın olduğu için
üst kısmını belimize kadar sıyırmıştık. Yem yeşil ovada bazen sulak alanlardan
bazen de küçük çaylardan geçiyorduk. Yine sulak bir çayırlık alanda turnaların
arasından geçtik, kuşlar en fazla 30 metre uzağımızdaydı ama havalanmadılar.
Aynı şekilde bir de kartalın yanından geçtik, o da havalanmadı. Hava sıcaktı
ama nem olmadığı için rahatsız edici değildi. Vadide hiçbir yerleşim birimi
yoktu, uzaklarda nokta şeklinde birkaç ger görünüyordu o kadar.
Üç saat kadar vadide at sürdükten sonra tepelere doğru yöneldik, tepeler de
yemyeşil otla kaplıydı. Ben daha ne kadar yolumuz kaldığını bilmediğim için
Tasılıman' a işaretle soruyordum, o da tepenin arkasını işaret ediyordu. Bir
tepe aşıyorduk arkasından başka bir tepe daha çıkıyordu, at sırtında gidiyor
olsanız da bir süre sonra güneşin de etkisiyle yorulduğunuzu hissetmeye
başlıyorsunuz.
Yola çıkışımız hızlı oldu, o yüzden yolculuğumuzun ayrıntılarını Ganbaatara
soracak fırsatım olmadı, gerçi sorsam da değişen bir şey olmayacaktı. İlk gün
beş saat at sürdük, çoğunlukla hızlı bir tempoda yürüyerek bazen da tırısta
gidiyorduk. Bu kadar uzun süre at sırtında kalmak bizim gibi yumuşak popolular
için elbette ki rahatsız edici oluyor. Ama Türk Milletinin itibarını bir Moğol
karşısında iki paralık edecek değildim, o yüzden dişimi sıktım ve hiç
sızlanmadım.
Beş saatin sonunda gece
misafir olacağımız Moğol ailenin gerlerine ulaştık. Burada üç tane ger vardı ve
biz de aile ile birlikte kalacaktık, bizim için hususi bir yer yoktu.
Çadırların ön tarafında ailenin 30 kadar atı vardı, bunlar sütü için
besleniyor.
Gere girdiğimizde iyice yorgun hissediyordum, kimse ile konuşmak mümkün
değildi, dil bilen yoktu. Bana kapının solundaki geniş sediri gösterdiler ve
uzanabilmem için yastık verdiler ve sıcak yak sütü ikram ettiler. Onun
karşısında bir sedir daha vardı ve kapının karşısında da bir yer yatağı vardı.
Gerde 6,7 kişi varken orada yatmak bize uygun düşmüyordu ama gerçekten çok
yorgundum. Buralara pek Türk gelmediği için beni epeyce incelediler. Birkaç
saat sonra bir kâsede yeni yoğrulmuş hamurdan yapılma makarna verdiler, içinde
çok az patates ve et vardı. Açtım ama yarısını ancak yiyebildim, kalanı
yanımdaki sehpanın üzerine koydum ve uyumaya çalıştım.
Bize bu gerlerde misafir
olduğumuz söyleniyor, Tsalıman onlara bir ödeme yapıyor mu bilmiyorum. Bu benim
ilk tecrübemdi ve pek hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Özellikle sigara dumanı
çok rahatsız ediciydi. Duş falan yok tabiî ki, burada yaşayanlar nerede nasıl
yıkanıyor hiçbir fikrin yok, o tarafı beni ilgilendirmiyor ama bu demektir ki
ben de beş gün yıkanmayacağım, neyse, sorun değil.
Sabah kalktım, giyindim,
baktım Tsalıman akşamdan kalma makarnadan bir kâse almış, üzerine yak sütü
döküp yiyor. Ben de akşamdan kalan yarısı makarna dolu kâseyi aldım ve kalan
makarnayı yemeye başladım, yanına bir kâse yak sütü verdiler. Makarnaları
yedikten sonra teşekkür edip çadırdan çıktık, burada ne hoş geldin ve el
sıkışma ne de güle güle olayı var. Bizimle birlikte ailenin erkekleri de
çıktılar ve atlarına binip koyun, keçi sürülerine doğru dörtnala uzaklaştılar.
Biz de atlarımıza binip yola çıktık, buradan Orhun Yazıtlarının olduğu müzeye 3
saatlik yolumuz vardı. Düz vadide yol alıyorduk ve yolumuz uzun olmadığı için
acele etmiyorduk. Hava yine açık ve sıcaktı, yolculuk iyi geçiyordu. Bir saat
kadar yol aldıktan sonra rehberim ufuk çizgisinde belli belirsiz bir binayı
işaret etti, vadi dümdüz olduğu için iki saat mesafedeki bina görülebiliyordu.
Müze binasına vardığımızda öğle saatini geçmişti. Atlarımızı müzenin önündeki
direklere bağladık ve içeri girdik, işte bir hayalim gerçek olmuştu, at
sırtında atalarımızın huzuruna gelmiştim. Bina da yolu gibi bizim devletimiz
tarafından yaptırılmıştı ve içerisi özenerek yapılmıştı. Girişin solunda bir
ofis sağında ise giriş bileti ve hediyelik eşya satılan bir bölüm vardı. Burada
yaz kış bir aile yaşıyor ve bütün işleri onlar yapıyor. Bekçi ile
selamlaştıktan sonra kızından bilet aldım ve içeri geçtim.
Bir koridordan geçtikten
sonra sağdaki kapıdan yazıtların olduğu salona girdim, salonun dip kısmında
yaklaşık beş metre arayla Bilge Kaan ve Kültegin yazılı taşları karşımda
duruyordu. Tüylerim diken diken olmuştu, içimi tuhaf bir duygu kapladı; biraz
heyecan, biraz da gurur vardı içinde. Kayaların üzerinde eski Türk yazısını
görmek ve onlara dokunmak inanın müthiş bir duygu yaşatıyor insana. Kazılarda
çıkan diğer eşyalar da müzede sergileniyor, içlerinde Bilge Kağanın altın tacı
da var.
Müzedeki gezi bittikten
sonra dışarıda da biraz dolaştım, bekçiden müzenin karşısındaki gerlerin
kiralık olduğunu öğrendim. Rehberim akşam kalacağımız gerlerin iki saatlik
mesafede olduğunu söyledi. Gidip kiralık gerlerin içerisine baktım, çok
güzeldi, dün geceki kaldığımız yeri düşününce bunlar şahsımıza özel saray
gibiydi. Orada kalmaya karar verdim, gerin gecelik kirası 20 000 Tugruk (Yaklaşık
23 TL)idi, iyi bir uyku için buna değerdi. Bize termosla sıcak su getirdiler,
çay kahve içtik, azık olarak aldıkları konserveler benim para verip alacağım
şeyler değildi ama bağırsaklarımı bozmadığı sürece sorun yoktu, bozmadı da. Ama
bu bana iyi bir ders oldu, bir daha yiyecek alışverişini kimseye bırakmam.
Bulunduğumuz yerin doğusunda kap kara bulutlar vardı yağmuru uzaktan
görebiliyorduk ama üzerimize gelmiyordu neyse ki. Yağmurun arkasından çok güzel
bir gökkuşağı oluştu.
Güzel bir uykunun arkasından sabah yine o berbat konservelerle kahvaltı yaptık,
ben daha çok kuru ekmeği ve kahveyi tercih ettim. Öyle ya da böyle karnımın
doyması yeterliydi. İki kupa kahveyi de içtikten sonra keyfim yerine geldi ve
yazıtların gerçek yerlerini gezmeye gittim. Yazıtların gerçek yerleri müzenin
yaklaşık 500 metre uzağında ve iki yazıt yeri aralarında yine 500 metre kadar
mesafe var. Gerçeğinin yerine betondan kötü birer taklidi konulmuş ve yaklaşık
2-3 dönümlük bir alan duvarla çevrilmiş. Ben yazıtların taşınmadan önceki
hallerinin fotoğraflarını gördüm, taşıma esnasında hasar görmüşler.
Neyse, olan olmuş artık,
testi kırıldıktan sonra konuşmak faydasız. Öğle saatinde atlarımızı eyerledik,
bu defa kendi atımı kendim eyerledim ve dizginlerini kendim taktım. Burada
konaklamak hem bedenen hem de zihnen iyi gelmişti bana. Yarım saat yol aldıktan
sonra Tsalıman'a hızlı sürmek istediğimi işaretle anlattım, bir şekilde
öğrenmek istiyordum ve artık buna hazırdım. Atları topukladım ve tırıs gitmeye
başladık, ama ben atın üzerinde nasıl durmam gerektiğini bilmediğim için her
şekli deniyordum, bir taraftan da Tsalıman'a bakıyordum, o da bana bakıyordu.
Daha önce Azerbaycan'da Gence'de tanıştığım atı olan bir arkadaş bana uzun
mesafede en hızlı ve konforlu sürüşün hızlı tırıs gitmek olduğunu söylemişti.
Ben de atı daha da hızlandırdım. Gerçektende çok rahattı, önce bir elimle
eyerin ön kısmından tutuyordum, daha sonra vücudum dengeye gelince onu da
bıraktım. İşte keyif buydu. Tsalıman benim rahat olduğumu görünce biraz daha hızlandı,
benim atım tırısta ona yetişemeyince dörtnal gitmeye başladı, bir süre öyle
gittim ama hızlı tırıs daha konforlu olduğu için dizginleri hafifice çekerek
tırısa geçirdim. Bir süre daha bu şekilde sürdükten sonra yavaşladık ve yine
yürüyüş temposuna döndük. Harikaydı, yavaş yavaş hızlı sürmesini de
öğreniyordum.
Yola öğlen on ikide çıkmıştık, dönüşte başka bir yol izliyorduk, yine tepeler
aşıyor derelerden geçiyorduk. İki saat kadar yol aldıktan sonra yemek için mola
verdik, vadinin ortasındaydık hava çok sıcaktı ve gölge yapabilecek hiçbir şey
yoktu. Yiyecek hazırlarken kollarımın yanmaya başladığını fark ettim, beyaz
etim kızarmaya başlamıştı bile. Hava del giyemeyecek kadar sıcaktı, o yüzden
üst kısımları belimize kadar sıyırmıştım. Tsalıman alışıktı, o rahatsız
olmuyordu. Yanımda uzun kollu tişörtte yoktu. Aklıma başka bir çözüm geldi,
çantadan bir çift çorap çıkarttım, burun kısımlarını kestim ve kollarıma
geçirdim, tam olmuştu. Bu arada Tsalıman ilgiyle beni seyrediyordu. Molayı
uzatmadan tekrar yola çıktık, yoksa orada yumurta gibi pişecektik.
Bir saat kadar daha yol gittikten sonra
bir dere kenarına geldik ve mola verdik, baktım Tsalıman çizmeleri çıkartmış
ben de soyunup dökündüm, derede ayakları eli yüzü yıkamak iyi geldi. O arada
Tsalıman'ın yanında çimenlerin üzerinde bir zamanlar beyaz renkte olan elliye
yüz ebatlarında iki bez parçası gördüm. Bu defa ben ilgiyle bakarken o bezin
bir tanesini alıp ikiye katladı, seri hareketlerde ayağına bandaj gibi sardı ve
üzerine çizmesini giydi. Çizme içine çorap yerine bez sargı bence de çok iyi
fikir, hem ayağın burkulmaz hem çorap gibi kokmaz.
Bir süre dinlendikten sonra yine yola çıktık, yarım saat kadar gitmiştik ki
kupkuru ovada güpegündüz sivrisineklerin saldırısına uğradık. Üzerimdeki ince giysilerin
hiçbir faydası yoktu, kollarımda ve sırtımda onlarcası birden kanımı emiyordu.
Bir taraftan atı tırısta sürüyordum bir taraftan da yuların ipiyle üzerime
konan sivrisinekleri uzaklaştırmaya çalışıyordum ama faydası olmuyordu. Yan
tarafımızda bizi takip eden bulut gibi sivrisinek sürüsünü görünce "Çouuu" diye
bağırıp topuklayarak atımı dörtnala koşturmaya başladım, başka türlü bunlardan
kurtulamayacaktık. (Moğollar atları koşsun diye bu şekilde bağırıyor) Epeyce
gittikten sonra sinekleri geride bıraktık ve yavaşladık. Sol kolumun dış tarafı
tamamen kabarcıkla kaplanmıştı. Yola
çıkalı beş saat olmuştu ama hala kalacağımız gerlere ulaşamamıştık, arada bir
"Gerler nerede?" diye soruyorum; o hep ilerideki beyaz noktaları gösteriyordu.
Sık sık tırısa ya da dörtnala koşturuyorduk atları, bu şekilde giderek altı
saatin sonunda nihayet kalacağımız yere vardık.
İki tane ger ve iki aile vardı, kadınlardan birisinin kocası ölmüş, çadırın bir
köşesinde onun için mumlar yakıyordu. Buradakiler daha güler yüzlü ve cana
yakın insanlardı, ben de yorgun olmama rağmen hemen yatıp uzanmadım. Bize önce
sıcak yak sütü ikram ettiler. Akşamüzeri güneş batıyordu ve fotoğraf çekmek
için güzel bir ışık vardı, atların birkaç fotoğrafını çektim. Akşam Tsalıman
çorapları kesip kollarıma giyişimi anlattı ev sahiplerine, sonra yemek yedik,
yani makarna. Yemekten sonra ev sahibi büyücek bir kaptan bir kâseye at
sütünden yapılan ayrag (Bizim kımız dediğimiz hafif ekşi ayran tadındaki
içecek)koyup bana uzattı tadı güzeldi, ferahlatıcıydı. Beğenmedi demesinler
diye kafama dikip hepsini içtim. Düşünceli davranmaya çalışmıştım ama isabetli
bir karar olmamış. Kadınlar bir hayret nidası çıkartarak bana baktılar, adam da
kötü kötü bana bakıyordu. Ben de soran gözlerle Tsalıman' a baktım, o da donuk
bir yüzle bana bakıyordu. Kâseyi geri verdim, adam aynı kâseyi doldurup başka
birisine uzattı, o yarısını içip geri verdi, demek ki usul böyleymiş. Tsalıman
beni bu konuda uyarmamıştı, nereden bilebilirdim yalnız yarısını içmek
gerektiğini. Meğer o kâse hiç boşaltılmıyormuş, son içen kişiden sonra da
yarısı dolu olarak bırakılıyormuş. Biraz utanmıştım ama benim bu işte bir suçum
yoktu. Sizler de oralara giderseniz bu geleneğe mutlaka uyunuz. Kadınlardan
birisi bana bağırsaklarımın bozulabileceğini işaretle anlattı. Ben de işaretle
"Bir şey olmaz" dedim ama yine de ilk seferde bir tane ishal hapı yuttum.
Sonraki günlerde de bol bol ayrag içmeme rağmen hiçbir rahatsızlık yaşamadım.
Birkaç saat sonra
misafirler geldi; dillerini hiç konuşamıyor olmak çok kötü bir şey, orada
öylece oturup bakmaktan öte bir şey yapamıyorsunuz. Bu defa ayrag dağıtım işini
misafirlerden birisi yaptı. Ben de her defasında yarısını içip geri verdim.
Moğolların su içtiğini görmedim. Ya yak sütü içiyorlar ya da ayrag, tabi kasabada
ve şehirlerde bira ve votka çokça tüketiliyor. Ger içinde kadınlar erkeklerle
aynı düzeyde, onlar da erkeklerle sohbete katılıyor. Diğer çadıra gidip
çocuklarla oturmuyorlar. Ben uyumak için misafirlerin gitmesini bekledim,
sigara içtikleri için çok rahatsız oluyordum ama yapacak bir şey yoktu. Nihayet
gece yarısı gittiler ve ben de yatabildim. Yattım ama daha uyuyamadan çadıra
insanlar geldi, dönüp yüzlerine bakmadım ama 3-4 kişilerdi sanırım, saatlerce
oturup konuştular, votka ve sigara içiyorlardı. Ne zaman uyudum hatırlamıyordum
ama bundan sonraki turlarda mecbur olmadıkça ailelerin yanında kalmayacaktım,
bu kadarı yeterliydi. Sabah saat dokuzda uyandım, akşamki ıstırap dolu saatlere
rağmen dinlenmiş ve uykumu almıştım. Dışarıda çok güzel ışık vardı, kamerayı
alıp dışarı çıktım. Ev sahibinin otuz civarında atı vardı, biraz fotoğraf
çektim. Sonra kahvaltı olarak yine akşamdan kalan makarnadan yedik, Tsalıman
bana biraz ekmek ve bir kâsede kaymak verdi. Kahvaltı yaptıktan sonra yine
dışarı çıktım, artı Karakurum'a üç saatlik mesafedeydik ve acele etmemize gerek
yoktu. O yüzden orada kaldık ve kadınların atlardan süt sağışını seyrettim.
Adamlar önce tayı getirip annesini biraz emzirtiyorlar, süt gelmeye başlayınca
tayı kenara çekiyorlar ve kadınlar sağmaya başlıyor. Bu atların varlık nedeni
süt, yoksa binmek için bu kadar ata gerek yok. Bozkırda sağılan atların
sütünden yapılan ayraglar büyük plastik bidonlara dolduruluyor ve Ulan Batur'a
gönderiliyor. Ulan Batur' da da insanlar evlerde ve lokantalarda su yerine
ayrag içiyorlar.
Ben özellikle insanların
fotoğraflarını çekmekten kaçınıyorum; Mika peynir satan kadınların fotoğrafını
çektiğinde kadınlar tepki göstermişlerdi. İnsanlar genellikle bundan
hoşlanmıyor, Japon Nori , Tsalıman'la benim fotoğraflarımı çektiğinde ben de
bundan hoşlanmamıştım. Bu size normal gelebilir ama herkes öyle hissetmiyor,
onlara saygı göstermek gerekir. Bu yüzden atların sağılışıyla ilgili uzaktan
çektiğim yalnız bir tane fotoğraf var. Sağım işi devam ederken evin yaklaşık
sekiz yaşındaki tombul yanaklı oğlu kendi atına bindi ve dörtnala koşturarak
sürünün yanına doğru ufukta kayboldu, anne babası arkasından bakmadılar bile.
Biraz sonra da evin büyük çocuğu ( o da en fazla on iki yaşındaydı) babasının
motoruna bindi, ayakları yere değmiyordu, o yüzden babası seleden tutuyordu.
Sonra motoru çalıştırdı, vitese takıp Karakurum'a doğru hızla sürdü ve gözden
kayboldu. O yaştaki çocukların bunları yapıyor olması ailesi için normaldi,
çocukları için en küçük bir endişe duymuyorlardı, çocuklarına güveniyorlardı.
Aynı yaştaki çocuklara bizdeki ailelerin davranışını sizlere anlatmama gerek
yok sanırım. Ne ekersen onu biçiyorsun.
Sağım işi bittikten sonra
dışarıdan gelen bir adamın bir koyunu beyaz bir örtünün üzerinde sırt üstü
yatırdığını gördüm. Ev sahibi de bana işaretle "fotoğraf çek" diyordu. Ben
adamın ne yapmaya çalıştığını anlayamadan bıçakla göğsünde on santim kadar bir
yeri boylamasına kesti ve elini koluna kadar hayvanın içine soktu, 15 saniye
sonra da dışarı çıkarıp beklemeye başladı. Ben de hayretle seyrediyordum,
hayvan birkaç derin nefes alıp verdi ve yapım dakika içinde öldü. Tek damla kan
akmamıştı, adamın ne yaptığını bilmiyordum. Sonra ev sahibi hızlı bir şekilde
hayvanın derisini yüzdü ve karnını yardı. Bağırsakları bir leğene boşalttılar
ve kadın içlerini temizlemeye başladı. Ciğerlerin olduğu bölümü açınca hayvanın
nasıl öldüğünü anladım, adam elini içeri sokunca hayvanın şah damarını kesmiş
ve kan içeri akmış. Daha sonra kara ciğeri bir tencereye koydular ve kanı bir
kase ile aynı tencereye boşalttılar. Dışarıya bir damla kan akmadı, çünkü kanı
da yiyecek olarak değerlendirecekler. Ben yemedim ama bir yerlerde kanın
bağırsağa doldurulup sucuk gibi bağlanarak pişirildiğini okumuştum. Dillerini
bilmediğim için nasıl yediklerini öğrenemedim. Bu insanların çoğunlukla koyun
ve keçi sürüleri var ama zannedildiği gibi her gün et yemiyorlar, bu hayvanlar
onların geçim kaynağı. Ama onca hayvanın sütü nereye gidiyor onu anlayamadım,
çünkü ne tereyağı ne bizimkilere benzer peynir, yoğurt ya da süt gördüm.
Bu işler olurken öğlen
olmuştu ve bizim de gitme vaktimiz gelmişti. Atlarımızı eyerledik, binmeye
hazırlanırken Tsalıman bana işaretle hala koyun parçalarıyla uğraşan kadını
göstererek biraz para vermemi söyledi. Neden diye sormadım, cüzdandan beş bin
Tugruk çıkartıp Tsalıman'a gösterdim, başıyla onayladı, ben de gidip kadının
dizinin dibine bıraktım. Kadın bana soran gözlerle bakıyordu, eşi de görmüştü
ama bir şey demedi. Ben de başımla selam verip atımın yanına döndüm. Vadideki
son günümüzdü ve atlarımızı Karakurum'a doğru sürdük. Kasabaya yaklaştıkça daha
sık olarak gerlerin yanından geçiyorduk hatta bir yerde yaklaşık kırk gerden
oluşan bir kamp vardı. İnternette bu kamplara ait hiç bilgi bulamamıştım. Üç
saatlik yolculuğun sonunda Karakurum'a ulaştık, bir hayalimi daha
gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu ruhumun derinliklerinde hissediyordum.
Yola çıkmadan önce kaldığım günlerin ücretini ödemeyi unutmuştum, yanımda da
para yoktu o yüzden misafir evine gitmeden önce bankaya uğramak istiyordum.
Atlarımızı kasabanın merkezine sürdük ve bankanın önünde durduk. Attan indim ve
atın yularını bankanın bahçesinin çitlerine bağladım. Üzerimde del, ayağımda
çizmeler ve başımda şapka ile bankaya girdim. Banka ana yolun kenarında bahçe
içinde tek katlı bir binaydı. Diğer müşteriler ilgiyle beni tepeden tırnağa
süzüyordu, ben hiç aldırmadan sıramın gelmesini bekledim ve işim bitince dışarı
çıkıp atıma bindim ve oradan misafir evine gittik.
Onca sıcağa rağmen hava kuru olduğu için terlememiştim ama yine de ilk işim
duşa girmek oldu. Kaldığım gerde bir Japon ve bir de güney Koreli genç adam
kalıyordu. Bana yolculuğum hakkında birçok soru sordular.
Ertesi gün saat on bir de
Tsalıman atlarla geldi, turu beş gün olarak planlamıştık, o yüzden bir gün daha
beraber dolaşacaktık. Kasabanın içinden geçerek doğu tarafından araziye çıktık,
ben nehir tarafını işaret ettim ve o tarafa yöneldik. Kasabanın kuzey batısında
bir tepe vardı ve üzerinde bir anıt vardı. Onun ne olduğunu tam olarak
öğrenemedim, o yüzden buraya bir şey yazmak istemiyorum. Anıtın arka tarafından
bakınca tepelerin arasından akan Orhun Nehri görülüyordu. Oradan birkaç
fotoğraf çektim, sonra atlarımızı tepeden aşağıya nehir kenarına doğru sürdük.
Tepe dik ve kayalıktı, filmlerde kovboyların böyle yerlerden inişini çok
seyretmiştim, atlar hiç zorlanmadan iniyordu. Nehrin kenarında atları suladık,
biz de el yüz yıkadık.
Orhun Nehri
Orhun nehri çok uzak olmayan bir bölgeden doğuyordu ve
hiç kirlenmeden buralara kadar ulaşıyordu. Rengi bizim Gök Irmak gibi gök
renkliydi; nehir kenarında balık tutan kimse yoktu ama mutlaka balık olmalıydı.
Yanımda olta takımı getirmemiştim ama çarşıdan bulabileceğimi umuyordum. Daha
birkaç gün burada kalacaktım ve balık tutmayı denemek istiyordum.
Nehrin bulunduğu bölgeden
kasabaya döndük ve yol kenarındaki lokantaya bira içmeye gittik. Yine bir
Fransız grup atlarla yola çıkmak için hazırlık yapıyorlardı. Bu grupta
Fransa'dan gelen rehber de vardı. Moğol rehberleri de İngilizce biliyordu.
Yolculukları on gün sürecekti, Orhun Nehri boyunca bizim gittiğimiz istikametin
ters yönünde yol alıp dört günde şelaleye ulaşacaklardı. Yol üzerinde yedi tane
göl olduğunu söylemişlerdi. Moğol rehberleri yiyecek çantalarını yük
hayvanlarına yükledi, yanlarında ayrıca üç tane de yedek at götürdüler. Çadır
da götürdüler mi görmedim ama en iyi tur bu şekilde çadırla yapılan turlardır.
Ailelerin yanında kalmak bence iyi fikir değil.
Ertesi gün Karakurum'da
Naadam Festivali varmış o yüzden Ulan Batur'a dönüş için iki gün sonrasına
otobüs bileti aldım. Kahvaltıdan sonra çarşıya olta takımı için malzeme almaya
gittim. Çarşıdaki yaşlı satıcıların bazıları Rusça biliyordu, o yüzden malzeme
alabileceğim dükkânı kolayca buldum. İstediğim kalınlıkta misina ve uygun kanca
vardı ama kurşun yoktu. Nehrin suyu çoktu be hızlı akıyordu, ağırlık olarak taş
kullanmaktan başka çarem yoktu. Yürüyerek kırk beş dakikada nehir kenarına
vardım, olta hazırlamak sorun değildi ama solucan bulmak kolay olmadı. Zaten
4,5 tane bulabildim. Saat öğleden sonra üç olana kadar vakit geçirdim,
solucanları balığın av verdiği saatte kullanmak istiyordum. Olta atmaya
başlayınca ağırlık olarak taşın yetersiz kaldığını gördüm, akıntının az olduğu
bir yer bulmak için akıntı yönünde yürümeye başladım; bir taraftan da çocukluk
anılarımı hatırlıyordum. Bu şekilde ırmak boylarında ne kadar güzel günlerim
geçmişti. Olta atabileceğim uygun bir yer bulduğumda saat beş olmuştu, tam
balık vaktiydi ama başka bir sorunum daha vardı; havada yağmur bulutları
toplanmaya başlamıştı, arkası çok kötü görünüyordu. Oltayı toplayıp dönmeyi
düşünürken bir balık yemi yuttu, iri istavrit büyüklüğündeydi, yem takıp tekrar
arttım. Atmamla çekmem bir oldu, aynı boyda bir tane daha geldi. Bir gözüm
oltada diğeri ise havadaydı, bu şekilde on dakikada beş tane ballık tuttum.
Solucanım bitmişti ve hava da beni iyice tedirgin etmeye başlamıştı. Yanımda
bir rüzgârlık vardı ama ancak belime kadar geliyordu, hem bu havanın getireceği
yağmuru geçirme ihtimali yüksekti. Etrafta yağmurdan korunacak bir yer olmadığı
için hızlıca toplanıp yola çıktım, gerlere yüz metre kala yağmur taneleri
düşmeye başladı, gerden içeri girdiğimde bardaktan boşanırcasına yağmaya
başlamıştı.
Buraya tekrar geldiğimde yanımda iyi takımlar getireceğim, şelaleye atla
yolculuk yapmayı planlıyorum. Akşamüzerleri uygun yerlerde kamp yapıp balık
tutmak çok keyifli olacaktır. O turda keşke yanımda arkadaşlarım da olabilse.
Naadam Festivali, Orhun Nehri kenarında yapıldı, önce Moğolca şarkılar vardı, sonra
güreş müsabakaları ve at yarışları yapıldı. Yarışların çocuk kategorisinde
(yaklaşık 6-12 yaşlarındakiler katılmıştı)yarışanların atları nasıl sürdüğü
görülmeye değerdi. Güreşler bizdekinden biraz farklı, güreşçilerin özel
kıyafetleri var, seremoni aslında şahinle yapılan avı canlandırıyor. Güreşçi
kolları kenarda açık, başında kukuletasıyla uçuş taklidi yaparak meydandaki bir
adamın yanına geliyor, bir eli adamın omzunda uçuşu tamamlıyor ve başını adamın
göğsüne doğru eğiyor. Adan (canlandırmaya göre avcı) güreşçinin başından kukuletasını
alıyor ve alana salıyor. (Şahinin başından kukuletasını çıkartıp avın üzerine
göndermesi hareketi.) Güreşçi seyirciler arasından çıkan rakibini yenince yine
kollar açık süzülerek adamın yanına gidiyor, adam (avcı) güreşçinin başına
kukuletasını koyuyor ve ödülünü alması için yandaki masaya gönderiyor. Oradan
güreşçiye bir avuç kıyılmış peynir veriyorlar. Şahinde avını yakaladığında avcı
şahine ödül olarak bir parça et verir.
Ben sonuna kadar
izlemedim, ertesi gün yola çıkacağım için kaldığım yere döndüm. Karakurum'da
daha fazla kalmak isterdim ama havalar bozmadan Rusya'ya dönüp Baykal Gölü
kenarındaki Turka Köyü'ne gitmek istiyordum. Buraya tekrar gelmeyi düşündüğüm
için şartları zorlamadım.
Ertesi sabah hava bozmuştu ve yağmur başlamıştı, benimle birlikte bir İspanyol aile ve iki
kişi daha Ulan Batur'a gidecekti, hepimiz üst üste Ganbaatar'ın arazi aracına
doluştuk. Otobüs yine ayrag bidonlarıyla doluydu, araya da bir sıra
doldurdular. Yine arada seyahat edenler vardı, yol boyunca yağmur yağdı. Ulan
Batur'da yağmıyordu ama yolculuğumun tek tatsız olayı orada otobüs garında
oldu. Yerler çamur olduğu için herkes otobüsün yanında bagaj kapılarının
açılmasını bekliyordu, kapılar açıldığında en öndeki sırt çantası çamura düştü,
benimki de düşmek üzereydi, o tarafa doğru herkesle birlikte hareket edince
üzerime doğru gelen birisini fark ettim, elinde bir kazak vardı sanırım. Ben
kalabalıktan kurtulup çantaya ulaştığımda o da çamura düştü. Kaldırıp bir
kenarda temizledikten sonra üzerimdeki rüzgârlığın önde bulunan cebinin
fermuarının açık olduğunu fark ettim, cüzdanım çalınmıştı. Üzerime gelen o adam
mı yürüttü yoksa otobüste yanımda oturan genç kız mı bilmiyorum. Cüzdanda benim
tembelliğim yüzünden keseme aktarmadığım bin Ruble, otuz bin Tugruk, ATM kartı ve
eve bırakmayı unuttuğum nüfus cüzdanı vardı. Ama en kıymetlisi cüzdanın
kendisiydi. Yurda döndükten sonra başka bir Türk arkadaşın sitesinde yine
Karakurum dönüşü aynı yerde cüzdanını çaldırdığını okudum, ilginçti. Hırsızın
suçu sabit de ben daha dikkatli olsaydım bu olay yaşanmayabilirdi. Sonuçta
giden para bir şey değildi, toplam 85 TL civarındaydı, tabi insanı üzen bu
olayı yaşamış olmaktı.
Sizlere tavsiyem paranızı, pasaportunuzu ve kartlarınızı asla cüzdanda ya da
çantada taşımayınız, cebinizde günlük ihtiyaçlarınıza yetecek yerel para
taşıyabilirsiniz, bunun tutarı da 30-40 TL yi geçmez. Giderse bu kadarı gider.
Bu tür olayların Avrupa ülkelerinde de, bizim ülkemizde de çok dah fazlasının
olduğunu unutmayınız ve moralinizi bozmayınız.
Neyse, yapacak bir şey yoktu, böyle bir
ders için yüksek bir bedel sayılmazdı. Yanımda bozuk para kalmamıştı, demek ki
ceplere dağıtmak gerekiyormuş. ATM lerde de para kalmamıştı ama içimde bir his
rahat olmamı ve her şeyin yoluna gireceğini söylüyordu. Birkaç dakika sonra bir
sırt çantalı gördüm, taksicilerle pazarlık yapıyordu. Yanına gidip selam
verdim, o da şehre gidecekmiş ve taksi parasını bölüşecek arkadaş arıyormuş,
adı Tomas, Fansızmış. Kendisine durumu anlattım, o da yol parasını
verebileceğini, dert etmememi söyledi. O pazarlığa devam ederken aklıma
belediye otobüsü geldi, Toması çağırdım ve az ötedeki ana yola çıktık. Bizim
gideceğimiz yere 27 numaranın gittiğini biliyordum, ben Tomas'ı 15 bin Tugrug
ödemekten kurtardım, o da benim için elli kuruş ödeyerek beni bu uğursuz yerden
kurtardı.
Tomas bir hostelde rezervasyon yaptırmış, hostel binasının karşısındaki otobüs
durağında indik. Yer varsa ben de orda kalacaktım, yoksa internetten başka bir
hostel bulacaktım. Neyse ki yer varmış ve yer aramaktan kurtuldum. Bu hostelin
odaları oldukça küçüktü ama her yatağın yanında kilitli gömme kasa, piriz ve
lamba vardı. Yatakların etrafı da perde ile kapatılabiliyordu, kahvaltı dâhil
günlüğü 7 dolardı. Rusya' ya göre neredeyse üçte bir fiyat. Çantamı hostele
bırakıp dışarı çıktım, ATM kartını iptal ettirmek için bankayı aramam
gerekiyordu. Postaneye gittiğimde saat akşam altıyı geçmişti ve kapalıydı,
zaten Pazar olduğu için pek te umudum yoktu. Hostele geri döndüm, hostelin
bilgisayarında "skype"a girdim ama benim üyeliğimde daha önceden ödeme
yapmadığım için arayamıyordum. Tomas kendi sayfasını açtı ve oradan aradık,
bankaya ulaşmıştım ama onlar beni duymuyordu. Bu defa benim tabletten
bağlandık, mikrofon ve kulaklık kablosunu çıkarttım. Tomas her türlü yolu
deneyip sonunda bağlantıyı sağladı ve ben de kartı iptal ettirdim. Tomas'a
teşekkür ettikten sonra üzerimi değiştirmek için yatağın yanına gittim. Artık
rahatlamıştım, o olayı da unutmaya hazırdım. Ben çantadan eşyaları çıkartırken
arka tarafta yaşlı bir adamla konuşan genç kadının İngilizce olarak"Türk
olduğumu duyunca çok şaşırdılar" cümlesini duyunca birden dönüp gayrı ihtiyarı
İngilizce olarak "Siz Türk müsünüz" diye sordum. "Evet" diyince bu defa Türkçe
olarak "Ben de Türküm" dedim ve konuştuğu adamdan özür dileyip Türkçe konuşmaya
başladık. Uzun zamandır Türkçe konuşmuyordum ve kendi dilinde konuşmamın ne
kadar keyifli olduğunu anladım. Hanım'ın adı Canset'miş, Avustralya'da
yaşıyormuş. Türk Büyükelçiliğinin inşaatına gidip "Orada Türkçe bilen var mı"
diye bağırışını, sonra gelen mühendisin "Bayramınız kutlu olsun" dediğinde
şaşkınlıkla "Ne bayramı?" diye soruşunu
anlattı. Bu defa ben şaşkınlıkla "Ne bayramıymış" diye sordum. Ben Temmuzun 9
unda Türkiye'den ayrılmıştım ve ne gazete okuyordum, ne de haber sitelerine
giriyordum, Ramazan Bayramını da tesadüfen öğrenmiş oldum. Canset' le daha uzun
konuşmak isterdim ama o yemeğe çıktı, ertesi sabah ta iki günlük bir tura
gitti. Ben Ulan Batur' da fazla kalmak istemiyordum çünkü görülecek fazla bir
şey yoktu, mağazalarını, Pazar yerlerini, ana caddelerini gezmiştim.
Ertesi gün geldiğim otobüslerin kalktığı yeri bulup dönüş bileti alacaktım, ama
bütün çabama rağmen bulamadım. İndiğim benzinliği hatırlamıyordum; hosteldekilerin
tarif ettiği ofis binasını da bulamadım. Kaldığım yer ucuzdu ve vaktimde
sınırlı değildi o yüzden dert etmedim, ertesi gün tren garına gidip tren için
bilet almaya karar verdim. Ama önce bu akşam Tomas' a yemek ısmarlayacaktım,
çok içten bir şekilde yardım etmişti, ben de en azından bu şekilde teşekkür
etmek istiyordum. Bir Özbek lokantasına gittik ve yemek yedik, epey sohbet
ettik, yemekler çok iyi değildi. Çalışanlarla Türkçe konuşmaya çalıştığımda
Özbek olmadıklarını öğrendim. Yemeklerin neden iyi olmadığı belli olmuştu. Oysa
Rusya da hem Özbek hem de Tacik lokantalarında yemek yemiştim ve çok
lezzetliydi yemekler.
Ertesi gün Tren garına
gittim, başka ülkelere gidecek tren biletleri garın karşısında bir yerde
satılıyormuş. Binanın girişinde sağda "Danışma" vardı oradaki bayana Rusça
"Yarın için bilet var mı" diye sordum, ekrandan bakıp "Var" dedi, ama bilet üst
katta satılıyormuş. Üst kattaki ofiste iki tane suratsız kadın
vardı(kadınlardan özür dileyerek yazıyorum ) bir tanesi bana "Yarın için bilet
yok" dedi "Ay sonuna kadar da yok" diye ilave etti. Ben de "Beş dakika önce
danışmada sordum var dediler" diye itiraz ettim. Kadın benim kararlı duruşumu
görünce ekrana bir süre bakıp bileti kesti. Daha sonra garda tanıştığım iki
Fransız gence de aynı numarayı çekmişler, onlar da sınıra kadar bilet
alabilmişler. Bileti alıp hostele döndüm, orada not defterime bir şeyler
yazarken biletle ilgili bilgileri de kaydetmek için bilete baktım, tarih bana
pek doğru gelmedi, tren bileti dışında tarihle ilgilenmediğim için günün
tarihini de bilmiyordum. Soruşturup öğrendiğimde tren biletinin o gün için
olduğunu öğrendim. Neyse ki daha dört saat vardı, bakmasaydım bilet yanacaktı.
Geziyi bu kadar ayrıntılı anlatıyorum çünkü ilk defa uzun yolculuğa çıkacaklar
bunları bilirse daha bilinçli hareket edebilirler. Saat öğleden sonra dört
olmuştu o yüzden görevliye o günün ücretini de ödeyebileceğimi söyledim ama
kabul etmedi, sağ olsun.
Tren Garına kaç numaralı
otobüsün gittiğini biliyordum, 50 kuruşa gitmek varken taksiye binmeye gerek
yoktu, zaten Gar şehrin merkezindeydi. Tren başka bir ülkeye gideceği için
plats (3,mevki) vagon yoktu, tamamı kupeydi (4 kişilik kompartıman)Ben alt
katta kalıyordum, üst katımda ve diğer iki yatakta Avustralyalı bir gruptan
yaşlı insanlar kalıyordu. Grubun rehberi olan orta yaşlı bayan benden üst katta
yatan yaşlı beyle yatakları değiştirmemi rica etti. Normalde böyle bir ricayı
geri çevirmezdim ama bu ayarlamayı kendi grupları içerisinde de
yapabileceklerini düşünerek kabul etmedim. Etmedim ama içim de rahat etmedi,
çünkü üst kat pek rahat olmuyor ve yaşlı bir insan için daha da zordu. Biraz
sonra rehber gelip yandaki kupeye geçip geçemeyeceğimi sordu, orası boşmuş. Ben
de memnuniyetle kabul edebileceğimi söyledim, böylece içim rahat edecekti. Yandaki
kupeye geçtim, gerçekten de boştu, bilet satan görevliler aklıma geldi, bunlar
bir film çeviriyordu ama ne olduğunu anlayamamıştım, ama yakında öğrenecektim.
Tren yola çıktı ben de
çay kahve ile çantamdaki yiyecekleri atıştırıyor bir taraftan da defterime
seyahat notlarını yazıyordum. Bu arada Avustralyalılarla da biraz sohbet ettim.
İçlerinden bir kadın en sevdiği ülkenin Türkiye ve en sevdiği insanların da
Türkler olduğunu söyledi. Ne diyeyim, güzel memleketimiz ve güzel insanlarımız
var, bizi sevmeyen ölsün.
Ulan Ude'de tanıştığım Avustralyalı motorcunun konuştuklarının yarısını ancak
anlayabiliyordum, ben de bütün Avustralyalıların öyle konuştuğunu zannetmiştim.
Oysa bu gruptakiler çok düzgün konuşuyorlardı ve anlamakta hiç zorlanmıyordum.
Sınıra geldik, önce Moğol sınırında durduk, burada pasaportlar toplanıp çıkış
kaşesi vuruldu. Pasaportumu çok sevimli bir bayan görevli verdi ve gülümseyerek
Türkçe " İş için mi geldiniz" diye sordu. İnanın böyle durumlarda beyniniz ne
yapacağını şaşırıyor, nutkunuz tutuluyor, ne diyeceğinizi şaşırıyorsunuz.
Aynısı Rus gümrüğünde Moğolistan'a geçerken de olmuştu; Azerice "Yaxşı yol"
sözünü duyunca zihnimde bir patinaj yaşanmıştı ve toparlamam on, on beş saniye
sürmüştü. Çünkü hiç beklemiyorsunuz ve başka bir dilde konuşmaya öyle
alışmışsınız ki.
İşlemler bittikten sonra Tren hareket
etmeden birçok yeni insan bindi, ellerinde büyük çantalar ve koliler vardı.
Benim kupeye önce Fransızları gönderdiler, sonra onları çıkartıp 7 kişi
yerleştirdiler. Kupe 4 kişilik ve biz 8 kişi olmuştuk. Her yere koliler
sıkıştırdılar. Tren hareket etti ve yarım saatten fazla yol aldıktan sonra Rus
Gümrüğüne geldik. Burası küçük bir yerleşim yeriydi. Ciddi ve düzgün giyimli
Rus görevliler kadın erkek vagonlarda pasaportları topladılar. Bana giriş formu
doldurttular, işlemler ve geri dağıtmaları iki saat kadar sürdü. Bu arada trene
sınırda binenler çantaları toplayıp treni terk ettiler. Bunlar aslında sınır
ticareti yapan insanlardı, Moğolistan' dan aldıkları malları sınırdan geçirmek
için trene binmişlerdi. Ulan Batur' da neden tüm yerleri satmadıkları
anlaşılıyordu, bu insanlardan hariçten para alıyor olmalılar, o yüzden tüm
yerleri satmıyorlar ve burada bu insanlardan para kazanıyorlar.
Herkes inmişti, trenin
daha iki saat orada kalacağını öğrenince ben de inmeye karar verdim. Vagondan
inince yine küçük bir şaşkınlık yaşadım, çünkü ortada bizim vagon tek başına
duruyordu. Etrafa bakınınca cebimdeki Tugrug' ları bozduracak yer göremedim,
hâlbuki otobüsle yaptığımız girişte bir ofis vardı ve orada paraları değiştirebiliyordunuz. Burada
böyle bir yer olmayabileceği aklıma gelmemişti, köydeki bankada
değiştirebileceğimi söylediler ama orada dolar ve Euro dan dan başka para kabul
etmiyorlardı. Bakkal da kabul etmedi, zaten Ruslarda Rubleden başka para pek geçmiyor.
İstasyonda Moğol birisi var mı diye bakınırken bankta oturan bir bayan gördüm,
yaklaşıp ona sordum "Ben değiştiriyorum" dedi, söylediği kur bankadan daha
yüksekti, memnuniyetle kabul ettim.
Bu arada, ortada tek başına duran vagona bir lokomotif kilitlendi, onu başka vagonlarla birleştirdi ve ortaya yine yolculuğa hazır bir tren çıktı. Biz de yerlerimizi aldık ve tren hareket etti. Artık Rusyadaydık ve Ulan Ude'ye doğru yol alıyorduk.
Böylece ilk Moğolistan macerası son ermiş
oldu. Bu ülkeye tekrar gelmeyi ve at sırtında çadırla gezmeyi çok istiyorum,
umarım bu hayalim de gerçekleşir, kalbim temiz, neden olmasın :)
Umarım sizler de böyle bir seyahat yaparak güzel Ata yurtlarımızı ziyaret etme fırsatı bulursunuz.
http://bilinmeyenasya.blogspot.com/