Barcelona'ya ilk gelişim 2008
yılında yaz kampı vesilesiyle gerçekleşmişti. Kampın merkezi Bilbao şehri idi.
Kamp bittikten sonra kız kardeşim ile Barcelona'ya gelmiştik. Tabi o zaman
zarfında sadece 2 günümüz olduğundan dolayı Barcelona'da gezilecek her yeri
gezemediğimi düşünüyordum. Bu seferki seyahatim 2 günden fazlaydı ancak yine de
bu güzel şehri gezmek için günlerin haftaların yeterli olmadığını biliyordum.
Bu muazzam şehirden ne kadar fayda sağlayabilirsem benim için o kadar doyurucu
olacağını düşünüyordum.
Barcelona'ya şimdiki eşim o
zamanki kız arkadaşım ile gitmeyi planlamıştık. Şehre varışımız oldukça erken
saatlerdeydi, toplamda sadece 5 günümüz olacağından güneş ışığından en verimli
şekilde yararlanmak ve zamanımı en iyi şekilde kullanmak istedim. Güne oldukça
erken başlamamıza rağmen hostelimize yerleşir yerleşmez doğrudan eşyalarımızı
bırakıp yola koyulduk. Hostelimiz meşhur Sagra di Familia katedraline sadece
iki sokak uzaklıktaydı. Biz eşyalarımızı yerleştirene kadar Sagra di Familia'yı
görmek için sokaklar uzunluğunda sıra olduğundan şansımızı bir başka gün
denemek üzere rotamızı ilk olarak Gaudi Park'ına döndürdük.
Gaudi Parkı konumu itibariyle
tepenin yamaçlarına kurulmuş, muazzam manzarası olan bir yapı olma
özelliğindedir. Bu özelliğinden dolayı eğer yürüyerek gitme amacınız varsa
tepeyi tırmanacağınızdan dolayı zorlanabilirsiniz. Metroyla ulaşılmak
istendiğinde Lesseps durağında inilip birkaç yüz metre yürünmesi ile parka
ulaşım sağlanabilinir.
Gaudi parkı 1900 - 1914 yılları
arasında inşa edilmiş olup, 1923 yılından sonra halka açılmıştır. Parkın
girişinde bulunan dragon görünümlü kertenkele parkın sembolü olarak
görülmektedir. Yerli ve yabancı turistlerin 4 mevsim ilgi odağı olduğundan
dolayı parka gidildiğinde kalabalıkla karşılaşılması muhtemeldir.
Gün ışığından olabildiğince
yararlanmayı amaçlayarak, Plaça d'Espanya (İspanya Meydanı) 'na doğru yola
koyulduk. Gaudi parkından bir kaç yüz metre ilerledikten sonra metro ile (S2
Sabadell) tek vasıtayla doğrudan meydan çıkışına gelebilirsiniz, yol yaklaşık
15 dakika sürmektedir.
Sözde aylardan ekim... Havanın
soğuk olmasını bekliyordum, ancak güneş ensemizde tüm coşkusuyla kendini
hissettiriyordu. Hazırlıksız yakalanmamak için her sabah sırt çantamızın içine
montlarımızı istiflesek de 4-5 gün boyunca bunun nafile bir davranış olduğunu
bilemeyecektik. Hava durumuna baktığımda her gün için yağış göstermesine rağmen
bir gün bile yağışın olmamasını talihin bizim yanımızda olmasına veriyordum.
Meydan oldukça geniş ve bir çok
yere yakın olmasından dolayı Barcelona'nın önemli meydanları arasında yer
almaktadır. 1929 yılında inşa edilmiş olup önemli bir kale olan Montjuïc
kalesinin yamaçlarında yer almaktadır. Bir önceki Barcelona ziyaretimde
yeterince vaktim olmadığından dolayı Montjuïc, Plaça d'Espanya ve ulusal
müzeyi gezme fırsatım olmadığından buraları ilk defa görüyordum ve oldukça
etkilenmiştim. Mimari ve altyapının bu kadar güzel yerleştirildiğini gördüğüm
ender yerlerden biridir bu meydan.
Metrodan çıkınca Barcelona'nın
ünlü Venedik Kuleleri bizi karşıladı. Reina Maria Cristina caddesinde sağlı
sollu yerleştirilmiş olan bu kulelerin boyları 47 metre uzunluğundadır. Venedik
Kuleleri denmesinin sebebi Venedik'te bulunan St. Mark çan kulesinden mimari ve
görünüm tarzının esinlenilmiş olunmasıdır.
Sabahın erken saatlerinde meydana
geldiğimden dolayı yollar boştu. Bende bu şansı değerlendirip (tabii ışığın
kırmızıya dönmesini bekledikten sonra) yolun ortasına geçip kendimce ilginç olabileceğini
düşündüğüm fotoğraflar çekmeye başladım. Her çektiğim fotoğrafla beraber
bulunduğum meydana, etrafındaki binalara
ve bu güzel şehre karşı hayranlığım daha da pekişiyordu.
Meydanda bulunan bir diğer ilgi
çekici yer Arena olarak bilinen alışveriş merkezidir. Burası daha önceleri
arena olarak kullanılmaktaymış. 2011 yılında boğa güreşi alanından alış veriş
merkezi olarak değiştirilmesine karar verilmiş. İçi oldukça geniştir ve çeşitli
dükkanlara ev sahipliği yapmaktadır. Yürüyen merdivenler ile merkezin tepesine
çıkmak mümkündür. Terasta Barcelona şehrini 360 derece görmek mümkündür. Güzel
bir günde eşsiz bir manzara sizi beklemektedir. Teras katında restoran ve
kafeler mevcuttur. Teras katına asansör ile çıkmak 1€ olarak belirlenmiş
(sanırım kalabalığı azaltmak için bir yöntem).
Yolumu Museu Nacional d'Art de
Catalunya' ya çevirerek gezime devam ettim. Daha çok uzaklardan bile görkemini
fark etsem bile yakınına geldikçe uzaktan aslında gördüklerimin devede kulak
kaldığını anlamıştım. Yakınlarına doğru geldikçe hemen avlusunda çok şık bir
havuz gördüm. Şansıma tam o dakikalarda çalışmaya başladı. Bir dakika öncesinde
sanki uyuyan bir güzel gibi sessiz sakin duran havuz, çalıştırılmaya başlandıktan
sonra adeta bir şelale misali gürüldemeye başladı. Saray konum itibariyle
tepenin eteklerine kurulduğundan suya bu şekilde yol vermek saraya ayrı bir
renk katmıştı bence.
Yavaş yavaş merdivenleri
tırmanmaya başlamıştım. Gözüme irili ufaklı bilboardlar, reklamlar ve
sponsorlar ilişti. Anladığım kadarıyla burada gün içinde bir motosiklet
turnuvası gerçekleşecekti. Sarayın merdivenlerinden bir kısmını bu etkinlik
için kapatılmış ve yapay parkurlar inşa edilmiş. Parkurların yanına geldiğimde
motosikletçilerin büyük hızla sarayın yanından belirip bu parkurlar sayesinde
yokuş aşağı indiklerini gördüm. Güzel, ilginç bir manzara oluşmuştu. Henüz daha
prova aşamalarında olmasına rağmen etkinliğin çok heyecanlı olacağından şüphem
yoktu. Tabii önceliğim bu yarış / etkinlik olmadığından saraya doğru tırmanmamı
sürdürdüm ve müzenin girişi olduğunu düşündüğüm avluya geldim.
Müzenin avlusunda soluklanmak
için durakladığımda Barcelona'nın belki de yarısının ayaklarımın altında
olduğunu farkettim. Aşağıdan bakıldığında ne kadar yüksekte olduğu tam olarak
fark edilmese de yukarı çıktığınızda aslında ne kadar muhteşem bir görüntüye
sahip olduğunu görebiliyorsunuz.
Müzeye giriş yaptığımda içeride
beni hoş bir sürpriz karşıladı. Gittiğim gün ve tarih sebebiyle ayın ilk
pazarına denk gelmiştim. Bu sebepten dolayı tüm müzeler ücretsizdi. Daha
önceden müzelerle ilgili böyle bir şekilde şansım yaver gitmediğinden oldukça
sevindim.
Normal şartlarda giriş 12€ olarak
belirlenmiş. 65 yaş üstü ve öğrenciler için 1€ ücret belirlenmiş. Kalıcı
koleksiyonlara giriş yapılabilinmesi için ise 18€ gibi bir bedel gözden
çıkarılmalıdır. Bunların yanında audio rehber 3.50€ gibi bir ücretle
kiralanmaktadır.
Müzenin içinde bir çok döneme ait
eserler bulunmaktadır. Roma, Gotik, Rönesans, Barok dönemlerine ait eserlerin
yanı sıra Modern döneme de ait eserler mevcuttur. Her dönem binanın belli bir
kanadına yerleştirilmiştir. Her kanatta ayrı bir dünyaya giriş yapılıyor ve o
dünyanın bileşenleri sizi daha da cezbediyor. Benim şahsen en çok beğendiklerim Joan Reixac imzalı "Altarpiece of Saint Ursula and the Eleven
Thousand Virgins", Pere Nunyes
tarafından yapılan "Altarpiece of St Elgius of the Silversmiths" ve "Altarpiece
of Saint Vincent" isimli yapılardı. Görkemli, göz alıcı ve nefes kesici eserler
dört bir yanımı sarmıştı.
Müzenin üst katlarında ayrıca
nümizmatik koleksiyonu mevcuttu. Dönem dönem ayrılmış olan paraların tarih
sıralamasında nasıl evrim geçirmiş, nasıl gelişmiş ve hangi evrelerden geçmiş olduğunu
görebiliyordum.
İnsan o müzede saatlerin nasıl
geçtiğini anlayamıyor gerçekten.
Tüm bir gün, hatta 2 gün bile gerekirse ayrılabilinecek bir müze. Maalesef benim
bu kadar vaktim olmadığından dolayı öğleden sonrası civarlarında müzeden
ayrıldım.
Aklımda sabah şansımın döndüğü
gerçeği bir defa daha yankılandı. Bugün günlerden ayın ilk pazarıydı ve
Barcelona'da görmek istediğim bir başka müze daha vardı... Picasso Müzesi.
Buraya mutlaka gitmem gerekiyordu ve bunu başarabilirsem bugün başarmak
istiyordum.
Picasso Müzesi konum itibariyle
şehrin "Old Town" kısmında bulunmaktadır. O kısımlarda araç ve otobüs ile
erişim pek mümkün olmadığından dolayı benim tavsiyem en yakın metro durağında
inilip oraya kadar yürünmesidir. İnanın bu yürüyüş zamanınıza değecektir.
Şehrin dar sokaklarında yürürken her tarafınız tarih ile çevreleniyor. Şehrin o
kısmındaki mimarisine zarar verilmediği için son derece düzel bir atmosfer
mevcut sokaklarda.
Geldiğim metro durağına geri
giderek yönümü "El Barri Gotic" taraflarına çevirdim. Yurtdışında mümkün
olabildiğince yürüyerek etrafın tadını çıkarmaya çalışırım. Ancak Barcelona
şehri oldukça büyük ve geniş bir şehir. Bu sebepten dolayı görülecek belli
yerler arasında toplu taşıma araçlarını kullanmanızı öneririm.
Elimdeki haritadan müzenin olduğu
yeri saptayarak metro ile yakınlarına geldim. Sokakların arasında bir sağ bir
sol yaparak ilerlemekteydim... Binalar, insanlar, atmosfer son derece güzeldi.
Dar sokaklar arasında elinde viyolonsel olan yaşlıca bir kadının klasik müzik
çalması sizi adeta bir rüyalar alemine götürüyordu.
Müzenin bulunduğunu düşündüğüm
sokağa geldiğimde bu müzenin aslında ne kadar popüler olduğunu gördüm. Ayın ilk
pazarının da olması turistleri akın akın buraya çekmişti. Müzenin kapısının
önünde yüzlerce kişilik sıra oluşmuştu. Sıranın sonu bulunduğum yerden
görünmüyordu. Ancak bu müzenin bu kadar kalabalık olması boşuna değildi. Sıra
ne kadar uzun olursa olsun bu müzeyi görmem gerekiyordu. Sıranın sonlarına
doğru ilerledim. Sıra beklediğim kadar yavaş ilerlemiyordu, dakikalar
ilerledikçe adım adım müzeye yaklaştığımı görebiliyordum. Müzeye gelirken
dinlediğim klasik müziğin yerini müze kapısının önünde konuşlanan müzisyenlerin
çoşkulu şarkıları aldı. Müziğin ve etrafın güzelliğine kendimi kaptırmışım,
sıra çabucak eridi.
Pablo Picasso (1881 - 1973)
yaşamı boyunca bir çok ünlü eserini Barcelona'da hayata geçirmiştir. Müze
kapsamında bir çok eserini, çalışmalarını görmek mümkündür. Sanatçının eserlerini geliştirirken izlemiş
olduğu adımları, eskizleri ve bir çok tablosu burada sergilenmektedir.
Giriş ücreti: Collection + temporary exhibition € 14, Collection € 11, Temporary exhibition € 6,50
Picasso Müzesinde bulunan eşsiz
eserlere doyduktan sonra ara sokakların bu kalabalığından bunaldığımı
fark ettim. Müzelerde ve sokaklarda bulunan kalabalıktan kurtulma ihtiyacı doğdu
bir anda. Konum olarak o kadar kilit bir noktada bulunuyordum ki sadece bir kaç sokak ötemde Park de la
Ciutadella bulunuyordu.
Böylesine kalabalık bir şehirde
bu kadar ferah, bu kadar geniş bir park bulmak benim için büyük bir şanstı.
Park konum itibariyle 4 adet metro durağının ortasında bulunmaktadır. Ulaşım
bir çok yoldan sağlanmaktadır. Parkın içinde geniş yeşilliklerle birlikte bir
adet hayvanat bahçesi, botanik bahçesi, geniş süslemeli havuzları ve Katalan
Parlamenter binası bulunmaktadır.
Halihazırda sırt çantamda bulunan
atıştırmalık yiyecek ve içecekleri burada tüketmek için çok güzel bir fırsat
yakaladığımı hissettim. Tabii normal şartlarda Türkiye'de bir park inşa
edildiğinde tüm yeşilliklere "Çimlere Basmayınız!" tarzı tabelalar konularak
insanların bu yeşilliklerde zaman geçirmesi olabildiğince engellenmeye
çalışılır. Ben de tabii bu düşünce tarzıyla "Acaba ne yapmalıyım? Şimdi buraya
gelsem kurulsam amcanın biri 'Yassah kardeşim hadi kalk git!!' der mi?" diye
düşünmekten kendimi alamadım. Gerçi sonra etrafıma baktıkça herkesin piknik
havasında olduğunu gördüm. İnsanlar gruplar halinde gelip pikniklerini burada
yapıyorlarmış.
Saatlerce süren gezme ve
koşuşturmalardan sonra parkta uzanıp etrafın ve havanın tadını çıkarmak gibisi
yoktu gerçekten. Parkta birçok müzisyen renkli parçalar seslendiriyordu. Bu
müzisyenlerden en çok ilgi çekenlerinden biri sanırım Bob Marley taklidi yapan
bir gençti. İlk aşamada sadece müziği duyuyordum, sanki gerçekten Bob Marley
dinliyor gibi hissettim kendimi.
Yaklaşık 1 saat dinlendikten
sonra daha önceden de ziyaret ettiğim ve parkın çok yakınında olan Zafer Kapısı
(Arc d'Triumph) yapısını görmeye gittim. Daha önce benzer yapıyı Roma ve
Üsküp'te görmüş olmama rağmen burada yapılmış olan zafer kapısı tasarım olarak
diğer tümünden daha farklıydı. Bilinen beyaz renginin dışında bu Anıt kırmızı
rengindedir. 1888 yılında inşa edilmiş mimar Josep Vilaseca tarafından inşa
edilmiştir. İnşa edilme sebebi "Barcelona World Fair" Fuarında ana kapı olarak
görev görmesidir.
Şehrin "El Barri Gotic"
kısımlarına doğru gidildikçe sokaklar daralmakta ve ortam yerini tarihe
bırakmaktadır. Sokakların buluştuğu bir meydan vardır ki bu meydanda da
Avrupa'da görüp görebileceğiniz en güzel katedrallerden biri bulunmaktadır. Cathedral
of the Holy Cross and Saint Eulalia veya daha bilindik adıyla Barcelona
Cathedral 90 metrelik boyuyla Gotik mimarisinin en güzel örneklerinden biridir.
15. Yüzyılda inşa edilmiştir.
Kilise mimarisine karşı
hayranlığım olduğundan dolayı buraya kadar gelmişken bu kiliseyi mutlaka görmem
gerektiğini düşündüm. Girişte para ödeyerek dilerseniz kilisenin çatısına
çıkabilirsiniz. Kilisenin çatısına ancak saat 17'ye kadar çıkılmaktadır. Gerçi
işin ilginç tarafı 17'den sonra çatıya çıkılmıyor ancak kiliseye ücretsiz girilebiliyor.
Sanırım bunu girmeden önce bilsem etrafta bir müddet oyalanırdım diye
düşünüyorum. Kilisenin çatısından manzara her ne kadar güzel de olsa yine de
ücret alınması ne kadar doğru tartışılır. Etraftaki insanların bundan oldukça
haberinin olduğunu varsayıyorum. Zira kilisenin çatısından merkez ayin
noktasına indiğimde büyük bir kalabalıkla karşılaştım. İlk aşamada bir ayin
olabileceğini düşündüm, ancak sonradan farkettim ki kilisenin içinde bulunan
kişiler de benim gibi turistti. Belli bir saatten sonra kapılar açılmıştı ve
dileyen herkes giriş yapabilir duruma gelmişti.
Katedralden çıktığımızda hava yavaş yavaş kararmaya
başlamıştı. Ekim ayı olmasından dolayı gündüzler yazın olduğu kadar uzun
olmuyordu. İlk gün için gün ışığından yeterince yararlandığımı düşünerek akşamı
geçirmek istediğim Barcelona'nın sahil kısmına doğru ilerledim. Bu kısımda
sahil ve iskele tarzı yerleri bulmak mümkündür. La Rambla caddesinin tam
bitiminde bulunan iskele kısmı akşamımı tam geçirmek istediğim yerlerden
biriydi.
Gezerken genelde şehrin tadını
çıkarmak istediğim için yiyeceklerimi ya gündüzden hazırlayıp çantama atıyordum
ya da take-away tarzı yerlerden alıp park bahçelerde tüketiyordum. İskele'nin
uçlarına doğru ilerleyip boş banklardan birine oturduk. Gelen giden veya karışan
kimseler olmadığından rahat rahat keyfimize bakabilir hale gelmiştik.
Bir önceki gelişimde "El Barri
Gotic" kısmında Latin ve Jazz barlarına gitme şansım olmuştu. İnsanlar son
derece arkadaş canlısı ve sıcak kanlılar.
Gecenin ilerleyen saatlerine kadar bir çok güzel yer bulmak mümkün. Tabii
bu sefer geldiğimde sabahın erken saatlerinden itibaren tabanvay olarak bir çok
yeri görmeye çalıştığımdan dolayı ilk gün nispeten daha erken bir saatte
hostele dönerek günü tamamladık.
Ertesi gün gezimizin kaldığı yerden devam ederek metro ile
Montjuic Kalesi (Castelle de Montjuic)
eteklerine doğru metroyla geldik. Metro durağı ile yakın bir yerlerde inmiş
olmamıza rağmen kaleye çıkan yolu hesaba katmadığımı farkettim. Tepenin
eteklerinde yukarı çıkan teleferik sistemi mevcut olmasına rağmen kişi başı 11
euroluk bir ücrete sahip. Barcelona manzarası eşliğinde tepeye çıkmak
isteyenlere tavsiye edebilirim. Öteki yandan ben gözümü karartıp tepeyi kendim
tırmanmaya karar verdim. Yaklaşık bir 15 dakikalık tırmanıştan sonra tepenin
yamaçlarına varmış oldum.
Kale, zamanın askeri
karargahlarından biri olmakla birlikte bugün turistik olarak işlev görmektedir.
1640 yılında inşa edilmiştir. Kalenin içine giriş ücretsizdir ancak dikkat
edilmesi gereken bir durum mevcuttur. Kalenin içinde turistik amaçlı sergilenen
bir bölümü Pazartesi günleri kapalı olarak belirlenmiş. Oraya gidilmeden önce
kontrol edilmesinde fayda var.
Tepeden iniş çıkışına göre kolay
oldu. Teleferiğin dışında kalenin önünden kalkan otobüsler mevcut. 15 dakikada
bir kalkan otobüsler sizi İspanya Meydanı'na rahatlıkla götürebilmektedir.
Kaleye girişlerde meydandan geçen otobüsler ile oldukça ucuza kaleye varmak
mümkündür.
Gel gelelim benim favori turistik
mekanlarımdan birine: Poble Español
Adı gereği İspanyol Köyü anlamına
gelen yapı; İspanya'da bulunan tüm köy kültürlerinin paternlerini bir küçük
köyde toplanmış halidir. İspanya kapsamında bulunan 16 etnik kültürün buluştuğu
toplamda 117 binanın olduğu bu yapıda; Katalan, Endülüs, Bask, Aragon vb.. gibi
bir çok kültüre ait mimari dokuyu görmek mümkündür. Köye girişte verilen harita
ile hangi binanın hangi kültüre ait olduğunu görebilirsiniz.
Meydanına vardığımda bir
orkestranın prova yaptığını gördüm. Çoğunluğu çocuk ve gençlerden oluşan bu
orkestranın çaldığı yerel müzikler ile sizi içine çeken o mimari bir araya
gelince kendimi tam anlamıyla huzur içinde buldum. Her köşe başka bir güzel,
her yer ayrı bir heyecan vericiydi. Her bina özenle oluşturulmuş ve ne kadar
birbirinden farklı da olsalar bir bütün olarak hepsi kendini hissettiriyordu.
İspanya'ya gelmeden önce kız
arkadaşıma evlenme teklifi etmek için yüzük satın almıştım. İspanya seyahati
sırasında kendisine evlenme teklifi etmek istiyordum. Ancak kendi kendime bunun
için en iyi olacak tarihin onun doğum gününe denk gelen 8 ekim olduğunu
inandırmıştım. Yüzüğü günlerdir saklıyordum ve verebileceğim en doğru anı
bekliyordum. Bugün günlerden 7 ekimdi...
Poble Español'a geldiğimde
içimdeki huzur o kadar büyüktü ki bu anın o an olduğunu düşünmüştüm. Ancak tek
bir sorun vardı, yüzüğü doğum gününde vermek istediğimden dolayı hostelde
bırakmıştım. İçimdeki huzur bir anda yerini üzüntüye bırakmıştı. Güzel bir anı
kaçırdığımı hissetmiştim. Yüzüm bir anda değişince ister istemez merak
uyandırmıştım. Kendisine pek bir şey ifade edememiştim çünkü zamanında önce sürprizi
bozmak istemiyordum. Kendime verdiğim sözü tutmam gerektiğini düşünerek ve moralimi
düzelterek geziye devam ettim. Nasılsa 1 gün daha vardı, yarının neler
getireceğini kim bilirdi?
Poble Español'da geziyi
tamamladıktan sonra La Pedrera ve Casa Batlló yapısını görmek için müze
çıkışından tekrar metroya binerek Diagonal durağında indik. Yeterince tepe bir
yere geldiğimizden dolayı geri kalan yolu yokuş aşağı inecek olmamız bizi
sevindirmişti.
Yolun başında ilk olarak
karşımıza çıkan yapı La Pedrera'ydı. 1910 yılında Ünlü mimar Antoni Gaudí
tarafından inşa edilen bu bina 1984 yılında UNESCO dünya mirası listesine
girmiştir. Modern mimari göz önünde bulundurularak inşa edilmiş olan bu bina
bilindik tasarımların dışına çıkarak turistlerin ilgi odağı olmayı başarmış.
Binanın hem için hem dışı insanın ilgisini çekmeyi başarıyor. Giriş ücreti 10
ile 20 euro arasında yetişkin, öğrenci, çocuk fiyatlarına göre değişmektedir.
La Pedrera'nın bulunduğu yoldan
aşağı doğru devam ettikten sonra karşımıza Casa Batlló yapısı gelmektedir. Bu
bina da Gaudi tarafından inşa edilmiş olup şehrin başlıca turistik
mekanlarından biridir. Gaudi'nin yapmış oldu binalarda görülen mimari imzası
kendisini Barcelona'nın vazgeçilmezleri listesine koymuştur.
Havanın güzel olmasını da bahane
ederek, sokakları olabildiğince keşfetmeye devam ediyorduk. La Pedrera ve Casa Batlló yapılarını da gözlemledikten
sonra sahile doğru devam ederek Barcelona'nın en bilinen caddelerinden biri
olan La Rambla caddesine geldik. Tüm ışıltının tüm hareketin bu caddede
toplandığını görmem çok uzun sürmedi. Sağlı sollu kafeler, restoranlar caddenin
popülaritesini iyice arttırmıştı. Hediyelik eşya satan mini dükkanlar ve sokak
göstericileri caddeyi daha da renkli hale getiriyordu.
Sokak göstericileri demişken,
Barcelona'nın en sevdiğim özelliklerinden biri sokak göstericilerinin
çeşitliliği ve profesyonelliğidir sanırım. Özellikle La Rambla Caddesinde
dolanırken yan yana dizilmiş olan bir çok sokak göstericisiyle karşılaşmanız
mümkün. Ustaca yapılmış olan makyajlar ve kostümler işi daha da ilginç hale
getiren unsurlardır. Hepsi de hünerlerini ustaca sergiledikleri için her
göstericinin önünde geçirdiğim zaman benim için iyi değerlendirilmiş olarak
görülebilir. Hoşunuza giden bir figür varsa
küçük bir ücret karşılığında (daha doğrusu gönlünüzden ne koparsa) yanına gidip
fotoğraf veya video çektirmeniz de mümkündür.
La Rambla caddesinde bulunan
görsel şöleni de izledikten sonra ana cadde üzerinde çok fazla takıldığımızı
düşünerek biraz da gölgelerde kalmış yerlere gitmek istedik. Şansımızı bir de
ara sokaklarda (tabii çok da ücra köşeler olmamak kaydıyla) denemek istedik.
Daha adımımızı döner dönmez karşımıza devasa bir Pazar alanı çıktı. Oldukça
ucuza satılan meyve doldurulmuş tabaklardan gözümü alamamıştım. Bir yandan
lokman hekimler, meyve sebze satan kişilerin dışında bir de rengarenk
şekerlerin satıldığı stantlarda mevcuttu. Renk harmonisi o kadar güzeldi ki
insanın şeker veya çikolata sevmese bile bunlardan alıp tadası geliyordu.
Güzellikler sadece bununla da
bitmiyordu, sokaklarda yürümeye devam ettikçe her taraftan yükselen o tarih
kokusu insanın dört bir yanını kaplıyor. Ana caddenin zaman zaman bunaltan
kalabalığı ara sokaklarda yerini daha fazla huzura bırakıyor.
Tüm gün gezmenin ve dolaşmanın
vermiş olduğu yorgunlukla kendimizi yine su kenarında bulduk. Bu sefer gün
batımını tam vaktinde yakaladığımı düşünüyordum. Kısa bir süre içinde gök yüzü
mavi tonlarından turuncu, kırmızı tonlarına doğru kaymaya başladı. Güneşi
batırmak için bulunduğum yerin son derece güzel bir nokta olduğunu işte bu gün
batımını yakaladığımda anlamış oldum.
Tahminimce manzarasından dolayı
Montjuic Kalesi'nin gün batımlarına dair eşsiz manzaralar sunacağını
düşünüyorum. Gün içinde ziyaretimde Barcelona'nın hem ticari, hem kültürel
alanlarına hakim olabilen bir alan olduğunu gördüm.
Her gün saatlerce ve
kilometrelerce yürümenin de dezavantajı maalesef belli bir saatten sonra
insanın pilini bitirebilmesidir. Her ne kadar akşamları eğlenceli yerlere
gitsek de bir noktada bünye sanırım güne paydos etmek istiyor.
Hostelimize giderken gece
aydınlatılması ile daha da ihtişamlı bir şekilde duran Sagra di Familia'yı da
görmüş olduk. Gündüz ayrı, gece ayrı güzel görünen kilise için boşuna
Barcelona'nın incisi denmiyor sanrım.
Barcelona'da geçireceğim son güne
uyandığım zaman önceki günlerde gezmek istediğim bir çok yeri gezmiş olmanın
verdiği rahatlıkla gözlerimi açtım. Programını yapıp gidemediğimiz pek bir yer
kalmamıştı. Bu sebepten dolayı bu günü kendimize ayırabileceğimizi düşündüm. Turistik
aktivitelerin dışında en azından bir kaç alışveriş yapabilirdik
Sabahları erken saatlerde yola
çıktığımızdan merak ettiğim eski boğa güreşi arenası olan La Monumental'e gitme
şansımız oldu. Katalan parlamentosunun 2010 yılında çıkarmış olduğu boğa
güreşlerinin yasaklanması yasasından sonra kapatılan arena şimdi konserler için
kullanılmaktaymış. Yaklaşık olarak 20000 kişi kapasitesine sahip arenada 26
sıra koltuk bulunmaktadır.
Günlerin yorgunluğu ve sürekli
yürümenin verdiği bitkinlik üst üste gelince son gün bulabildiğimiz her yerde
dinlenerek ve her gölge altında serinleyerek günü geçirmeye çalıştık. Akşam
olduğunda yorgunluktan ayaklarıma kara sular inmesine rağmen hala yerine
getirmem gereken bir planım olduğunu biliyordum. 8 Ekim gününün akşamında
evlilik teklifimi gerçekleştirecektim.
Bir önceki gün Poble Español'da
etmek istediğim teklifin günü bugün gelmişti. Yer olarak ilk gün geldiğimiz
Museu Nacional d'Art de Catalunya binasının terasını düşünmüştüm. Gündüz vakti
geldiğim müzede harikulade bir manzarayla karşılaştıktan sonra akşam vakti
gelinmesi ile bu manzaranın daha da nefes kesici olabileceğini düşündüm. Güzel
sakin bir ortam eşliğinde sanırım kaç zamandır yaptığım planların ve sürprizin işe
yarayabileceğini düşündüm.
Aynı şekilde İspanya Meydanı'na
gelip tepeye doğru yürümeye başladık. Tepeyi tırmandıkça benim heyecanım da
tırmanmaya başlamıştı. İnsan ne kadar söyleyeceklerini de planlasa o an
geldiğinde kelimeler yetersiz kalıyor. Tepeye çıktığımda heyecanım daha da
arttı, zira bulunduğumuz alan anlaşıldığı üzere insanların akşam takıldıkları
bir alanmış. Bu sebepten dolayı benim boş olacağını düşündüğüm yerde en azından
otuz kişi mevcutmuş.
O kadar kişiyi görmeme rağmen o
anda hissettiklerim sanırım bana göre bir zamanın yavaşlayıp durması gibi
geldi. Söyleyeceklerimin çoğunu bile söyleyemeden yüzüğü çıkartmış bulunmuştum.
Karşımda sevinçle beraber şaşkın bir ifadeyle "Evet"cevabını aldığımda sanırım
o an dünyalar benim olmuştu.
Heyecanımı biraz olsun üzerimden
attıktan sonra terasta karşımızda bulunan manzaranın tadını çıkarmaya başladık.
Biz bu manzaranın tadını çıkartırken kısa bir süre sonra birinin taşınabilir
orgunu kurup orada yanımızda aşk şarkıları söylemeye başlaması bugünü benim
için unutulmaz bir anı haline getirdi.
Barcelona benim için her yönüyle
bambaşka bir şehir. İnsan ne kadar ziyaret ederse etsin, her defasında
döndüğünde "Buraya bir defa daha gelinir..." dediğini duyar gibiyim. O kadar
canlı ve renkli bir şehrin şamatası ve muhteşemliği içinde insan kendini kaybediyor.
Sanırım burada bu güzel şehir için söylenecek olan en yakışık alır benzetme,
zamanında da söylendiği gibi : "God's Land"